27 Eylül 2017

Postmodern Dilemma


Detay: Adriana Zehbrauskas

Harun Tan


"Eşi benzeri olmadığını herkese ispatlayacağım, 
sahte para basan bir kurum inşa ediyorum..."

Jacques Derrida, The Postcard


"Skandal gerçekleşeceği için absürdün tecellisi beklenir."

Frithjof Schuon, Logic and Transcendence

Türkiye'nin yakın tarihinde Müslüman fikir çevrelerinde modernizme karşı geliştirilen entelektüel, sosyal ve siyasal tavrın bugün şiddeti azalmış olarak sürdüğünü düşünebiliriz. Toplumsal parçalanma, yabancılaşma, bireyselcilik, dünyevilik gibi tüm ayrılıkçı kavramların menşei olarak inananların zihinlerinde yer eden modernitenin birkaç asırdır bireylerin ve toplumların ruhlarında açtığı derin yaralar, aydınlanma fikrinin ve bu fikrin toplumsal belirleyiciliğinin tüm çağrışımlarının topyekün eleştirisini de zorunlu hale getirmişti. Bu eleştirel süreç, modernizmin işlevlerini ters yüz ettiği dinin kurucu ilkelerini yeniden keşfetmek üzere, modernliğin karşısına dinin fütüvvetçi tabiatından mülhem modern zamanlara özgü tepkisel bir siyasi tecrübeyi koyan düşünürlerin yanı sıra, yitirilmiş değerlerin geri kazanımını irfani bilincin bireysel 'diriliş'inde arayan münevverlere de sahne olmuştu. Kuşkusuz modernizme karşı gözlemlenen yaygın refleks sadece Müslüman çevrelerle sınırlı kalmamış, neredeyse sömürgeciliğin tahakkümünden nasibini almış tüm geleneksel toplumları yakından ilgilendiren ontolojik bir itiraza dönüşmüştü. 

Aydınlanma Felsefesi'nden neşet eden bilgi ve değerler hiyerarşisinin İslam düşüncesinin kurucu ilkelerine zıt düştüğünü ima eden bu yeni itirazcıların hedefinde, modernizmin kurucu ideolojisinin kavramsal çerçevesini oluşturan katı 'pozitivist' söylem vardı. Son birkaç yüzyılın hakim kavramsal paradigması olarak ve sirayet ettiği tüm sosyal-siyasi alanlarda bireylerin ve toplumların seküler pozisyonlanmasına yol açan bu söylem, bilhassa inananlar tarafından, dogmatik bir niteliğe büründürülmüş ve toplumsal, kültürel, siyasal süreçler üstünde tahakküm kurmayı elverişli hale getiren sinsi, emperyal bir proje olarak algılanmaktan kurtulamamıştır. Modernizme karşı dinden kaynaklanan yeni ve köklü bir duruşun sergilenmesi bu yüzden kaçınılmazdı. Kaç zamandır Batı'nın epistemik tahakkümüne maruz kalmış olmasından ve toplumun kendi kadim kavramlarıyla çatışık ilişki biçiminden kaynaklanan gerekçelerle bu süreç beklenilenden daha sancılı olacağının sinyallerini veriyordu. Kutsal'la giriştiği savaşta tüm sermayesini pozitivist ilkelerin bilim, felsefe ve sanat gibi disiplinlere yedirilmesi yoluyla bütüncül bir diskur geliştirmeye harcayan bu modern söylemin dinî ve ondan neşet eden geleneksel normları ötekileştirme çabası bu çatışmayı varoluşsal bir alana taşımaya yetmişti. Dini ve düşünceyi derinden etkileyen söylemleri vulgarize eden akılcı söylemin, 'modern'i 'gelenek'in bağlamı yerine, 'gelenek'i 'modern' in bağlamında ele almaya iştahlı tabiatı, geleneksel toplumlarda vahyin idraki noktasında yeni fikrî ve siyasî bakış açılarının ortaya çıkmasına yol açtı. Peyami Safa gibi moderniteyi Avrupa'nın Türkleşmesi serüveni ya da asla rücu olarak tasavvur edenler hariç tutulursa, 'modernlik' hangi fraksiyona bağlı olursa olsun İslam'la ilişkili çevrelerin kendilerine nispet etmek istemedikleri decadence bir kavram olmaktan hiçbir zaman kurtulamadı. Modern düşüncenin İslam'ın içerdiği kavramlara ve onların epistemolojik temellerine kökten itirazı, İslam toplumlarını modernizm karşısında pozisyon almaya zorladığı halde postmodernizm tecrübesi sözkonusu olduğunda da benzer bir refleks ortaya konabilmiş miydi? 

Batı'da 90'lı yıllardan itibaren tartışılmaya başlanılan bu kavramın mahiyeti konusunda Türkiye'deki fikir ve sanat çevrelerinde -sınırlı sayıda olsalar da- tartışmalar yaşandı. Fakat bu tartışmalar, postmodernizmin mahiyetine ilişkin derli toplu sonuçlar çıkarmanın kavramsal zorlukları nedeniyle önemini yitirdi. Manidar olan, postmodern düşüncenin göreceli düalizmi temel aldığı ve disiplinlerin özündeki keskin alanların muğlaklaştığı çarpık bir bilgi ve değer anlayışına sahip olmasıydı. Postmodernizmin telkin ettiği yorumlama biçiminin modernliğin kavramlarına yaptığı atıflar onun modernizmin devamı olup olmadığı tartışmasını da doğurmuştu. Postmodernizmin baskıcı modernitenin bir uzamı olduğunu düşünenler, sömürgeciliği Batılı olmayan 'öteki'nin sınırlarının 'fizikî' işgali olarak görürken, moderniteyi bilinçsel işgale, postmodernizmi ise her ikisinin topyekün gerçekliğine gözünü dikmiş bir disipline yormuşlardı. Başka bir görüş ise postmodernizmin yine modernizmin felsefî eğilimli kavramlarıyla kurduğu ilişki sonucunda sistematik bir felsefe gibi davrandığı yönündeydi. Fakat postmodernizmin doğruluğun nosyonlarının varlığına duyduğu derin kuşkular nedeniyle felsefî bir sistem olarak ortaya konması oldukça zor görünüyordu. Nitekim Aydınlanma düşüncesinin temel dayanakları olan kavramların postmodern düşüncede artık tümüyle işletilemez hale gelmesi postmodernizmin klasik anlamda felsefe yapmasının olanaklarını da ortadan kaldırmıştır.

Yeni dünya düzeninin bilgi ayağını tesis ettiği ve kutsalla ilişkili olanı 'ötekileştirme'ye meyyal oluşu gerekçe gösterilerek postmodernizm ikonaklastisizmle de suçlanmıştır. Postmodern düşüncenin kurucu babalarının gelenek eleştirilerinde, putların kırılışını dolaylı olarak 'ilahi hakikat'lerin ya da 'asli cevher'in kırılışına indirgemeleri tuhaf değildir. Bir hakikat, episteme, mutlak arayışı sözkonusu olduğunda, Baudrillard'ın parlak iddiasına göre 'gerçek' artık nihai paranoid irtifasını kaybetmek zorundadır. 'Tanrı simüle edilebilir yani işaretlere indirgenebilirse ne olur? Kuşkusuz o zaman tüm sistem hafifler ve artık gerçeğiyle değiştirilemeyen fakat kendi içinde değişebilen, sürekli kendi etrafında dönen sahici, devasa bir gölgeden başka anlam taşımaz." Metafiziğe ait kavramların restorasyon adına semavî boyutundan gündelik kullanımına indirgenmesini öngören bu tür söylemler, postmodernizmin 'yıkım'ı ya da 'yıkımlar'ı ima eden ikonoklastik karakterinin varlığına ilişkin ipuçları taşıyor. 'Terör'le yapılan yeni Kutsal Savaş'ın, Ortaçağ'da Haçlıların Ortadoğu'da yarattıkları dinî çatışmaların çağdaş bir uzamı olduğu fikri Doğuluların yabancısı olmadığı imalar içeriyor. Huntington'un 'Medeniyetler Çatışması' tezinin indirgemeci yönünü bir kenara bırakarak bu tezin geçerliliğini Amerika ve müttefiklerinin bilhassa dış politikada kullanmakta ısrarcı oldukları 'İslami terör' retoriğinden anlamak mümkün. Bu fikrin paranoid bir kurgudan, fantastik bir önyargıdan öteye geçemedigi farz edilse bile, Bush'un 11 Eylül sonrasında yaptığı konuşmalarda Müslümanlar'ı 'öteki'leştirip İslam'ı terörle savaş bağlamında hedefe koyması ve çözüm olarak yeni bir 'Haçlı Seferi'ni ima etmesi olan bitenin inananlar için bir ön yargıdan müteşekkil olamayacağı tezini güçlendiriyor.

Nietzsche'nin 'Putların Alacakaranlığı' imgesinin, öldüğü ilan edilmiş felsefe ve metafiziğin yapısöküm programlarının birinin mottosu olarak kullanılıyor olmasına şaşırmamak gerek. Nitekim bu motto, bütünüyle kavramsal gerekçelerle 'her şeyin mümkün' olduğunu ima eden tuhaf paradigmasından ötürü her an kendine cephe alabilir. Acaba bu teoriler gerçek mi oluyor? Putperestlik konusundaki teolojik tartışmalar çoğunlukla doktrinin niteliksel yönleri, tapınılacak Tanrı'nın doğru ya da yanlış Tanrı olup olmadığı gibi ilkesel, apostolik problemlerle sınırlı olduğu halde bugünlerde ona çok daha dolambaçsız, fonksiyonel ve operasyonel bir anlam verme teşebbüsüne şahit oluyoruz. Kimi entelektüel çevrelerde global dünya düzeninin yapısalcı ayağını temsil ettiği düşünülen bu bakış açısı, bir kelamcınınkinden farklı olarak putperestin neye inandığını değil onun ne yaptığı ve putkırıcıların ona nasıl karşılık verdiğini sorunsallaştırmaktadır. Batı putperestçiliğinin/putkırıcılığının ters imgeleri olarak dikilmiş/yıkılmış Dünya Ticaret Merkezi'nin adım adım 21. yüzyılın en asli ikonik sembolüne dönüştürülmesi, zihinlerdeki asli gerçeklik fikrinin üretilmiş imajlar yoluyla nasıl bir 'yıkıma' tabi tutulabileceğinin güzel bir örneğidir. 

Söyleminin müphemliğinin doğal bir sonucu olarak modernite-postmodernite ilişkisinin bir sürekliliği mi yoksa bir kopmayı mı ifade ettiği yeterince anlaşılabilmiş değildir. Aydınlanma geleneğini çok iyi analiz eden düşünürler dahi postmodern söylemin belirsizliğini ve yorumlama açısından müspet bir referans çerçevesine sahip olmadığını belirtmek ihtiyacını duyuyorlar. Farklı disiplinlerin aralarındaki bağlamları postmodern kavramıyla ilişkilendirip ortaya koyabilmenin güç yönleri var. Nitekim bu kavramın çoğu zaman dualist ve kuşkucu bir karaktere sahip olduğu akıldan çıkarılmamalıdır. Bu kuşkuculuğun ardında, ayrım yapılmaksızın her tür epistemolojik gerçekliğin sorgulanabilirliğini mümkün kılan bir diskurun yattığı aşikardır. Peki o zaman kavramsal düzeyler arasındaki hiyerarşinin ortadan kalktığı bir durumda meseleleri hangi zeminde mülahaza etmek gerekir? Belirli bir bilgi kuramının tartışılması yerine, kuramın kendisinin soruşturulmasını talep eden postmodernizmin zaviyesinden bu soruya verilebilecek yanıtın önündeki en büyük engelin 'zemin'in bizatihi kendisi olduğu anlaşılıyor. Kendi kendine çelme takıp tökezleyen, Derrida'nın tabiriyle 'argümantasyon bağlamlarını yeniden tartışmaya açacak' döngüsel ve neredeyse absürd bir paradoks bu. Postmodernizm'i, toplumların irdelendiği yeni bir 'toplumsal düşünce süreci' olarak tanımlamak doğru bir saptama olabilir. Bunun bir toplum mühendisliği çabası olup olmadığı sorusunun yanıtını da yine bu sürecin kendisi belirleyecektir. Varlık kazanmış bir 'durum'un adı olarak postmodernizmin, entelektüel olmaktan çok 'gerçeklik' hakkındaki algı biçimlerimizi belirleyen, sınırlarımızın, algılarımızın tartışılabilirliğini sorunsallaştıran yeni bir tür imajinatif gerçeklik öneriyor. Bu gerçekliğin bir gelecek ütopyası ya da bir gelecek ideolojisinin başatlaştırılması anlamını taşıyıp taşımadığını henüz bilmiyoruz. Felsefî bir diskuru yahut Frankfurt Okulu'ndakine benzer ilkesel bir eleştiri geleneğini benimsememiş olması, postmodernizm için geliştirilecek karşı reflekslerin her seferinde de facto bertaraf edilmesiyle sonuçlanmıştır.

24 Eylül 2017

Bir Ruhbilimci Olarak Balzac

Paul Klee, Magie des poissons.



Vadideki Zambak'tan (Le lys dans la vallée) derlenen bu cümleler, Honoré de Balzac'ın insan ruhuna bir ruhbilimci aşinalığı ve titizliği ile temas edebilme kabiliyetinin ispatı ve tezahürü olarak okunabilir.

Ruh hastalıkları istekleri, içgüdüleri olan yaratıklara benzer, topraklarını büyütmek isterler.

Zorbaca yasaklar, çocukta bir tutkuyu büyüklerde olduğundan da fazla biler; çocukların yalnız yasak şeyi düşünmek gibi bir üstünlükleri vardır, bu şey onlar için dayanılmaz bir çekicilik kazanır.

Aşk, kendisi olmayan her şeyden dehşet duyar.

Gerçek bir duygu bölünmez, ya tümdür ya hiç yoktur.

Ruh dünyası, hiçbir şeyinin saltık olmayışıyla madde dünyasından ayrılır; etkilerin, şiddetli huyların ya da bir olay çevresinde bir araya getirdiğimiz düşüncelerin gücüyle oranlıdır.

Ruh hiç çözümlemeden tadar hazlarını; ama daha sonra çalkantılı bir yaşamın karanlık yüzeyinde nasıl bir şiddetle belirirler! Tıpkı elmaslar gibi, alaşım dolu düşüncelerle, silinmiş mutlulukların anısında erimiş pişmanlıklarla mıhlanmış bir biçimde parıldarlar!

Bütün insan eylemlerinin dibinde bir belirleyici nedenler labirenti vardır. Talihiniz önünüzdedir ama bu dünyada hiç kimse talihini yardımsız kuramaz.

Çoğu mutsuz ruhlar için, yarın anlamsız bir sözcüktür.

Deha gibi aşkın da sezgileri vardır.

Her şey olmayan sevgili hiçbir şey değildir.

Gerçek tutkular, yetiştikleri topraklar ne denli nankörse, görülmeleri de o denli haz veren güzel çiçekler gibi görünürler.

Bir kadında kadını severiz; oysa ilk sevilen kadının her şeyini severiz.

Erkeklerin uğraşıları acılara dayanmak için birer kaynaktır, işlerin akışı onları oyalar; biz kadınlara gelince; ruhumuzda acılara karşı hiçbir dayanak noktası yoktur.

Geçmiş görüntülerin canlanışı her zaman tinsel bir dünyanın bölgelerinde geçmez mi?

Acı sonsuzdur, sevincinse sınırları vardır.

Yaşamı yermeyin. Aşkı bilmiyorsunuz, parıltıları göklere ulaşan hazları vardır.

Nezaket, başkaları için kendini unutmuş görünmekten başka bir şey değildir.

Bir iyiliğin uyandırdığı minnet mi fazladır, yoksa kırılan bir umudun uyandırdığı kızgınlık mı?

Ruhsal yalnızlık da yersel yalnızlığın etkilerini doğurur: Sessizlik en hafif yankıları sezmeyi sağlar, kendi kendine sığınma alışkanlığı da inceliği sevgilerin en ufak ayrımlarını gösteren bir duyarlığı geliştirir.

Anı anı yeni baştan alınan geçmiş büyür; gelecek umutlarla donanır.

Bencillikle incinmiş sevgiler, yakınlık duygularını fazla desteklemezler; yürek her türlü hesaptan, çıkardan tiksinir.

Acılarını belirtmelerine engel olan bir utanç vardır soylu ruhlarda. Bunları haz dolu bir acımayla sevdiklerinden gururla gizlerler.

Genç yaşta insanın kötü niteliklerini çevresindekiler bastırır, tutkular hızlarını keser bunların, insanlık saygısı bunları hep engeller; daha sonra, insan yaşlanınca, bir de yalnız kalınca, küçük kusurlar ne denli uzun zaman bastırılmışlarsa, o denli korkunç bir biçimde ortaya çıkar.

Güç bağışlayıcıdır, açıklığa boyun eğer, doğrudur, sakindir; oysa zayıflığın doğurduğu tutkular acımasız olur.

Her şeyi belli olan merak illeti bulaşıcı değildir; ama delilik, nesneleri ele alış biçiminde oldu mu, sürekli tartışmalar altında gizlendi mi, çevresindekilere büyük zararları dokunabilir.

Doğayı büyüklüğünce izleyen kimseler, onda her şeyin benzeşim yoluyla birliğe doğru gittiğini görürler. Ruhsal dünya da böyle bir ilkeyle uysa gerek. Arı bir çevrede, her şey arıdır.

Aşk da ruhun sonsuz alanlarında, güzel bir vadide yağmurların, derelerin, sellerin geldiği, ağaçların, çiçeklerin düştüğü, kıyının kumlarının, tepelerdeki kaya parçalarının düştüğü bir büyük nehir gibi değil midir? Duru çeşmelerin ağır ağır gelen suyuyla olduğu gibi boralarla da büyür. Evet, insan sevdi miydi, her şey aşka doğru gelir.

Önceden sezdiğimiz bir yazgı ve tümüyle kopmamış olduğumuz eski içgüdülerimizin anıları: Etsel bir aşkla tanrısal bir aşk arasında, hepimizin geçirdiği çarpışma buradan ileri gelir. Kimi maddenin hazlarıyla ruhun hazları arasında kararsız bir durumda gidip gelir, kimi de veremeyeceğini isteyerek eti ruhsallaştırır.

Sonsuz, gönlün alanıdır.

Sevgilinin doyurduğu aşkın sınırları vardır, madde sınırlıdır, güçleri hesaplanabilir, ister istemez doygunluklarla karşılaşacaktır.

Ruhsal acılar ölçülemez, ruhların inceliğiyle oranlıdır.

Aşk uçup gittikten sonra, sevgililerin birbirlerini görmemelerini gerektiren korkunç zorunluluğu anladım. Bir zamanlar egemen olduğumuz yerde artık hiçbir şey olmamak! Yaşamın sevinçli ışıklarının parladığı yerde ölümün sessiz soğukluğunu bulmak!

Boşluğun dehşetini anlamak için, bakışların, iç çekişlerin, her şeyin merkezi, yaşamın özü, herkesi aydınlatan ışık kaynağı olmak gerek.

Her büyük sevgi, borçlu olduğumuz sevgilerden çalınır.

Aşk kişiliklerin damgasını taşıyor olmalı, belki de yanılıyorum. Doğa ilkeleri iklimlerin istediği biçime boyun eğiyor, neden bireylerin duyguları için de böyle olmasın? Hiç kuşkusuz kitlece genel yasaya bağlanan duygular, yalnız anlatımda, ayrılırlar. Her ruh kendince davranır.

Her büyük tutku kişiliğimiz üzerine öyle ağır bir biçimde çöker ki, ilkin keskin yanlarını geriye iter, kusurlarımızı ya da üstünlüklerimizi oluşturan alışkanlıkların açtığı izleri doldurur; ama sonradan, birbirlerine iyice alışmış iki sevgilide, ruhsal varlığın çizgileri yeniden belirir, o zaman her ikisi de karşılıklı olarak birbirlerini yargılarlar.

Mutluluk mutlaktır, karşılaştırmaya gelmez.

Aşılacak uzaklıklar, dışarıya karşı gösterilecek saygı, oynanacak güldürüler, daha da karanlıklaştırılacak gizemler, mutlu aşkın bütün bu tragedyası yaşam boşluğunu doldurur, isteği yeniler ve yüreğimizi alışkanlığın gevşemelerinden korur.


Yazının derlenip hazırlanmasında gösterdiği alakadan ötürü Gökhan Özcan'a teşekkürlerimle...

16 Eylül 2017

Kayıp Güvercin Gerdanlığı & Arı Kovanının Ruhu

GÜVERCİN GERDANLIĞI*

Kargı pası kandan olur
Siyah adamlar neden olur

Asaf Halet Çelebi
Kemikleri simsiyah adamlar bir esmanın peşindeler; insanın sırrı insan, suyun sırrı suyken ma'dan maâda (dönülecek yer) uzun bir yol/culuk. Maddenin markajında gözlere sürülen buhûr-ı Meryem; bu Beytü'l-Lahm'da (Hz. İsa'nın doğduğu yer)* yaşayan bir sahafın tavsiyesi, bu sahaf dükkânının ismi Mazağe'l-Basar yani her tarafı göz olan. Be harfinin gizinin peşinde olanlar altı yönden varoluş yani 'şahitlik' makamında olanlar bu dükkânda alırlar soluğu.

O son Esmayı ararken düşülen yolda ağaçlar dikey değil yatay büyür, bir gülün merkezine doğru salınarak acı ve tatlı denizin el ele tutuştuğu yere, gülün merkezine; (modern insanın Metafizik anlamını boşalttığı) telaffuz ve tefekkür edilemez üç harfli dağın merkezinden gelen nefes ile terleyecek avuç içleri. Göksel anlamından tıraşlanmış lügatler kılavuz değil bu yol/culuk için, bu metafiziksiz kelimeler (Kelime yaradır M. Arabî)(Kelimeler metafizik bir şifaydı altın çağda) Kaf dağını ve dahi simurgu değil kamerin latif ışıklarının Kaysın yüzünü aydınlatmadığı kentleri hayaline musallat eder, hayfâ.

Oturmuşta üç harfli dağın zirvesine Rûh-i izafi güvercinleri ile reyhan demetleri yollar yola düşenlere, yolda kalanlar maddenin merkezinden yayılan asıl kaynağın yansıması olan ışığın etrafında ölü pervaneler, hayfâ.

Gülün minberine oturmuş yırtık hırkalarıyla azizler dervişler Eliften öteye geçemezler; Eliften sonrası hep Elif, Bir'den sonrası hep Bir, şimdi ân'ın değerinin farkındalığı ile tüm pencereler bir güle açılacak kentin girişinde bembeyaz atıyla bekliyor reyhan cezbesiyle bir kız çocuğu ki atının yelesinde Güvercin Gerdanlığı asılı ve onu bekliyor 'Derisi Yüzülenler' sokağında divan sahipleri. Kelimeleri âsumandan iplere bağlı olanlar o kızın kente girişi ile kentin taştan putları üzerindeki hicap kalkacak tüm renkler ve esmalar dürülüp merkeze doğru kıyam edecek, dostun attığı gül ile gül perdelerini kaldıracak şem'i şems bilenler kanatlarını üç harfli dağa doğru yoracaklar, Agâh ol.

İnşirah bahçelerini terk etmiş artık Meryem'ler nüktesi yamulmuş metafiziği donuklaştırılmış bir kelime olarak Âşk cevheri, şeffaf olmayan tek katmanlı, derinliği ve sırrı olmayan dilden kalbe kalpten dile hakikatsiz bir hayal şimdi kûh çatladı da yüklenemedi iki eli ile yaratılmış olanın kalpten dile dilden kalbe "tehlil'ini".


O kayıp esmanın peşindeki aşıkların gözleri ile bakamamak aleme ki onlar kelimeleri taşlaşmış bir anlamın ötesinde metafizik anlamıyla telaffuz ettikçe bir sinek kartalı yere vuruyor erik dalında üzümler yeşeriyor bu bir hediye lakin bizim gibi kapkara esrarı tıraşlanmış sözlüklerle konuşanlar için değil, hürler için maddenin ve gerçekliğin markajından sıyrılmışlar için. Heyhat.

İnşirah bahçesinde ankanın ötüşünü duyana kadar sessizdir konuşmaz o aşıklar alfabede Eliften sonrasına nefesleri yetmemiş arz ve sema, hüsn ve aşk, şems ve mah, havf ve reca kûh ve kûn aşıklar için Elif olmuş, lâl bakmışlar aleme. O bahçenin hisarinda uyuyan iki kartal biri bembeyaz diğeri ruhefza bir siyah ve dahi ikiside tüylerinin renginden iplerle bağlı göğe. Birbirinin sırrı ve aynası iki renk; siyah ve beyaz. 

O câmi esmanın peşinde kartal -bu kartal bir erin çöle ve çileye meylidir- ve gerdanlıklı güvercinin yanak yanağa geldiği nitelik olanın nicelik olanı içine aldığı Elif'in Kaf'ı (insan) kucakladığı noktanın,hayalin, rûyanın tam ortasında 'tek olanın tecellisi iki kalbin' ittisali ile ruh efza bir kız çocuğu Anka doğdu ve "fani olana ‘inin oradan denildiğinden' beri kartal kendini göremediği saf cam için aradığı sırrı Gerdanlıklı Güvercin ile buldu ve aşık bir kalp aynada kendini görebiliyor -belkide bir ceza bu-. Kartalın göğ aynasından arza yansıyan gölgesi ve altı yöne taşan bu gölge ile Kartalın bâtınını yaprak yaprak açmasına refik olan işte bu gerdanlıklı güvercin.

Şehre Kadim zamanlarda yemyeşil olan kuzeyden bembeyaz atıyla gelmiş bir kız güneş ve ay resimleri göremediği taş putlara şaşkınlıkla bakarken at yorgunluktan değil gerdanlığı sahiplerine kavuşturmadığı için çatlıyor. Son esmanın peşinde aşıklar şimdi çölde başıboş dolaşıyorlar. Heyhat.

Rüya; Bir beyaz güle Elif'in aşketmesi ile gül ikiye bölündü ve âleme yayılan esmalar yaprak yaprak bir atın beyazlığı oldu ve şehirde ay resimleri görülür ve güvercin adımları duyulmaya başlandığı bir mevsimde o son esmayı Yeruşalim Kızlarının gözyaşlarını sildiği hırkanın altında buldu ve at kendine geldi o son esmayı onunda kulağına fısıldadılar ve yolcu hırkasındaki yamuk yumuk şehirden silkindi yüksek sesle:

Equus 
Equus
Equus sevgilim hoş geldin.

*Nacer Khemir'in Güvercinin Kayıp Gerdanlığı filmine M.İ. Arabi'nin Nurlar Risalesi İttihadü'l-Kevni'den mülhem simgesel bir yorum.

YEDİ VADİ YOLUNDA OTUZ KUŞ FENÂ BALI TAŞIYAN TRENİN İZİNDE*

"Çırılçıplak bir ağaca sarılıyorum, ağaç beni görüyor, ben ağacı görüyorum, cemâdatın tarihine sarılıyorum ve sonra yağmur başlıyor, ben ıslanıyorum, ağaç ıslanıyor, kızıl saçlı adamlar jazz yapmaya doluşuyor bağçeye, ben dinliyorum, ağaç dinlemiyor. Simsiyah bir taşa takılıp sendelerken balkonda oturan yüzü bembeyaz döğmeli Kızılderili bir kız çocuğu dikkat diyor; taşa yol ver Adam, Adam taşa yol veriyor. Çirkin elleriyle bir adam gergedanı ile balkondaki çamaşır ipinde yürümeye çalışıyor kız tebessüm ederek Dikkat diyor; Adam senin renklerin nurdan değil, Nârdan, Mezopotamyalı bir Attari tavus kuşunun sırtında gökyüzünden beni seyrediyor şu an, görüyor musun Adam?

Adam ağır ağır plastik merdivenleri çıkarken -ki merdivenin sonunda kavuşacağı ufacık bir siyah küp-, yolda kum renkli çarşaflar giyinmiş bir adamın sayıklamalarını dinliyor, o kadar ruhefza cümleler ki lakin bu cümleleri yazmak istediğinde yazacak harfleri ve lisanı bilmediğini  fark ediyor, o kız bembeyaz döğmesini yüzünden sıyırıp Adam diyor, bu sırdır hadi tavus kuşunu takip et seni o bembeyaz döğmenin nakkaşına ve o bembeyazlığın kaynağına mutlak’a götürecek. Adam yola sarılıyor yol adama. Yaşlı adam küpün içine girip küple beraber sır oluyor kızıl saçlı adamlar şarkılarını o siyah taşa okuyorlar, kız çocuğu rüyasında genç bir Hindu bilgeyle evleniyor, Picasso isimli bir evlatları oluyor."

Ana okumayı öğrendiğinde şaşkınlıkla okuduğu ilk hikâye kitabının sonu bu şekilde son buluyordu. Hikâyelerin peşinde koşmaya o zaman karar vermişti lakin dağ çiçekleri açmadı o yaz ve uyuyamadığı o  yaz gecelerinde serçelerin uyuduğu yerlere götürüyordu annesi Ana'yı Hintli bir Rişi'nin hediye ettiği tülbente sarıp sarmalayıp.

Ana uyanıp bağçede biraz gezinip yerden kurumuş kiraz dalını alarak  ortasında nokta olan bir çember çizdi ve İsabel'e peki bu noktayı çember kadar genişletirsek çemberi noktadan noktayı çemberden nasıl ayıracağız; bu bir'e özenmek olur o sayamayacağımız kadar çok esma ile yanak yanağa gelmek olur dedi ve ekledi İsabel’in mahmur bakışları karşısında Anadolu'dan gelmiş dedemin söylediği bir şiir belki bunu açıklar izah eder kalbimi ve aklımı boğan tozu siler atar; 'ete kemiğe büründüm Yunus diye göründüm' nokta çember, çember nokta oldu. Ana uzaklarda yanmış tankların arasında kaybettiği ‘birşeylerini’ arayan çocuğa dikkat kesildi, çizdiği şekli ayaklarıyla dağıttı yüksek sesle :

'Delikanlı öne eğilmişti, ölümün soluğunu duymaya başlamıştı ensesinde ama yine de, gökyüzüne çevriliydi gözleri, böylesine çetin bir savaşta bile, kendisine eziyet edenleri bağışlasın diye yüce Tanrı’ya dua ediyordu, acıma uyandıran yüzüyle.' (Dante) diye gam efza bir şekilde ve fakat sesi yanı başında duran kiraz ağacına dahi ulaşamayacak kadar derindendi. Arı kovanından akan simsiyah bal ve iki dağın arasında -kûh ve kûn- bir kırık kalp, çemberin üzerindeki Araf içerideki Akıl merkezdeki Elif diyor. Söylenler araftan merkeze yaklaştıkça Hal oluyor. Çemberin üzerindeki Hal ile Kāl arasında sıkışmıştı.

(Rüya*: Ana gece uykuya daldıktan sonra toprak ile çiziktirdiği şeklin misal aleminde hakikatine vakıf oldu. Nokta ve çember. Mevcudiyet ve hakikat. Çemberin çizgileri üzerinde yaşayan o halkı gördü: Adl şehrinde yaşayan o halkı, gölgede yani zulmette yaşayan halkı. Rüyadaki hakikati es geçen ve fakat hakikati cetveller ile ölçen ve biçen biçimin modern çocuklarının dört işlem ile daralmış hayatlarını izledi. Ay'ın ardında rakamdan cinler mi hayır Simurg'un belki de her bir yağmur damlasının hamalı meleklerin sarayları iki bulutun yanak yanağa gelip Su’dan hâlk olanı ve suya muhtaç olan halkı yine su ile buluşturmak için sema ile mündemiç zikrettiği  Zülcelâl'i ve'l-ikram)

Trenler simsiyah bal taşıyor iki şehrin birbirine kurşun ağırlığı uzaklığına, Ana neyi dinliyor kulaklarını tren rayına yaslamış; şehrini terk eden tren kaç batman ağırlığında ölümleri muhacirlikleri, tercihlikleri taşıyor. Deniz kıyıları dağ etekleri çocuk mezarlığı ki bu yaklaşıyor yaklaşmakta olan'ın perdelerini kaldırması, Rişi'nin Ana'nın kucağına kapanıp ağladığı zaman, Kali Yuga; cevherini kaybetmişliğin kurşun ağızı. Metafizik gerilimden yoksun harpler simsiyah bir kilise dikey olarak çatlıyor kum renginde bir camide metalik ruhsuz yatay gıcırtı, döne döne değil sabit soğuk bir ses.

(Rüya** ; Ana merkezdeki Fazl şehrine çevirdi gözlerini ruhunda saklı esmayı bilebilmek için. Ehad vadisinde ki Faraklit dağına yağıyordu saçları ve م (mim) harfinden insanlar gördü Ehad vadisindeki bu dağ ن (nun) harfine benziyordu ve ağızlarını açmış insanlar ve hatta tüm âlem buradan besleniyordu. -Kûh ve Kûn-. Maddenin markajindan kurtulmuş insanlar aşkın olana beyaz ipliklerle bağlanmış kalpleri ile vecd halindeydi ve trenler lotuslar güller taşıyor şimdi Ana'nın kucağına, arı kovanlarında bembeyaz ballar akarken)

Trenler kurşun ağırlığında kaçışları taşıdıkca kuzeydeki beyaz atlar mağaralarından hiç çıkamadılar ve Ana annesinden tülbentini yüzüne örtmesini istedi; tülbentini yüzüme ört anne tülbentini yüzüme ört ki savaş sonrası elimizde kalan fotoğraflarda yüzüm benim yani Ana'nın sarışın yüzü an ile anılarda sıkışıp kalmış güvercinsiz bir şehrin ikindisi olmasın. Esmaların yanak yanağa olduğu işte bu arz denilen yüzün tam ortasında - bu yüz esmaların aynası; Sır ve Şehadet sırt sırta belki içice. -etekleri nisyan ırmağının sularıyla ıslanmış ve bir o bir bu yana savrulurken Ana ağlayarak şöyle dedi ; "Meryem acele dağa koşmuştu. Caesar boyun eğdirmek için İlerda'ya Marsilya'yı vurmuş, hemen İspanya'ya koşmuştu.” Ötekiler de: “Acele edin, acele edin yetersiz sevgi nedeniyle gecikmeyin, çünkü iyi olmak isteği artırır Tanrı'nın desteğini” diye bağırıyordu."(Dante Araf XVIII).

Amâ okyanusunda âmâ 'bir rûyada olanlar' , arz'ın arzularını Asâ-yı Musa gibi bellerinde taşıyanlar deniz kıyılarına vuran cansız hümay kuşları, Asûman’nın merkezinden Yerin merkezine yamulan neydi insanın zihninde? Âsumandan gelen bembeyaz atlar ile Dünyanın simsisiyah atları savaşırken ve dahi bütün filmler bir rûya olamıyorken kiraz ağacı altında üç kızdan Ana Andelip dede'den 'Eyerini Allaha Satmışlar' gazelini okuyorken yorgun ve yağmursuz balkonlarda gülleri lotus çiçeklerini ve en çok annelerinin zarif ve omurgalı İspanyol duruşlarını bazı babaların ulus-devlet yumruklarından koruyuyan bir kız çocuğu büyüyordu.

*Feridüddin Attar, Mantıku't-Tayr.
*,** İmam Gazali'den ilhamla.

Semih Alkan


Benzer okumalar:



10 Eylül 2017

Behram Beyzayi — Bashu, Gharibeye Koochak

Devrimin Ardı – Türün Dönüşümü

İslam Devrimi'nin geçiş döneminden sonra İran Sineması'nda film grameri daha da sağlamlaşmaya başlamıştır. Sinemadaki kadın modelinin erkek modelinin arkasında kalması artık etkisini zayıflatmış, kadın rolünün baskınlığı ve çok yönlülüğü türün kuvvetini arttırmıştır. Emir Nadiri'nin Devende'si (Koşucu, 1985), Daryuş Mehrcui'nin Hamûn’u (Çöl, 1990), Muhsin Mahmelbaf'ın Dest furuş'u (Çerçi, 1986), Puran Derakşande'nin Parande-yi kuçek-i hoşbahtı'sı (Mutluluğun küçük kuşu, 1989), Behram Beyzayi'nin Beşu, garibe-i kuçek'i (Beşu, küçük yabancı, 1990) Mesud Caferi Cuzeni'nin Der çeşm-i tünd-i bad'ı (Fırtınanın ortasında, 1988) gibi ön plana çıkan çalışmalar dönemin dinamosunu bir üst seviyeye çıkarmaya yetmiştir. Behram Beyzayi bu yönetmenler arasında sinema yorumuyla kendi adını vitrine çıkarmış, Beşu ile iki farklı karakter modeli (kadın – çocuk) üzerinden tür için farklı açılımlar yapmıştır.

Pehlevi dönemindeki sansür, devrimden sonra da Ayetullah Humeyni'nin İslami değerlere "uygun" olan sinema diline uymadığı takdirde devam ediyordu. Kadının erkeğe şehvetle bakışı, cinsellik uyandırabilecek yakınlık, yozlaşma, politik düzeni kadın üzerinden taşlama ilgili filmin yasaklanmasına yetiyor, bu da sinemada daha da feminist denilebilecek Rahşan Beniitimad, Tehmine Milani gibi yönetmenlerin belirmesine olanak sunuyordu. Behram Beyzayi, feminen ağırlıklı sinema dilinden sıyrılarak kadın yönetmenlerin göstermek istediklerinden daha fazlasını verebiliyordu. O dönemde Emir Nadiri'nin Devende'sinin Emiro'suyla, Abbas Kiyarüstemi'nin Hane-yi dost kocast'ındaki (Arkadaşımın evi nerede, 1987) çocuk ve kadın rol modellerinin ritminin artışı İran'a bir ışık oluyordu aynı zamanda. Beyzayi, Nadiri ve Kiyarüstemi'den farklı olarak daha zengin bir üslup geliştirmiş, kadın – çocuk diyalektiğini Beşu'da muhteşem bir şekilde aktarabilmiştir.

Dirilişçilik – İkinci Yelpaze

Ben uzaktan geldim. Nerede olduğumu bilmiyorum. Hâlâ İran'da mıyım, yoksa başka bir yerde mi? Senin dilini anlamıyorum. Kendim için herhangi biriydim. Henüz daha büyümedim. Ama ailem var. Kız kardeşim senin boyundaydı. Allah'ım! Ne oldu? Bir sabah uyandım. Karnım açtı. Babam kahvaltıdan kalktı. Yer sarsıldı. Ve bir araba vardı, çok gürültü çıkaran. Annem dua etti. Duyamadım onu. Her yer kapkara dumandı. Senin boyundaki kız kardeşim dumanların içinde kayboldu. Annem ateşe tutuldu ve yandı. Babamın kolları havaya savruldu. Ama kendi yerin dibine battı. Okula koştum. Öğretmenlerimiz duvarların arasında ezilmişti. Rabbim Bashu'yu neden almadın? Onlar, öbür dünyada beni arıyorlar şimdi. Tek başıma kaldım.

Beyzayi, Beşu ile bir dirilişe gider. Beşu, tek başına yersiz yurtsuz bir çocuk. Kaçışı felaketten. Felaket onun başından geçince bilmediği yerde bilmediği insanlarla hayata tutunabilme gayesi içinde. Kıyafetleri hayatı gibi, paramparça olmuş. Geleceği ten rengi gibi, siyah. O'nun bilmediği bu yere gelişi köy için bir milat olacak. Beşu, uyumu bozabilecek derecede mükemmel bir iç dünyası olan çocuk, diğer çocuklar onun kadar aktif direniş içinde değil. O, yalnız ama dünyası zenginliklerle dolu. Flüt çalıyor, tarlalarda koşuyor, sonsuzluğu istiyor. Ama her defasında iki eli yüzüne gidiyor ve ağlıyor. Çünkü bir ailesi olmadığı aklına geliyor.

Beşu'da Beyzayi'nin ikili dinamizmi çocuk Beşu ve gittiği köyde Beşu'ya kalbini açan anne Naii arasında gizlice örülen bir ipe bağlıdır. Naii, yönetmenin nazarında güçlü bir kadın portresidir. Kendi ayaklarında duran, çocuklarına bağlı, her işi yapabilen, ümmi bir kadındır. Naii, köy toplumunun tam aksine Beşu'yu sahiplenen, O'nu dışlamayan, koruyan ve gözetendir. Köy, Beşu'yu bir fazlalık olarak görür. Onlar dünyevi yaşamın pençelerine takılmış, karın tokluğuyla günü kurtarma peşinde olan ve gittikçe merhametsizleşen insanlardır. Naii fakirdir lakin kendi azığını onunla paylaşma taraftarıdır. O yaşamın ne tür zorluklar getirdiğini bildiği için küçük garip Beşu'nun dünyasını anne şefkatiyle beslemeye çalışır. Naii, Beyzayi'nin iyi – kötü insan şablonunda iyi olandır. 

Beyzayi, çocuk modelinde daha bir sert duruş gösterir. Çocuğu toplumun kopmuş damarlarında büyütür. Toplum artık nankörleşmeye başlamış, insanlar giderek bireyselleşmiş ve de süre gelen yaşamlarda kaybolmaya başlamıştır. Bu, insanın inandığı inanç ve yaşadığı kültürden giderek kopma anlamına gelmekle beraber, kişi ruh – mizaç hâlinin yetki alanını daraltır. Sadece kendisiyle alakalı olanla iştigal olmayı seçmiş olan kişi, bir başkasının düşüncesini önemsememekte, içindeki cerahat dolu çıbanı dışarı bırakmaktadır. Çöküntü bu noktada başlamakta, yönetmen çocuğu ve diğer kötü karakterleri bile bir şekilde iyiye döndürerek kendi yüceliğini göstermektedir. İnsan kazanır, kaybeder. Beyzayi, fıtri vizyonla Beşu'nun saflığını gösterirken Naii'yi de onun dışında tutmaz. Naii'yi o toplumun yenilikçisi yapar. Birbirleriyle olan tamamlayıcı ilişki özde bir gücü temsil eder. Otodidakt bir yönü olmayan Beşu, Naii'nin ellerinde yıkanırken ten siyahlığı gitmez. Naii, yıkar çocuğu sabunla. Başarısız olur. Çünkü Beşu çoktan toplumun bataklığına hapsolmuştur. Ama Naii asla vazgeçmeyecektir. Umudu, hasat zamanını bekliyordur. 

Küçük yabancı Beşu'nun ellerini yüzüne götürmesi dokunaklıdır bir bakıma. Küçük bir çocuğun utancından dolayı yaptığı bir şey değil bu, yaşadığı insanlara karşı yüzünü kaçırışıdır aslında. O insanların, toplumun ayıplarını böyle protesto eder. Toplum bir çocuğun kalbinde çoktan idam edilmiştir. Medeniyet taşrada kıvranırken, taşranın sesi ovalarda yankılanmaya başlamıştır. Beyzayi bütün yürekliliğiyle ve samimiyetiyle Beşu'yu onurlandırırken vicdan yoklamalarını da naifçe gerçekleştirir. Sevgi sarılmayla ve flüt ezgilerinde raks ederken, korkuluklar ve kargalar kaçacak yer arıyor. Yokluk, eksiklik değil. Tüm bu derinlikte yapıları var. Onlar yıktıkça, Beşu melodilerini yakalıyor, inatla, yaşamaya ve yaşatmaya dair. Toprak, Naii'nin ellerinde filizleniyor, küçük çocuklar İran'ın göğsünde taşınıyor. Fısıltılar çoğalıyor, önce senden, sonra benden.

Seni seviyor ve özlüyoruz Beşu. Dediğin gibi:
Hepimiz toprağın çocuklarıyız. 

Aralık 2012

3 Eylül 2017

Charles-Andre Gilis — Bayram Namazı





Charles-André Gilis [Abdürrezzak Yahya]

Fransızcadan çeviren: Ali Hasar

Çalışmamızın hareket noktası, Ramazan (iydü'l-fıtr) ve Kurban Bayramı (iydü'l-adha) namazlarında imamlara Kâf Sûresi'nin okunmasının neden tavsiye edildiğini öğrenme üzerinedir. İmam Râzi'nin şerhi zâhirî bir örnektir: bayram "zînet günü" (yevmu'z-zînet), "mesrur ve vakur" olanı değil, "hakir ve zelil" olanı görmek icap eder. Dolayısıyla, insanların kabirlerinden çıkarılıp amellerinden hesaba çekileceği günün yaklaştığını, –Hesap Günü–nü hatırlatmak hiç şüphesiz yerinde olacaktır. Kâf Suresi 11. ayette: kezalikel huruc –işte çıkış da böyledir ve 42. ayette: zâlike yevmel huruci –işte bu 'kabirlerden' çıkış günüdür– şeklinde izah edilen Huruc kelimesi –sözlük anlamıyla: çıkış– "(öldükten sonra) diriliş" anlamındadır: İşte (dirilip kabirlerden) çıkış da böyledir; İşte bu (kabirlerden) çıkış günüdür. Bunlara binaen, "Bu (hesap için) bir toplamadır, bize göre kolaydır." şeklindeki 44. ayet de hesap için ahir bir toplayışı ima eder. Mezkur bahis, İbn Arabî'nin namazın faziletiyle ünsiyet kurduğu "bayram günü"nün bâtınî bir yorumu değildir:

O gün yeme, içme, cima gibi geçici heva ve hevesin caiz olduğu yevmu'z-zînet'tir.[1] Bundan dolayı o gün hacı olmayanların da seyr u sülûk muhafazası için güne namazla başlamaları[2] ve Allah'a niyazda bulunmaları gerekir.[3] Esasen, saliki ihya eden sabah namazı diğer vakit namazlarıyla benzerdir: tam bir teslimiyet niyeti taşır. Namaz kılınırken dalgın da olunsa niyet bu gafleti telâfi eder, zira tesiri namazın bütününe yayılır. Keza bayram günü sahih namaz için de geçerlidir; fazileti tüm günü, diğer namazları da kapsar. O gün insanın yaptığı ameller, –sevinci, neşesi–, haram ve mekruh olmayan her şey ona (bayram namazından sonra ...) bahşedilir. Bu cihet hasebiyle, bu namaz salatu'l-iyd, rücu namazı olarak da adlandırılır. Saliğin işlediği müstehap ameller niyetinin ihlâsı sayesinde namazı boyunca okuduğu dua mukabilinde –gafletlerine rağmen– ona "geri döner." O gün oruç caiz değildir.[4] Namaz vaktinin bütünlüğünü kutsileştiren tekbir, farz orucun niyetine benzer. Nasıl ki (bayram günü) orucun tutulmaması kadim bir ölçüyse Ramazan orucu da farz ve kadimdir. Bugünde, farz ameller tadil-i erkânı andırırken, mübah olanlarsa namaz eda edilirkenki süneni hatırlatır. Böylelikle kul iki bayramda ve tüm amellerinde zikir hâlinde olmayı terk etmez. Rücu denmesi sadece bundandır; bizim yolumuzdan olmayıp aşkı tatmayanların zikrettiği rücu değildir bu. O her yıl geri gelir: keza her gün beş vakit namaz da, ne var ki onlara salatü'l-iyd denilmemektedir. Süregelen bir kanaat –isterse bir şeyden sıklıkla bahsediyor olsun– hiçbir zaman kendini benimsetmez. Bu namazın geçmişte bu şekilde adlandırıldığı da rivayet edilir; zira bayram günü "letafet" günüdür. [...]

_________________________

[1] Eyyam-ı Teşrik ile ilgili hadisle ilişkindir. Kurban Bayramı'nın 2. 3. ve 4. günlerine Eyyam-ı Teşrik denir. Bu 3 günü Hacılar Minâ'da geçirir. Bkz. La Doctrine initiatique du Pèlerinage, s. 278-279. 

[2] Şeyhü'l-Ekber İbn Arabî'nin Kurban Bayramı'na dair zikrettiği bir husus. Ramazan Bayramı için de aynı durum geçerlidir. 

[3] Namaza ilişkin bir tanımlama. 

[4] Aslında, oruç Allah'a ait bir ibadettir.

2011–2024 idea, schola, zâhir âlem