28 Kasım 2013

Emil Michel Cioran ― Sözler ve Aforizmalar

Emil Michel Cioran, Eugène Ionesco, Mircea Eliade
Ortodoks bir papazın oğlu olarak Raşinari’de (1911, Romanya) dünyaya gelen Cioran eserlerini Rumence ve Fransızca dillerinde vermiş bir filozof, bir bilge.

Ömrünün büyük bir kısmını Fransa’da geçirmesine rağmen Fransız vatandaşlığını istememiş ve bir edebiyat ödülü hariç hiçbir edebiyat ödülünü kabul etmemiştir. Çocukluğunda annesiyle olan kötü ilişkileri ve uykusuzluk nöbetleri Cioran’ın septik ve nihilizme yakın duran felsefesinin temel yapısını o dönemlerde şekillendirmeye başlamıştır. Bükreş Üniversitesi’nde Felsefe eğitimi, Berlin’de iki yıllık bir formasyondan sonra Fransa’ya, Paris’e yerleşmiş ve bir daha Romanya’ya dönmemiştir. Cioran bunu Demir Perde’ye bir muhaliflik olarak görmüştür: yurdundan sürülmüş, o ve çağdaşlarının eserleri Romanya’da yasaklanmıştı.

Cioran, 17 yaşından itibaren Kant, Schopenhauer ve Nietzsche üzerine çalışmalar yapmış ve henüz 22 yaşındayken “Sur les cimes du deséspoir” (Ümitsizliğin Doruklarında) kitabını yayınlamıştır. Her kitabı ertelenmiş bir intihar olarak gören Cioran eserlerinde ümitsizlik, muhaliflik, yalnızlık, estetik, ahlak ve kötümser havayla açık ve dürüst bir söylem kullanmasına rağmen bunun kendi varoluşuyla ve yazarlığıyla bir ilişkisi bulunmamaktadır. Anadili Fransızca olmadığı için yazış stili abartılı klasisizm ve biçimsel yönden karmaşık ve yoğun olarak görülmüş; düşünceleri pek anlaşılamadığından dolayı da Fransızcayı kitaplardan öğrenerek dilini oturtmaya başlamıştır: Bir yazar için anadilini değiştirmesi, bir sözlükle aşk mektubu yazmasına benzer.

Haldun Bayrı ve Kenan Sarıalioğlu tarafından kitapları tercüme edilen Cioran hiçliğin doruklarında gezerek ontolojiyi, insanı, insanın çıkmazlığını yurtsuzluğuyla kaleme alır ve düzene, onun düşüşündeki sancıyı harflere döker, nakış gibi işler. Çaresizliği, sakıncaları, şüpheleri, sevinçleri, acıları, düşünce şecerelerini ortaya serer. Özdeyişleriyle, ironileriyle fikir ikliminde bir düşünürdür Cioran.

Ali Hasar

Zamana Düşüş, Ezeli Mağlupların Kutsal Kitabı

Aşksız her şey yokluktur.

Kelimelerin -yumruklar gibi- çeneleri kırdığı bir dil düşlüyorum.

Sis havanın sinir zafiyetidir.

Her bebeği müstakbel bir III. Richard görün.

Öyle bir an oluyor ki kendini taklit edemiyorsun.

-Ben-i terk eder etmez, uyurum.

Toplum bize şeyleri nasıl kavrayacağımızı öğretir, buna karşılık varlığımızın sanatı çözümlemeyi; zira vâkıf olunmamış bir müşahedede ne özgürlük ne de “gerçek hayat” vardır.

Eleştirmenler edebiyatın muhabbet tellallarıdır.

Bütün hınçlar içimizde pusuya yatan şeylerden doğar; birbirimize kavuşamadık, bu yüzden başkalarını asla affetmiyoruz.

Bütün doğumlar kuşkuludur; melekler mutluluktan biçare, zürriyetler düşüklere gebe. Cüzzam sabırsız ve aç gözlüdür, yayılmayı sever. İnsanlığa sebepsiz yere ölmeyi görme korkusunu, bir nesleyse yeisini taşır; ne olursa olsun: her yerde hayatta kalmak isteyen yeterince it kopuk takımı var, bunlardan kaçarak yok olsalar da her zaman kendini feda eden birkaç gudubet bulunur.

“Yalnız”lık yalnız olmayı değil, -yalnız-ı öğretir.

Bir uygarlık efsaneyle başlar, kuşkuyla yıkılır.

İnsan bitkin bir hayvandır.

Bir varlığın gücü hangi noktada yalnız olduğunu bilme imkânsızlığında yatar.

Anlaşılmamış bir düşüş, gülünçlük içinde şiirini kaybeder.

Yahudi-Hıristiyan Monoteizmi İlk Çağ Stalinizmidir.

Biçim açısından yüzeysel olmak, derin olmaktan daha zordur. İlk olarak, birçok bilgi gerekir; ikinci olaraksa; yeteneklerin basit bir uyumsuzluğu. Kültür küçük farktır: derinlik ve yoğunluk. Yapay bir ölçünün bulunmadığı insan zekâsı gerçekliğin ayakları altında çiğnenir. Bu barbarlığın başka bir tarzıdır.

Delilik belki de artık iyileşmeyen bir acıdır.
Bir düşüncenin derinliği; göze aldığı tehlikenin boyutudur: ya düşüncenin mimarı olarak ölürüz ya da düşünmekten vazgeçeriz.

Bir baltaya sap olamamış ülkeler kaderin muğlâklığına saplanırlar. Doğmayı kendimiz seçemediğimizden "yurt" fikri kuşkulu belirsizliklerin bir dile gelmezliği; ne etnik, ne duygusal ne de coğrafi yanıt bulan bir soru işaretidir: ?

Olduğumuz ve olmuş olduğumuz şeyi artık olamayız.

Başkalarının omuzlarını basarak yükselen bir insan, aşağıdakilerden daha az özgürdür: yeteneklerine ve ihtiraslarına perçinlenmiş, yetilerinin esiri olmuştur; masraflarını başkalarından çıkarır, selameti pahasına onlara değer verir. Biri ya da bir şey olma mecburiyetindeki kimse özgür olmamıştır.

Kendimi Tanrı sanmak, Tanrı’ya inanmaktan daha kolay geliyor.

Hiçbir şey kendinden hoşnut olmadığı sürece kaybolmaz.

Özgürlük insanın ensesine geçirilen ağır bir boyunduruktur.

Aklımı yitirmek istemiyorum, ama yine de ona mukayyet olabilecek yeterince bayağılık var.

Dünyanın sonu Tanrı düşüncesinin bizzat kendisi zayi olduğunda gerçekleşir. -Peyderpey nisyan ederek- insan önce geçmişini, sonra da kendisini ortadan kaldırır.

Bilgeliği yurtseverlikten başka hiçbir şey yaralayamaz.

Kötülük bizim cazibeli düşüncemiz; yenilgiyse büyüklüğümüzdür.

Bozgunculuğun tek doğru yolu özgürlükten geçer.

Sonuna dek yalnızlığın gururunu yaşayanın artık tek bir rakibi vardır: Tanrı.

Ne derindir ne de gerçektir gizlenen şey; beş para etmez duygular gücünü buradan alır.

Ben arzuları kurumuş bir Sahra, gülden bir sandukayım.

Yozlaşma ve içgüdüsel hiççilik insanı duyum inancına zorlar. Hiçbir şeye inanmadığımız zaman duyular imanlaşmaya başlar. Mide gâiyyeti… Çürüme, gastronomiden ayrılamaz.

Gerçeğe inanan saf; inanmayansa ahmaktır. Tek doğru yol usturanın ağzından geçer.

-Saçma- eylem en yüksek özgürlüğün ifadesidir.

Yaptığımız bir şey ummayı bırakır.

En büyük hayallerden birisi hayatın ölümün esiri olduğunu unutmaktan ibarettir.

Düşünmek, bir yıkıma hazırlanmaktır.

Barbarlığın yurt özlemi uygarlığın son kelimesidir; hatta kuşkuculuğun.

Mutluluğun belirtileri: canlılık, berraklık, temizlik, duruluk.

Derebeylik döneminde köleler katedralleri inşa ediyordu; özgür oldular, artık korku inşa ediyorlar.

Cani bir ruhu olmayan bir şehirli düşünebiliyor musunuz?

Bu beden ‘işkenceci’ kelimesinin ne anlama geldiğini anlamamıza yardımcı olmuyorsa neye yarar?

Bütün ümitsizlikler Tanrı’ya bir ihtardır.

Özgürlük, şeytani bir ahlâk yasasıdır.

Olağanüstü olansa, her günün bize yok olmak için yeni bir neden sunmasıdır.

Cehennem, sonsuzluk için zamana mahkûm edildiğimiz bir yerdir.

Can sıkıcı bir insan canını sıkmayı beceremez.

Antik Çağ Filozofları arasında, insanları aşağılamayı en iyi bilen belki de Epikür’dür. Övmek için iyi bir neden.

Yaşayan her şey kendini gösterir ve bir arzu içinde kendini inkâr eder.

Freud’dan her zaman kuşkulansam da, onu dikkate alan babam olmuştur: anneme rüyalarını anlatır ve böylelikle bütün sabahlarımı berbat ederdi.

Fikirler ölü ezgilerdir.

Selamet kişi zamirinin ortadan kalkmasıdır.

Bir yazar için ana dilini değiştirmesi, bir sözlükle aşk mektubu yazmasına benzer.

Bir ülke üzerinde değil, bir dil üzerinde yaşıyoruz. Bir yurt bundan başka bir şey değildir.

Öngörü hayata karşı bir aşıdır.

Hiçbir şey gösterişsiz değildir, bir cesedin görünüşü bile.

Ölüm; herkesin bildiği bir ağırbaşlılık.

Bir şeyin kaynağına dönme isteği, ölme arzusunu derinleştirir.

Hayat, Tanrı’nın bir takma adı mı?

İnsan ölümü kabullenir, ama ölüm ‘an’ını kabullenemez. ‘An’sızın ölmek, ölmek zorunda olmaktan daha büyük bir meçhuldür.

Her şeyin kökü kazınmalı, intiharın bile.

Ne zaman: Tanrı! diye feryat etsem, feryadımın boşluğu var oluyor. Bu kâfi: daha fazla ne isteyebilirim?

Sırlarımıza saplanıp onları deştikçe; sıkıntıdan huzursuzluğa, huzursuzluktansa korkuya hapsoluruz. Kendini bilmek her zaman pahalıya mal olur. Bilmek, anlıktır. İnsan dibe vurduğunda yaşamaya artık tenezzül etmez. Bilinen bir evrende hiçbir şeyin anlamı yoktur, bu delilik olmasa da.

Olmayı yadsıdığımız birisi kadar asla olamayız.

Kimse doğum felaketinden kurtulamaz, hepimiz büyük bir yara alırız. Böylelikle bir gün iyileşme ümidiyle hayatı kabul eder, sıkıntılara katlanırız. Yıllar geçip gider, yaranın izi hâlâ yerinde kalır.

Normal görünmek veya sağlığımızı koruyabilmek için kendimizi olgunluğa değil çocukluğa uydururuz. Yeryüzü tarafından ihanete uğrar, gözyaşı dökmek isteriz. Nedir bu yüreklilik göstermeyip de acınacak hâlimizi istemek?

Esrik arzularınızla mest olun. Bıkkınlığı, çaresizce vazgeçiş eğilimlerini, dönüşsüz ayrılıkları unutun. Perişanlığa, çetin anlara gardınızı alın, varlığınızın yollarını kapatanlardan sakının.

Düşüncelerin Alacakaranlığı, Umutsuzluğun Doruklarında


Dünün mazlumları, yarının zalimleridir.

“Yakın” kelimesinin büyük bir şehirde anlamı yoktur. O daha çok insanların birbirini yakından tanıdığı, huzur içinde birbirlerini sevdikleri ve nefret ettikleri taşra toplumlarına özgü bir kelimedir.

Her birimiz düşüncelerimizi ve eylemlerimizi etkileyen en gizli arzuyu itiraf etse, herkes “övülmek istiyorum” derdi.

Mutsuzluk tam olarak şiir hâlidir.

Kendimizi ne kadar değersiz görürsek başkalarını o denli incitiriz. Hiçliğimizin varlığı bizi aydınlattığında artık bizim için bir anlam ifade etmezler. Başkalarını kendimizde bulduğumuz ölçüde onlara gerçeklik atfederiz.
Ölüm, alacakaranlıksız bir sondur.

Her şeyden sıyrılırız, ama bu sefer de özün içinde ölürüz.

Unutmayalım: Felsefe acıları ve sıkıntıları gizleme sanatıdır.

Aşkın hayatta yeri yoktur: bundan dolayı kadınların parfümünde mezar çelenklerinin ölü kokusu vardır.

Her an varlığın sınırlarında olun.

Varlık; hiçbir anlamı olmayan büyük bir oluş.

Ben ve hayat: ölümde kesişen iki eşit çizgi.

Yaşlılık kesinlikle yaşamış olmanın bir cezasıdır.

Hayatın hiçbir anlama sahip olmaması bir yaşama sebebidir. – aslında tek sebep.

İntihar ‘her selamet fikri gibi’ dini bir pratiktir.

Biçim, aklın mimarisidir.

Neden intihar etmiyorum? Çünkü ölüm de hayat kadar midemi bulandırıyor.

Zaman, sıkıntının haç üzerinde bizi çarmıha germesidir.

Yarının putperestliğinde yaşayanların geleceği yoktur.

Hepimiz her anın bir mucize olduğu bir cehennemin dibindeyiz.

Melankoli deniz kıyısındaki müzik, dağların tepesindeki vecddir.

Aile kurmak bana imparatorluk kurmaktan daha kolay gelmiştir.

Dünyaya getirmek istemediğim çocuklar, bana borçlu oldukları mutluluğu bir bilseler.

Avrupa karanlığa gömülse, Fransa mezarında güle oynaya yatar.

Gülünçlük büyük bir üzüntünün nezaketidir.

Gündoğumunun ilk işi: kendinden utanmak.

Özgürlük kelimesinin bir anlamı varsa, bu da yalnızca kendine sadakattir.

Lirizm değerlerin kanla, ateşle, hakikatle yazıldığı barbar bir ifadedir.

Hastalığın gizli arzusu herkesin hasta olması; can çekişeninkiyse herkesin can çekişmesidir.

Başkasına kıymamak için her birimiz kendimize mutsuzluğu seçeriz. Mutsuz olmak, mutsuz etmekten bin kat daha iyidir.

Deniz manzarası Buda’nın öğretisinden daha etkileyicidir.

Amacım şeyleri sahip oldukları kadar görmek. Bir amacın tam tersi…

Cennet: insan yokluğu.

Dâhilikle değil, yalnızca ıstırapla kukla olmayı bırakırız.

En büyük sanat kendinden üçüncü şahıs olarak bahsetmeyi bilmektir.

Yalnız olup acı çekenler mutluluklarını tanımazlar.

İki şey beni her zaman güçlü bir histeriye saplamıştır: çalışan bir kol saati, çalışmayan bir kol saati.

Beşeri münasebetleri ciddiye almak birtakım gizli zayıflıkların belirtisidir.

Kuşkucu, şeytanın yeisidir. Kimsenin uzlaşamadığı kuşkucu ne iyiye ne de kötüye yardımcı olur. Hiçbir şeyle anlaşmaz, kendisiyle bile.

Sağlıklı olmak duyar-sızlaşma ve gerçek-dışılığa bir bakıştır. Acı çekmeyi bıraktığımızda, var olmayı da bırakırız.

Bilgi bir felaket; bilinçse hayatın kalbinde açık bir yara.

Gün ağarırkenki aydınlık, gerçek aydınlıktır; Ne zaman bunu tefekkür etsem, -Başlangıç-ın temaşasına şahitlik etme fırsatını sunan karanlık gecelerime teşekkür ederim.

Kurban; hayatı ölümden kurtarmak için bir teşebbüs.

Hiçbir şey olmadığında bile, her şey bana fazla gelir.

Dakiklik, titizliğin başka bir çeşidi. Dakik olmak için, bir suç işleyebilirdim.

Son yapraklar dans ederek yere düşüyor.

Kendimi ciddiye alıp almadığımı bilmek benim için imkânsız. İlgisizliğin felaketi, ilerleyişiyle kestirilemez. Bir çölde ilerleriz ama nerede olduğumuzu asla bilemeyiz.

Şeytanla uzlaşmayanın yaşamak için hiçbir sebebi yoktur.

Her birimiz feleğin çemberine sıkı sıkıya tutunuruz.

İster neşeli ister somurtkan olsun, bir kalabalığın karşısında ümitsiz bir tiksinti vardır.

Ne kadar uzağa gidersek gidelim, her yere varlığın ya da ‘insan olmuş olma’nın aşağılığını götürürüz.

Kıyafetler dinlerden daha çok kendini kabul ettirmiştir.

Genç ölmeyen her kimse, bundan er ya da geç pişman olacaktır.

Dünyayı harekete geçirmek için tembelliği yaymak gerekir. Tembel birisi, çalışkan birisinden daha fazla metafizik endişesine sahiptir.

Ölümünü istemediğim kimse yok.

Yalnızlık boğazımı öyle bir sıkıyor ki kısa görüşmelerde bile çarmıha geriliyorum.

Bir bilge kendisi olmamışsa onun yolunu takip etmek, yoldan çıkmak demektir.

Kitap yayımlamak bir evlilik ya da bir cenaze gibi benzer bir hüznü taşır.

Hayatı kökünden söküp atmak, çürümüş köklerin özsuyunu biriktirmekten daha iyidir.

İnsanlar arasında ölümü en az düşünen kahramanlardır. İçgüdüsel olarak hiç kimse bunu ummaz, hâlbuki ölüm onlar kadar gerçektir. Bu paradoks kendi biçimini gözler önüne serer: ölüm duygusu olmadan ölme arzusu.

Tarih, günlük olayların ve felaketlerin büyük gösterisidir.

Var olma bilincini taşımayan insanları ortadan kaldırmak gerekir.

“Ben” dinin dindirmeye çalıştığı acıdan beslenen bir sanatın eseridir. İnsanın kendi sanatçısı olmasından başka bir asaleti yoktur. Küçüklüğünün güzelliğini acı içinde inşa eder, kendini tüketerek de muhtevasını yok eder.

Ne kadar tahammül edersek daha az şikâyet ederiz. Tahammülsüzlük hiçbir cehennemin içinden geçmemenin belirtisidir.

Eylemlerimizi yadsıma ve kendimizi küçük görmeyledir ıslah oluşumuz.

Hiçbir şeyin olmadığını anladığımızda, kurtuluruz. – ebediyen.

Kendine düşkünlükten sıyrılmak acil bir ihtiyaçtır.

Yeryüzünde parıldayan, ilginç diye tarif ettiğimiz her şey sarhoşluğun ya da cahilliğin bir meyvesidir.

Aşk bir boğulmadır.

Fransızcadan Çeviren: Ali Hasar

[Ayraç Dergisi 50/51. sayısında ve 1 Aralık 2013'te Heyula Eleştiri'de yayımlanmıştır.]


***

Cioran, Emil Michel (1987). Aveux et Anathèmes, Paris, Gallimard

Cioran, Emil Michel (1993). Bréviaire des vaincus, Paris, Gallimard

Cioran, Emil Michel (1997). Cahiers: 1957–1972, Paris, Gallimard

Cioran, Emil Michel (2009). De la France, Paris, L’Herne

Cioran, Emil Michel (1986). Des larmes et des saints, Paris, L’Herne

Cioran, Emil Michel (1990). Écartèlement, Paris, Gallimard

Cioran, Emil Michel (1990). La Chute dans le temps, Paris, Gallimard

Cioran, Emil Michel (1991). Le Crépuscule des pensées, Paris, L’Herne

Cioran, Emil Michel (1992). Le livre des leurres, Paris, Gallimard

Cioran, Emil Michel (1992). Le Mauvais Démiurge, Paris, Gallimard

Cioran, Emil Michel (1990). Sur les cimes du désespoir, Paris, L’Herne

Cioran, Emil Michel (2008). Transfiguration de la Roumanie, Paris, L’Herne