31 Ocak 2015

Bela Tarr ― Politik ve Metafizik Alegori Üçlemesi

Suların daha derin olduğu yere git.
Luka, 5:4

Karhozat [1988]

Pencerenin kenarında, boş boş dışarı bakıyorum. Nice seneler orada oturdum, bir şeyler bana hep sonraki anda delireceğimi söyledi. Ama öyle olmadı. Üstelik delirmekten korkmuyorum. Delilik korkusu bir şeylere sadık kalma anlamına gelebilir. Henüz bir şeye bağlı değilim. Her şeyin bana sadık olmasına rağmen, sadık olduğum bir şey yok. Onlara bakmamı istiyorlar. Nesnelerin, olguların çaresizliğine, penceremin dışındaki pis köpeğin kurşunî gökyüzünün altında, delicesine yağan yağmurda su içişine bakmamı istiyorlar. Acıklı çabalarını izlememi istiyorlar. Herkes, mezara girmeden önce konuşmaya çalışıyor. Zaten düştüler, konuşacak zaman kalmadı. Beni delirtmek için nesnelerin bu geri dönülmezliğini istiyorlar. Ama bir sonraki anda ise delirmemi istiyorlar.

Karhozat, 1988 yılı yapımı Béla Tarr’ın siyah beyaz filmi. Macar Sineması’nın griliğinde, siyah beyazlığında yoğrulan ve Kahramanımız Karrer’in gözünden öykü anlatısına sahip bir yapım. Tarr’ın Karhozat’ında, 1994 yılı yapımında öne çıkan isim olarak, Satantango’da da başrollerde gördüğümüz Miklos Szekely’i görüyoruz.

Toprağın insanlarının elleri titreyecek

Karhozat (Damnation – Lanet) bol yağmur, kirli, çamur ve yıkıntı dolu, yalıtılmış bir kasabada, eşiyle sorunları olan Karrer’in insanlıktan yabancılaşma sürecini ve bu süreç içerisinde gördükleriyle, evrende tek başınalığı öğrenerek, çetin bir zamanda ıssız ve sessiz bir insanın dramını resmediyor. Tarr’ın daha çok insan yüzlerine odaklanarak, renkli film formatını reddedip, siyah beyazlığın gücüyle kendi yoğunluğunun birleşimi Karhozat’ın ritmik bir şiirselliğine yardımcı oluyor. Titanik Bar’ın önündeki bekleyiş, insanın bir diğeriyle çetin savaşı, Kıyametin bir habercisi olan seslerin yankıları Karhozat’ın armonilerini karanlık ve aydınlık olarak ikiye ayırıyor ve ellerde kalan bir kalbi bizlere sunuyor. Siyah beyazlığın sertliği, soyut zaman ve mekan ile Karhozat bir boyut, bir güvercinin kanadı gibi, kendi kendine kanat çırpan ve kendi özgürlüğüne koşan. Özgürlüğün ve vicdanın birleştiği yerin eşiğindeyse insanlığın merhameti ve vicdanı yatıyor. Karrer’in yalnız oluşu, sağanak yağmur altında delirmeyi bekleyişi, dünyadan elini ayağını çekmişliğine toprak atması; kalbindeki aşk, sevgi ve merhamet tohumlarının ölüp yeniden filizlenmeye başladığının habercisi.

Duvara yaslanan bir kalp. Karrer’in hayatındaki olumsuzlukların, nesnelerin gerçekliğine hakim olamayışı, ütopyanın varlığını bilerek az da olsa mutlu oluşu ve yere kayan bakışların insanın kendi içindeki muhasebesinden kaynaklanan devinimin ulaştığı son nokta, dünyanın patlayışından önceki son bir hamle. Béla Tarr’ın daha çok insan ruh hâlini betimleyişi ve olağandışı görüntülerle ve zamanlarla öykülemesi filmlerinin sağlam bir zemine oturmasına kolaylık sağlıyor, siyah beyazlığın renkliliğe savaşında galip geldiğini bir kez daha Karhozat filmiyle görebiliyoruz. Karhozat’ın evreni, Tarr’ın 6 yıl sonra tamamlayabildiği Satantango’sunun omurgasını oluşturur. Satantango, karanlığından içinden gelir, Karhozat siyahtır ama armonileri yıllar sonrasının Werckmeister Harmoniak’ına atıf yaparmışcasına bir hicvini de barındırır. Dünyanın yerle bir olduğunun simgesellerinde, hayatın bu keşmekeşliğinde ve salt karanlığında film boyunca gördüğümüz bu kasvetli ve çamurlu hava soğuk ve çetindir ki evrenin o güneşli ve yıldızlı günlerine ve gecelerine belki de bir protest tavırdır. Ve belki de o yağmurlar altında ıslanan Karrer değil, bizizdir.

Dünya patladığında neye sadık kalacağımızı öğreneceğiz; Ağızdan ağza, kalpten kalbe, yıldızdan yıldıza…

Sis insanın ciğerlerine işler. Sisli hayatın bu tozlu ve kirli anlarında insanın kalbine düşen hayatın acımasızlığı ve yorgunluğu. Karrer’in işlerinin kendi istediği şekilde gitmeyişi, yeni dehlizlere açılan bir kapı misali. Sağanak yağmurların ardından güneş doğmuyor bu evrende. Işık hiç neredeyse yok. Karanlık, aydınlığın üstünde. Kasabanın üzerinde dolaşan bir kılıç. İnsanlığın kendi hanesine kattığı bir farkındalığı henüz yok. Nesneler üzerinden geliştirilen yıkım ve yıkılış, mahşere bir hazırlık. Dağlara kaçmak insana fayda vermeyecek. Ölüm ve Lanet herkesi saracak. Korkunun ve şiddetin sesleri yaklaşıyor. Pencereden dışarıya kayan boş bakışlar o vakit mana derinliğine sürüklenecek. Béla Tarr’ın Karanlığı artık üzerimize hapsoldu. Karhozat, evreni dolaşmaya çıktı. Yıldızların saadetini anlayacaklar. Vakit geç değil, bitti, her şey bitti. Kesz az Egesz şarkısında olduğu gibi. Sonun başlangıcı.

Dediğin her şeyde haklıydın. Dediklerinin hepsini kabul ediyorum. Seni sevdiğimi biliyorsun. Sana yalan söyleyemem. Değişeceğim. Söz veriyorum, değişeceğim ama bana yardım etmelisin. Vurmak istiyorsan, vur. Dün bana baktığında bir şeyin farkına vardım. Seninle dünya arasında ulaşılmaz garip, boş bir tünelin olduğunu fark ettim. Kimse o yolu biliyor mu, bilmiyorum. Tünelin girişinde yalnız başına dikiliyorsun, çünkü bir şeyler biliyorsun, ben bile isimlendiremiyorum; daha derin, daha merhametsiz bir şey. Asla anlayamadım. O dünyaya asla yakın olamayacağımı anladım. Sadece yasını tutarım, çünkü ışık ve ılıklıkla saklanmış bir dünya, oranın acısını çekemem. Ne inanacak ne de vazgeçecek yetim var. Dün dönümsüz bir hata yaptığımı fark ettim. Seni kaybetseydim benim affedilmez sonum olacaktı. Çünkü bu isim konulamaz dünya hakkında hiçbir bilgim yok. Madem ki bunun bir parçasısın, benim dünyam senden ibaret. Bu asla değişmeyecek. Lütfen, geri çevirme beni. Seni görmeme izin ver. Her şeyimi veririm senin için. Vur, tükür bana, bana tekrar vurasın, tüküresin diye yine gelirim, yine. Haklısın, insafsızca da olsa haklısın. Ben seni gerçekten seviyorum. 

Tarr’ın Prologue’unda izlediğimiz yüzler, Karhozat’da da mevcut. Sağanağın altında bakışları dibe düşen yüzler ve çizgiler. Yağmur insanı diriltir, dinlendirir. Yüzlerdeki manaya indiğimizde, başka gerçekliklere yol alıyoruz. Filmin girişindeki ıssız teleferikler, bize bu kasabanın ve insanlarının katlanılmaz hayat sıradanlığına nazire yaparmışcasına bir o tarafa bir bu tarafa gidip geliyor. Tarr’ın her şeyi en ince ayrıntısına kadar çekme, atmosferin içine konumlandırma felsefesiyle Karhozat’ın ağır ilerleyişi, daha çok monolog ve diyalog azlığı perde/ekran izleyicisine sunduğu bir nimet bir bakıma. Karrer’in hayatı, Titanik’e gidip umarsızca dinlediği o kadın ve paket konusundaki tavırları vakit kazanma ihtiyacı için erteleme devresini sokmakta, Karrer’in gölgeli hayatında kadının kimi zaman onunla mutlu kimi zaman onsuz oluşu ipleri germekte ve de kalbin yıkımını getirmektedir. Karrer, hiçbir zaman mutlu olamayacak, isyanı yağmurda umarsızca dans eden o adam gibi. Sağanak yağmurun şiddeti arttıkça figürler daha da bir hız kazanıyor. Gökyüzünden öfke yağıyor, toprağa karışıp intikam duygusuna, lanete, nefrete dönüşüyor. Vücutların küflenişi bir tepkiye döndü. İçerisi tamamıyla kalabalık ve kargaşa. Dans ediyorlar, kelebekler uçmuyor. Hiç kimse gökyüzüne bakmıyor, cesaretleri yok, pencereden içeri yavaşça giren kamera evrendeki insanları resmetmeye başladı. Tarr, bunun öncesinde Eski Ahit’ten alıntılar yaparak güç katıyor : Dışarısı kılıç, içerisi veba ve kıtlık.

Satantango [1994]

Bir ekim sabahı, kavrulan toprağı serinleten, yolları bataklığa çeviren ve kasabayı dünyadan koparan uzun güz yağmurlarının ilk damlaları düşmeden Futaki çan sesleriyle uyanmıştı. Kilise sekiz kilometre uzaktaydı. Çanı yoktu ve kulesi savaşta çökmüştü…

Satantango, her saati ayrı ‘ağır sanat’ anlayışı içeren 1994 yılı yapımı Bela Tarr’ın siyah beyaz başyapıtı. Satantango (Şeytan’ın Tangosu), Macar yazar Laszlo Krasznahorkai’nin romanından uyarlanmış olup Bela Tarr’ın bu filmi çekme fikri 1985’lere dayanır ki o zamanki Macar Hükümeti’nin sert politikalarından dolayı film 1994’te tamamlanabilmiştir. Filmin süresi 450 dakika, yani 7 saat 30 dakika ve dili Macarca.

A hir, hogy jönnek (Geliyorlar)

Irimias ve Petrina için atılan önceleme bu girizgah ile toplumdan uzakta, ekim ayının her türlü soğukluğu, çamura, toprağa bulanmış yaşamları ile uzandığımız küçük bir Macar kasabasına konuk oluyoruz. Çok ağır çekimler ile başlıyor film ve sonuna dek bu şekilde sürüyor. Başıboş dolaşan inekler, çamurla buluşan yeryüzü, yağan yağmur ve birbirine bağlı olan insanlar ve de tüm bunların altında yatan gerçeküstücü gökyüzü çatısı. Gökyüzüne düşme denemeleri var. Bela Tarr, acziyet sunuyor, toprak veriyor, vicdan ıslatıyor, hiçbir cümlesini bize geri vermiyor. İzleyiciyle gizemli bir bağ kuruluyor. Zamanın akıcılığına inat ağır dakikalar elimizde kalıyor. Bela Tarr, zaman ve mekan mefhumunu insanlığın geneline inat alt üst ediyor, zihinlerimizin içine giriyor, ve bizim o kasabada her şeyi görmemizi istiyor. Bu olurken, Tarr otoritesi kendini gösteriyor.

Feltamadunk (Biz ölümden doğacağız)

İki saat farklı zamanı gösteriyor. İkisi de yanlış, elbette. Şuradaki çok yavaş. Öteki ise zamanı söylemek yerine umutsuz durumumuza dikkat çekiyor. Fırtınadaki kuru dallar gibiyiz. Kendimizi savunamıyoruz…

Önceleme bir alt başlık daha. Bela Tarr, bu kodları verirken filmin diğer saatlerindeki olayların gidişatına bir mesaj vermesini kendi disiplini hâline getiriyor. Düzen ve özgürlük temalı bu kısım daha çok eleştirel gidiyor. Irimias ve Petrina sokakta yürürken çıkan fırtına; baskıcı, totaliter Macar Hükümetini, Irimias ve Petrina’nın ayaklarına çarpan ve sokakta savrulan kağıtlar, yapraklar yasaların dışındaki insanı, buna ayak uydurmakta zorlanan, boyun eğen, eğmek zorunda bırakılan eski Doğu Blok ülkelerindeki halkı ve tepelerindeki nizamı işaret eder. Bunları Yüzbaşının şu repliğiyle destekleyebiliriz:

Hiçbir insan hayatı çok değerli değildir. Bu işin otoritesi düzene uymaktır. Ama aslında her şey bundan ibarettir. Düzen. Özgürlük, bir bakıma insancıl değildir. İlahi bir şey ve hayatlarımız onu tam anlamıyla anlayabilmek için çok kısa. Eğer bir bağ arıyorsanız, Pericles'in düşüncesine göre düzen ve özgürlük birbirine tutkuyla bağlıdır. İkisine de inanmak zorundayız, ikisi için de acı çekiyoruz. Düzenden de özgürlükten de. Ama insan hayatı; anlamlı, zengin, güzel ve kirlidir. Her şeyle bağlantılıdır. Sadece özgürlüğü hor kullanır, değersiz bir şeymiş gibi harcar. İnsanlar özgürlükten hoşlanmıyor, özgürlükten korkuyorlar. Burada şaşılacak şey ise özgürlükten korkulacak bir şey olmaması. Diğer taraftan, düzen bazı zamanlar korkutucu olabilir…

İnsan hayatının eşzamanlılığı hâkim filmin bütününde. Satantango, kendi hâliyle bir eşzamanlılığın eşit parçalarını sunuyor. Çamurlu yollar, ağaçlar, ucu gözükmeyen stepler soyut dil ile tasvir ediliyor. Diyalogsuz bu bölümler düşünceye set çekmek için değil, zihnin derinliklerine inmek için (bilerek) yapılıyor. Zamanın durağanlığında insanın gerçek yaşam paraleli vardır ki Satantango soyutlanmış zamanda, soyutlanmış mekanda yer alıyor, olanları o anmış gibi addediyoruz. O an ve anın ötesindeki gerçekliği ise Bela Tarr’ın filminde gerçeküstü ve öteki bir olgu olarak algılıyoruz.

Satantango, 1994



Valamit Tudni (Bir şeyler bilmek)

İnsanlar arasındaki dayanışmanın yok olduğunu hatırlatan bu kısa kısım, bir önceki ve bir sonrakinin köprüsü değil, omurgası. Kalpteki iyiliğin öldürüldüğü gerçeği, insanın bireysellikle bir diğerine olan inancının yitirilişi var. Fikriyatın temelini sorgulamak, olaylar arasındaki bağın ve bu bağın insanı hangi eşiklere sürükleyebileceği, yağan yağmur altında duran Estike’nin, Doktor’un içsel buhranının çamurla karışıp havaya ulaşması ve soyut karanlık altında karşılaşması benzer hayatların, benzer insanların bir kaderi. Bela Tarr, birini diğerine karşılaştırmak ile bize verdiği bütünselliğin bir noktası.

A pok dolga I – Felfeslik (Örümcek Ağı I – Sökük Geliyor)

Evet dedi kendi kendine yavaşça. Melekler bunu görür ve anlar. İçini bir huzur kapladı ve ağaçlara, yola, yağmura, geceye, her yere yayıldı huzur. Olanların hiçbiri kötü değil diye düşündü. Her şey basitleşmeye başlamıştı sonunda. Önceki gün olan olayları anımsadı ve olayların birbiriyle nasıl bağlantılı olduğunu fark edince güldü. Bu bağın şans eseri kurulmadığını hissetti ama ortada sözle anlatılamaz ve çok güzel bir bağ vardı. Her şeye ve herkese rağmen yalnız olmadığını biliyordu, babası yukarıdaydı. Annesi, kardeşleri, doktor, kedi, akasyalar, çamurlu yol, gökyüzü ve gece hepsi ona bağlıydı. Aynen onun da her şeye bağlı olduğu gibi. Endişelenmesi için bir sebep yoktu. Meleklerin onun için yola çıktığını biliyordu…

Estike ve yalnızlığı. Kedisine olan gücünü gösterişi, toz toprak içinde kalmış iki siluet. Gücün değer yargıları içindeki yansıdığı gerçeğinin ıssız steplere bakışın çizgisindeki duruşunu konumlandırıyor Bela Tarr. Estike üzerinden güce gidiyoruz. Estike’nin tek başınalığı insanın tek başınalığı; hor görülüşü vicdana atılan tokat. Sanyi’nin ihaneti, kişisel çıkarın bir tezahürü. Örümceklerin kendi ağlarını gizliden gizliye örmeleri, görünmeyenin ötesindeki görüneni çıkarıyor aydınlığa.

Toplumun kendi içindeki buhranı, kişiler arasındaki çatışmalar Satantango’nun seyri içinde yerini alırken göz ardı edilenlere odaklanıyoruz. Bela Tarr, kendi sinemasal dilini oldukça sert kullanıyor. Ağır seyrin altında dramı, gerçekliği ve de insanlık trajedisini mühürlüyoruz. Estike’nin bakışları ufuk çizgisinde nasıl ki kayboluyorsa, insanın hissiyatı da o derece alt üst olmaya yetiyor. Gayenin zaman ile zıtlığı sinir gerici bir hâl alsa da nihayetinde kendi salt özüne ulaşacağının bir habercisi. Irimias’ın 11 dakika boyunca nutuk çekmesi ve masumiyetin kullanışıysa ön bakış ve arka perspektiften önceki bir durak.

A pok dolga II - Ördögcsecs, Satantango (Örümcek Ağı II – İblislerin Göğüsleri, Şeytan’ın Tangosu)

Akordeonun tatlı sesiyle birlikte örümcekler son ataklarına başladılar. Ağlarını bardakların, kupaların, kül tablalarının üstüne masa ve sandalye ayaklarının çevresine örmeye başladılar. Gizli emellerini gerçekleştirmeye başladılar. Neredeyse görünmez olan ağları zarar görmedikçe saklandıkları köşelerinden en ufak hareketi ve titremeyi bile fark edebilirler. Ağlarını uyuyanların yüzüne, ellerine, ayaklarına ördüler. Sonra saklandıkları yere kaçarak ruhani görevlerine tekrar başlamak için beklemeye koyuldular...

Tehlikenin farkında olmayan ve tango ile hayatın keşmekeşliğine aldırmayan çaresiz ve yalnız insanlar uyuyor. Sonun başlangıcı. İblis çoktan harekete geçiyor ama insanın farkındalığı toz kaplı. Çevresindekiler onu kemirmeye başlıyor, ritmin tınısında kayboluyorlar sonrasında. Örümcek ağlarını örerken insanın kendi başınalığı fayda etmiyor, muhtaç olup el açıyor. Elin gittiği yerse karanlığın beşiği.

Bela Tarr, olay örgüsünü yaparken bunları ilgili bölümler ile bağlantısız gibi gösterip düz ters giderek sonrasında farklı perspektiflerle izleyicisine buna bağlantı kurdurtarak çözüm şansını sunuyor. Örümcek metaforu ve Irimias – Petrina ikilisine yüklenilen anlam üzerinden gerilen hayatlara, zehirlenmiş yaşamlara ve zehrin kaynağına götürüyor. Kompleksliğin ne kadar basit olduğunun altını çiziyor.

Mihaly Vig: Macar besteci, Bela Tarr'ın arkadaşı. Bela Tarr Sineması'nın müziklerini besteledi. Satantango'da Irimias rolünde. 


A tavlat, ha szembol – A tavlat, ha hatulrol (Önden Bakış – Arka Perspektif)

Gerçekliğin iki boyutu. Bela Tarr, Satantango’nun ilerleyişini ele almış durumda. Artık oklarını gösteriyor ve izleyiciyi tam kalbinden vuruyor. Bu olurken biz bakış ve perspektif ile ötekini görüyoruz, farklı açılardan ve yinelenerek. Bu zihin için yapılan bir uyarı fişeği. Önceki ve sonraki. Aralarındaki bağda bunalan zihni bulantıdan kurtarma görevli sekanslar ile atmosferin tükenmişliğini sıfırlayarak ve ona yeniden hayat vererek havada asılı kalanı kurtarıyor Bela Tarr.

Yaklaşan son, gittikçe daha da trajikleşen bir hayat kesiti ve de geride kalan umutlar. Hepsi ekim yağmurları altında ıslanıp çamurlaşıyor, filmin siyah beyazlığında silinip gidiyor. Tarr’ın oynadığı kozlar büyük ve kendisi yenilmiyor. İzleyicisinin zihnindeki kontrolü hâlâ devam etmekte ve kendi alt imgesel mesajlarını serumlamakta. Böylelikle ortaya çıkansa ağır ama katlanılmaya değer bir görsel şölen. Fırtınalarda savrulan hayatlar, her karakterin gözünden olayın ve eşzamanlılığın kesitleri ile Satantango kendi kendini göğüslüyor, izleyicisinde derin ve bir o kadar da gizemli bir bağ örüyor. Bela Tarr’ın ustaca dili ve hayatın betonarme ruhlarından uzakta doğal yaşamlardan doğal insan hâllerini sunuyor. 

A kör bezarul (Perde Kapanıyor)

Bir ekim sabahı, kavrulan toprağı serinleten, yolları bataklığa çeviren ve kasabayı dünyadan koparan uzun güz yağmurlarının ilk damlaları çiftliğin batı yakasına düştü. Bu yüzden bataklık araçlar için don olana kadar geçilemez oldu ve şehirle bağlantı koptu. Futaki çan sesleriyle uyanmıştı. En yakın kilise güneybatıda, sekiz kilometre uzaklıktaki eski Hochmeiss alanındaydı ancak çanı yoktu ve kulesi savaşta çökmüştü...

Werckmeister Harmoniak [2000]

Werckmeister Harmoniak, Béla Tarr’ın 2000 yılı yapımı siyah-beyaz filmi. Oyuncu kadrosunda ise Satantango’dan yüzlerine aşina olduklarımız oyuncular da var. Macar Sineması’nın ak yüzü, Tarkovsky’nin mirasçısı gözüyle bakılan, sessizliğin ve simgeselin ustası Tarr bizi eşikten eşiğe sürüklüyor bu filminde de. Bol metafor, bol karanlık, hareket – mana çizgisine yöneliş ve daha fazlası var. Werckmeister adı ünlü kompozitör Andreas Werckmeister’dan geliyor. Filmin diliyse, Macarca.

Cennet üzerimize mi düşecek?

Werckmeister Harmoniak, (Werckmeister Harmonies – Karanlık Armoniler) sıradan bir konuya sahip değil, düğüm içinde düğümleri çözmeye sevk eden  bir yapım, insanlığın çatışmacı ruh hâlini barındıran kesitler ve bundan ziyade, karanlığın içindeki güce, insanın Tanrı – Tanrısızlık, vicdan – hiçlik sorgulamalarına da götürüyor. Açılış sahnesi filmin omurgasını oluşturuyor. Janos’un üç ayrı insanı Güneş – Ay – Dünya örnekleri kılıp karanlığın ötesinde bir yerlere götürüp yaptığı konuşma ile belirsizliğin ortasında buluruz kendimizi. Yapılan bu konuşma öyle sessizden ve ağırdan gider ki bu tutulmadan kaçamayız. İnsan, güneş – ay – dünya ekseninde tutulmalara kapılıp kendi yokluğunda karanlığın gücüne direnenleri sorgular Béla Tarr. Bu sahne, sağanak yağmur gibidir. Üzerimize bütün şiddetiyle gelir Béla Tarr. Janos’un yaptığı bu dünyanın ötesindeki gerçekliğe adım atmak. Uçsuz bucaksızlık, ölümsüzlük, limitleri zorlama, karanlıktan kaçış, karanlığa giriş. Zıttıyla devinim içinde olmanın zihinlerdeki bunaltısı. Üç ayrı Samanyolu sistemi, üç ayrı insan ve yanan bir ocak. Siyah beyazlığın içinde renksiz, boyutsuz, zamansız kavramları içinde yoğrulan bir hamur ve mayası. Karanlık Armoniler’in gürültülü sessizliği.

Derin duygu herkesin içine işler. Karanlık Armoniler, kendini her türlü sınava hazırlıyor ve bu sınavdan rahatlıkla çıkmayı başarabiliyor. Janos’un Gyuri Amcası ve kasabadaki diğer karakterlerimiz listedeki iyi niyetli insanlar. Kasabaya bir kaos, bir karanlık geliyor, yavaşça, en derinden. Bir sirk, dünyanın en büyük balinası ve bir prens. Balina’nın sermayesi ve onun çarkından rant elde edilen vicdansızlık tohumları sarıyor kasabayı. Katliamın büyülü atmosferi tüm bedenleri saracak, bu korkunun sesi. Çatışmaya çok az kaldı. Béla Tarr bizleri atmosferine çoktan aldı. Tarihin ya da kasabanın nereye ait olduğu belli değil. Her şey giderek kompleksleşiyor. Her şey hiçbir şeyleşiyor, hiçbir şey her şeyleşiyor. Peşine düşülen gerçekliğin sesleri insanların kalbini yerinden sökecek ve belki de hiç ummadıkları kendilerinin ensesinde bitecek. İnsan bilmediği şeyden korkar. Ama korkmak kâr etmeyecek.

Werckmeister Harmoniak, Janos’un yürüdüğü o ıssız sokaklar gibi. Karanlık, soğuk, çatışmacı ruh kendini göstermeye başlıyor. Gölgeler harekete geçti.  Béla Tarr, insan vicdanına tokatlar indirmeye başladı. Bizi kasabanın tam orta yerinde bırakıyor. Janos, çaresiz insanlar, balina etrafına toplanmış kalabalık ve masumiyeti öldürmek isteyen Tanrısızlık. Aslında Janos’un protest kimliğinin bastırılması, Béla Tarr’ın buradaki etkili silahlarından birisi. Biz, Janos’u kasabayı çevreleyen bu bilinmeyen sır perdesini aralamasında bir armoni ritmindeki şeffaflık olarak görüyoruz, bir muhalif değil. Balina, yüzyılın en büyük olayı. Karanlıktaki prens hiç gün yüzüne çıkmıyor. Bu korkutucu. Düzen giderek düzensizleşiyor, bütün hiçleşiyor ve insan korkusuyla kalıyor kasabada. Katliam yaklaşıyor. Geliyor düzensizliğin insanları, karanlığa sığınarak.

Tüm bu harabede yapım var. Yıkım için tek duygu dizginsiz ve ölümcül. Korkularımızda ve umutsuzluklarımızda gerçek nesneyi bulamadık. Böylece, karşılaştığımız her şeye vahşice ve nefretle saldırdık. Dükkânları yıktık, dışarı attık. Çiğnedik her şeyi. Sabit değildi ama biz kımıldatamadık. Tahta ve demir çubuklarla kırdık. Sokaktaki arabaları devirdik, zavallı reklam levhalarını yırttık. Telefon merkezini yıktık çünkü içeride ışık görmüştük. Postacı iki kadın vardı, bayılınca bıraktık onları. Kullanıp atılmış iki paçavra gibi cansız elleri, dizlerinin arasında… kambur… kanlı masadan kayıp düştüler.

Yollara düşen Janos. Gözlerinde ölümün soğukluğu var. Tasarımcı şiddet, insanın ufkunu bertaraf etmek niyetinde. Minimalist sahneler başlıyor, yollarda yürüyen insanlar. Yüzlerinden okunan öfkenin, şiddetin bir resmi. Karanlığın içindeki güç. İnsanlığa dair vebanın salgını yayılmak üzere. Damarlara zerkliyorlar zehirlerini. Kayıtsız kalınan vicdanın sesleri duyuluyor Karanlık Armoniler’de. Hepsi karışıyor, karışıyor ve bir öze dönüyor. Özün etrafındaki olaylara dönüyoruz. Kasaba, karanlık, Janos’un bulmacayı çözme girişimi, Balina, Prens, meydandaki soğukluk. Bütün yapraklar savruluyor, anarşi içinde. Rüzgâr anarşiye ayak uyduruyor ve bir hasta yerlere düşüyor.

Tren yolu ve Janos. İnsanın hayatı şekillendiriliyor. Uçsuz bucaksız raylarda saklanan her nefes  yola devam etmek için. Béla Tarr susuyor, Janos’un gözlerindeki korku bedenine hapsoluyor. Etrafında dönen helikopter pervaneleri hayatına vurulan zincir gibi. Onu yok edecek, hapsedecek, bir şeye bağlayacak. Ekin tarlasında dalgalanan filizler ezilecek o gücün altında. İktidarın, insanlığa hiçe sayan ve yokluğu varlık olarak görenlerin ellerinde. Masumiyetin sancısı duyulacak sonra. Janos artık kendi bedenine hapsolacaktır. Sade anlatı her şeyi ezip geçecek hatta yok edecek. Tarr’ın usta elleri bizi soyut zamanda yalıtılmış bir evrene götürüp orada bırakacağının işaretlerini yapıyor. Derin duygu artık kalbimizde.

Yüzünü hiç görmediğimiz o prens ve dünyanın en büyük balinası. Kasabanın etrafındaki çan sesleri artık duyulmuyor. Karanlık, aydınlığın üzerine geçti. Artık tam tutulma gerçekleşmek üzere. Tutuluyoruz bu evrende. Prens; para demek, sermaye çarklarına kilit vurmayan bir mahzen. İnsanı yok eden, mahveden, ruhuna işkenceler eden bir tekil. Her şey bir sirk ile başladı. Bir gece. Birden bire. Dünyevi güçlüğün soytarılığı resmediliyor. Armoniler’in şiddeti azaldıkça, onlar daha da bağırmaya başlıyor. Ama aldanacaklar, bu bir aldanma ve saçma, kalpleri artık taş, vicdanları yerlerinden sökülmüş, mezar taşlarında adları bile yok. Evren gürültülü sessizlikle yankılanmaya başladı. Béla Tarr, bu kurguyu artık sistemlerin eşiğine bırakıyor. İnsanın maddiyatında paralel olarak büyüyen maneviyatsızlığı yüzlere düşüyor. Balinanın yorgun ve dondurulmuş gözlerindeki sır, Janos’un aynadaki yansımasından farkı yok. Çökük. Hiçlik için bir yapım var, bir yapıbozumculuk. Karanlığın ağırlığından korktular. Avuçlarından asfalta dökülen kalpsizlik tohumları.

Gizem ve bulmaca. İnsanlığın kendi devinimi Karanlık Armoniler’de harekete geçiyor. Béla Tarr’ın sinemasal dilini estetik biçimde ağır kullanışı, duruma yöneliş ve mananın derinliklerine seyahat Karanlık Armoniler’in ritmini güçlendiriyor. Janos ve diğer karakterlerimiz, hayatın içinde, evrenin bir köşesinde griliğe karışmış ve kendi saflığında öz bulma çabasına tutulmuş ruhlardan oluşuyor. Fazlası yok. Her şeyin hiçlik ile bir savaşı var bu yapımda. Sinema estetiği, kayboluş, karanlık, diriliş ve isyan ve de hastalık ile göz kırpıyor Tarr. İnsan kendi iç hastalığını ne derece iyileştirebilir yahut kalbini karanlığın ellerinden nasıl çekip alabilirin soruları yatıyor. Evren ve ötesindeki etkileyici hareket ile eşyadolayımsızlık üzerine indirgeyebileceğimiz hakikat potansiyelini es geçmemek gerekir. Tarr’ın Sineması, boyut ve zamandan ziyade, günlük hayatın ötesinde rüya, hayal, yalıtılmış bir evrenin anahtarlarını sunmayı başarıyor. Karanlık Armoniler hepimizin içinde yankılanıyor. Tarr, armonilerin şiddetini sessizce arttırıyor ve insanın kendi gerçekliğini sunuyor. Bu perspektiften, Karanlık Armoniler’i salt kendi gerçekliğimiz ile değil, Evrenin kendi içindeki yasaları ve sistemleri ile de ilişkilendirmemiz mümkün olabilmektedir. Ağır sanat anlayışı, kendi siyah beyazlığıyla bu diyarlardan, bu âlemden olmayan bir film Werckmeister Harmoniak

Cennet üzerimize mi düşecek? Yoksa Dünya altımızdan mı açılacak?

Bela Tarr Röportajı

Torino Atı





25 Ocak 2015

Ariflerin Satrancı ― Şatranc-ı Urefa



Satranç tahtasının üzerinde görülen oklar terakkîye (yükselmeye) ve terakkî sebeplerine işaret etmektedir. Terakkî etmekte olan kişinin uğramış olduğu makamlara "dereceler" denir. Satranç tahtasının üzerinde görülen kancalar ise sukûta (düşmeye) ve sukût sebeplerine işaret etmektedir. Sukût etmekte olanın düşerken uğramış olduğu makamlara da "derekeler" denir. Sâir (veya sâlik/yolcu) "abdullah/Allah'ın kulu" ve "abdurrahman/Rahman'ın kulu"dur. İleride bu kimse "abdü'l-îcâd/îcâdın kulu" diye ifade edilecektir. Sözü edilen yolcunun yolculuğunun başlangıcı, 1 numaralı karede bulunan adem/yokluktur. Yolcunun yolculuğu, doğal sayıların sırasına göre birden yüze kadar devam eder. Birden ona kadar olan birinci onluk "en alt tabaka" adını alır ve kişi temyiz, ergenlik ve rüşt çağlarından önce bu karelere uğrar ve şeriata göre henüz mükellef değildir.

Birinci onluğun üzerindeki makamlara yükselen kişinin geri dönmesi yerilmiştir ve cezası vardır; tövbesini yenilemesi, yolculuğa yeniden başlaması ve Allah'ın rahmetinden ümit kesmemesi gerekir. En alt tabakaya geri dönmenin sebebi; içinde kanca bulunan ve kişiyi en alt tabakanın derekelerinden birine çekip sürükleyen yedi makamdan birinde ikamet ederek orayı yurt edinmektir. Sözü edilen derekeler şunlardır:

  1. Edebi Az (11); kişiyi Kötü Fiillere (9)
  2. Kötü Sohbet (30); kişiyi Cehalete (7)
  3. Hasta Akıl (32); kişiyi Mezellete (5)
  4. Cehl (33); kişiyi Toprak Altına (6)
  5. Riyâ (51); kişiyi Kine (8)
  6. Gurur (91); kişiyi Mihnete (10)
  7. Şeytan (100); kişiyi Arzuya (4) geri döndürür.
İkinci tabakaya geri dönmenin sebebi, şu iki makamdan birinde ikamet etmektir:

  1. Haset (34); kişiyi Büyük Denize (16)
  2. Harabeler (45); kişiyi Kötü Huya (18) geri döndürür.
Yolcunun Allah'ın rahmetinden ve rahata kavuşmaktan ümidini kesmemesi, çok tövbe edip Allah'a dönmesi ve Allah'a iyi zan beslemesi gerekir.

Yükselmenin sebebi ise şu sekiz makamda ikamet etmektir:

  1. Mecâzî Aşk (23); kişiyi Hakikî Aşka (44)
  2. Çıplağa Acıma (29); kişiyi İyi Huya (57)
  3. İyi Sohbet (40); kişiyi İyi Fiillere (64)
  4. Tahkikler (48); kişiyi Ulvî âleme (66)
  5. Allah'ın Yolunda (50); kişiyi Cennete (74)
  6. Şecâat (55); kişiyi Şehâdete (90)
  7. Kâmil Mürşit (62); kişiyi Bekâ Billaha (96)
  8. İlim (69); kişiyi Muhammedî Mülke (94) yükseltir.
Yolculuğunda başarıya ulaşmak isteyen kişi, elinden tutarak ona tevhîd hazretine ulaşıncaya kadar rehberlik edecek bir şeyhe muhtaçtır. Söz konusu hazrete ulaşan yolcu, varlık sahnesinde beliren her şeyin yegâne failinin Allah Teâlâ olduğunu görür. Kul, amellerin zuhuru için bir mazhardır; çünkü ameller birer arazdır ve araz ancak bir cisimde zuhur eder. eğer kulun kol ve bacak gibi organları olmasaydı Allah Teâlâ'nın ne varlık âleminde bir fiili zuhur eder, ne de bir kimseye had/ceza uygulanırdı. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor. "Sizi ve yapmakta olduklarınızı Allah yarattı." [Sâffât, 37/96] "Herkesin kazandığı iyilik kendi yararına, kötülük de kendi zararınadır." [Bakara, 2/286] Kula düşen bazı görevleri zikreden mürşidin şiirinde şöyle denilmiştir:
Yolları bilen bir şeyhe arkadaşlık eder
Yolculuğunda onu ölümcül yerlerden koruyan

Onu gördüğünde Allah'ı hatırlatır ona

Ve kulu Mevlâsına ulaştırır
İşte o zaman onu tanımış olur
Ve özgür olur, başkası çıkar kalbinden.
[Âriflerin Satrancının Manası]

Âriflerin Satrancı, adına "yokluk" dediğimiz bir başlangıç ile yolculuk, yolcu, menziller, makamlar, dereceler, derekeler, tasarruf eden bir özne (fâil) ve tasarruf edilen bir nesneden (mef'ûl) oluşmaktadır. Bu satranç bize, bu fânî ve sonradan olma kulun kadîm, bâkî ve her şeye varis olan yaratıcısı ve mevlâsı yanındaki durumunu anlatmaktadır. Aynı zamanda bu satranç, bizlere bu kulun; mümkün (varlığı zorunlu olmayan) ve afetlere ve tehlikelere açık, Vâhid ve Kahhâr olandan gelen kader oklarının hedefi olan, meylinden ve kendi arzusu ve tercihiyle işlediği fiilinden sorumlu olduğu [bu dünyevî] varlığının içindeki yolculuğunun başlangıcını, ortasını ve sonunu anlatır. Bundan dolayı, maksada ulaşabilmek için şu konuları ihtiva eden bir mukaddimeye ihtiyaç duyuldu:
  • Kul (abd) ve kısımları
  • Yokluk (adem) ve kısımları
  • Yok (ma'dûm) ve kısımları
  • Varlık (vücûd) ve kısımları
  • Var olan (mevcûd) ve kısımları
  • Yolculuk (seyr) ve çeşitleri
  • Yolcu (sâir), menzilleri ve makamları
  • Kazanan ve dereceleri
  • Kaybeden ve derekeleri
  • Bu satrancı idare eden fâil/özne
  • Bu satrançta idare edilen mef'ûl/nesne
Böylece bu kitaba Enîsü'l-Hâifîn ve Semîru'l-Âkifîn fî Şerhi Şatranci'l-Ârifîn (Âriflerin Satrancı'nın Şerhi Hakkında Korkuya Kapılanların Yoldaşı ve İnzivaya Çekilenlerin Gece Sohbeti Arkadaşı) adını verdim.

Muhammed b. el-Hâşimî ed-Dımeşkî

Âriflerin Satrancı Şerhi
Enîsü'l-Hâifîn ve Semîru'l-Âkifîn fî Şerhi Şatranci'l-Ârifîn
Şeyhu'l-Ekber Muhyiddin İbn Arabî
Muhammed b. el-Haşimî ed-Dımeşkî

Sır Yayıncılık
Emir Hanı No: 49 16010 Bursa
Tel: (224) 223 72 10

24 Ocak 2015

Monarşi Üzerine





Contrepoints

Avrupa'daki eski rejimlerde, hanedanın bekâsına ithafen kralın ölümünün ardından "Kral öldü, yaşasın Kral" diye bağırmak bir adetti. Kral, tüm yaşamı boyunca, bir kişiden ziyade bir işleyişin tecessümüydü.

Günümüzdeyse Krallar artık ölmemekte, tahttan feragat etmektedirler: 2013'te Belçika Kralı II. Albert ve Hollanda Kraliçesi Beatrix'in ardından İspanya Kralı da yeni bir teamül oluşturmadı. Muhtemelen, halefinin çizdiği alelade görüntü yüzünden, sadece İngiltere Kraliçesi bu görevden ayrılma eğilimine karşı direndi. Bu gönüllü emekliye ayrılmalar, diğer bir deyişle nitelikli biçimde tahttan el çekme, -daha ziyade küçümseyici manada- bir tabir olup monarşik işleyişi bencilleştirmekte ve de bireyselleştirmektedir.

Bu çağdaş sorgulamadan, yaygın demokrasi koşulu altında ya da bütçe kısıntısı ile ilgili araştırmalar bazında, bazıları monarşinin devam etmekte olduğu yerlerde ilga edilmesini talep etmektedirler. Bu ilga taraftarları Avrupa monarklarının küresel sonuçlarının olumlu olması sebebiyle haksızdırlar. Bütün Krallar, güçleri yettiği ölçüde sırf varlıklarıyla bile demokrasileri ve milletlerini kurtarmışlardır. İspanya Kralı Juan Carlos'un 1981'de yapılan bir darbeye karşı çıkarak İspanyol demokrasisini kurtardığı ve iç savaşı önlediği yadsınamazdır. Tek başına bu eylemi dahi hükümdarlığını meşrulaştırmaya yeterlidir. Yine aynı şekilde geçmişte, Hollanda Kraliçesi Wilhelmine'in II. Dünya Savaşı sırasında Nazi-karşıtı müttefiklerle kurduğu birlik de Hollanda monarşisini meşrulaştırmaya yetmişti. Peki kralı olmayan bir Belçika, bünyesindeki dil tenakuzlarına nasıl mukavemet gösterebildi?

Fransa'da, General Gaulle 1940'taki Nazi işgaline karşı bir direnç tecessüm ettirecek kralın yokluğundan pişmanlık duymuştur. Kralın hatasında general görevden alınır. 1959'da Cumhurbaşkanı olarak göreve geldiğinde, savaş döneminde milleti yeniden ortaya koymak için monarşinin baştan yapılandırılmasını öngördü. Bourbon ve Orleans ailesinin adayları ona yetersiz gözüküyordu. Bunun üzerine monarşik cumhuriyeti getirerek 7 yıllığına bakan seçildi.





Ancak Fransa'da, İspanya'da ya da başka bir yerdeki Devlet Başkanı, kralın yerine getirdiği işlerin muadilini asla yapamaz. Çünkü demokratik sistemler partizan laf oyunları ya da mutlakiyet teşebbüsleri ile kısa döneme sıkışırlar. Demokraside son noktaya şurada ulaşıyoruz: Bir seçimden diğerine, seçimlerin sonucundan sorumlu olmayan bir yönetici için uzun dönemli politikalara girişmek zordur. Diğer bir zorluk, seçimlerdeki genel oy hakkı yöneticilere bazen güç hissiyatı verir. Çünkü onların ötesinde, hiç kimse mutlakiyet arzusunu kısıtlamaz. Fransız örneğinde gücün kötüye kullanımının Başkanlar için bir norm haline geldiği görülüyor. Ancak bir Kral olursa, onun varlığından dolayı Başkan, mutlakiyetçi demokrasinin ortaya çıkmasından kaçınır.

Geçmişte monarşi zorunluydu, bugünse monark haline gelenler Cumhurbaşkanlarıdır. Avrupa dışında cereyan etmiş tarihsel bir değişim: Mesela Arap dünyasında seçimle başa gelen Başkanlar geleneksel monarklardan daha otokratik hale gelmişlerdir. Büyük Cumhuriyetler arasında, sadece Amerika Birleşik Devletleri kutsanmış anayasaları sayesinde seçimle gelen Başkanların despotikleşmesini yasaklama konusunda mutabakata varabilmişlerdir. Ancak Avrupa'da anayasalar kağıt parçalarından başka bir şey değillerdir. Fransız filozof Alain ve İngiliz Lord Acton'a göre, eski Avrupa'mızda, ne geleneksel Amerikan anayasası teamülümüz ne de "gücün ifsad etmesini"nin önüne geçecek bir Yüksek Mahkeme'nin muadili vardır. Çözümün tamamı şu şekildedir: "Güç ifsad eder, mutlak güç mutlaka ifsad eder." Bu yüzden, ne zaman demokratik bir milletin anayasal monarşiyi miras bırakma ve devam ettirme imkanı olursa, bunu kullanması gerekir: Monark genelde hiçbir şey yapmaz, yine de her şeydir. Madrid'de 1981'de cereyan eden darbe girişimi gibi olağanüstü durumlarda Kral ortaya çıkar ve demokrasiyi korumak, milletin birliğini sağlamak, gerektiğinde mutlakiyetçi girişimleri ve demokrasideki gizli tehditleri önlemek için Kral'dan başkası tarafından yapılamayacak icraatı yapar. 

Son bir paradoks ile bitiriyoruz: monark daha az faal olup sembolik ancak önemli törenlere daha çok iştirak ettikçe, kriz anlarındaki zaruriyetini daha çok belli eder. 25 yüzyıl önce Lao Tzu adındaki Çinli bir filozof monarkın atıllığının gerekliliğini şöyle açıklamıştı: "İyi bir hükümdarın adı sanı meçhuldur."

Fransızcadan çeviren: M. E. Büyük, Haute Ecole Libre Mosane – Belçika

2011–2024 idea, schola, zâhir âlem