25 Aralık 2011

Bela Tarr Röportajı

Filmin başında Nietzsche'ye yapılan atıf ile Torino Atı, sizin doğrudan en felsefi filminiz. Nietzsche'nin düşüncesi ile sizin filminiz arasındaki ilişkiyi, daha ziyade, başyapıtınız ile Nietzsche'nin düşüncesi arasındaki ilişkiyi açıklayabilir misiniz?

Felsefe ve sinema iki farklı dil. Felsefe, sinema dışında bir alanla çalışır. Torino Atı'nı felsefi bir film olarak adlandırmayı sevmiyorum. Çünkü her ikisi de birbirinden oldukça uzak. Sadece bir film. Benim için asıl soru, atın akıbeti. 1985'te Laszlo Krasznahorkai bu soruyu sormuştu ve buna bir cevap getirebilmek için 30 yıl gibi bir süre bekledik. Bu film, bu soruya bir cevap sadece.

Atın kaderi, insanın kaderini mi tasvir ediyor?

Denebilir ama, sembolik düzeyde çok güç, daha çok fiziksel olarak: tamamiyle birbirine bağlı olan üç tane canlı var, biri olmadan diğeri yaşayamıyor. Kendi dairelerindeler. Geriye kalansa az anlatım ve ehemmiyet. Esas olan, yaşamla mücadele.

Ziyaretçinin Niçevâri bir karakter olduğunu söylememiz mümkün mü?

Tam olarak değil. Palinka’sı bittiği için yenisini almaya gelen sıradan bir komşu. Şişeyi masaya koyduğunda düşüncesini söylüyor. Konuşuyor, çünkü palavra atmayı seviyor… Benden sofistike bir yorum alamayacaksınız, denemenize gerek yok. (gülüşmeler)
Her şeyin en basit hâliyle söylenmesini istiyorum. Film yapmanın ileri derecede çıkarcı bir iş olduğunu düşünüyorum. Başka bir düşünceye sahipsek, film yapmanın zihinsel bir cesaret işi olduğunu varsayarsak şayet, insanların kaderini artık dikkate almıyoruzdur. Bana göre, bir sinemacı birkaç karakterinin hâlini anlayabilmeli, hayatına onları yerleştirebilmeli, ve gerçek yaşamda da onların günlük yaşantılarını sunmayı başarabilmeli. Filmimde entelektüel zevkleri bulabiliyorsanız, bu beni ziyadesiyle memnun eder. Ama yine söylüyorum, bu filmim, entelektüel bir çalışmanın ürünü değildi.

Torino Atı’nda dünyanın sonu ile ilgili bir atmosfer buluyoruz ama burada, siz bundan çok uzaktasınız. Torino Atı, dünyanın sonuyla ilgili görüşünüzü açıklıyor olabilir mi?

Bana göre, dünya kendi küreselliğinde asla bir sona sahip olmayacak. Devinim sürekli olarak devam edecek. Buna karşılık, bu dünyayı birçok küçük canlı oluşturuyor. Bir tek canlının yok olması ya da sonu bile, dünyanın bir kısmının sonudur. Söz konusu durum, atın ölümü ile benzer, bu da bir dünyanın sonu. Filmdeki bu sekans, yani atın ölümü bu karakterlerin dünyalarının ve yaşamlarının bir sonunu yansıtıyor.

Werckmeister Harmoniak’taki Balina da aynı şekilde bu dünyanın bozulmasını mı anlatıyor?

Birkaç şekilde… Yine de kavram olarak bundan dünyanın sonunu çıkarabileceğimize pek inanmıyorum. Buna karşılık, yaşayan her canlının değerine inanıyorum. Her insan, her canlı bir onura sahiptir. Bizim görevimiz, bu onuru korumak.

İlk zamanlarınıza dönelim: sinemaya nasıl başladınız ve sizi buna teşvik eden neydi?

Gençken aklıma tam olarak gelen bir istek değildi. Bu, gördüğüm dünyanın çirkinliğinden doğan bir istekti daha çok. Ayrıca, sinemaya gitmeyi çok seviyordum ama izlediklerim çok da tatmin etmiyordu. İzlediğim filmler beni giderek bunaltıyordu. Bu düşünceye karşı gelmek ve direnmek için filmler yapmaya başladım. “Farklı filmler de yapılıyor”u göstermek istiyordum.

Sinema kariyerinizi sonlandırdığınıza göre, günümüz filmlerinden memnun olduğunuzu söylememiz mümkün mü bu durumda?

Hayır, bugünün dünyasından hiç memnun değilim. Filmlerle yeniden söylenecek bir şeylere sahip olmayı düşünmüyorum artık, aksi hâlde kendimi yinelemiş olurum. Filmlerim, benden değil diğer her şeyden bahseder.

Sosyal Gerçekçi dönemizdeki ilk filmlerinizi nasıl yorumluyorsunuz?

Gençlik filmlerim bir sürecin ilk adımlarıydı. İlk filmim “Csaladi Tüzfézsek” (1977)’te toplumun – özür dilerim - sadece bir pislik olduğunu ve değişmesini gerektiğini anlatmak istedim. Her şey değişebilir, toplum değişebilir, işte o zaman kurtulabiliriz. Filmim bir dramdı ve çok geçmeden anladım ki fikir değiştirmem gerekiyordu. Başka unsurlarla, başka bakış açılarıyla daha çok epik filmler yapmaya yöneldim. Böylece, ikinci filmim “Szabadgyalog” (1979) ortaya çıktı. Fazlasıyla epik bir film. Bir yapı inşası gibi, gerçeklik unsurlarının bir bir işlendiği yapım özelliği taşıyor. Sonradan her film, bir sonrakini üretmeye başladı. Her filmde yeni sorular soruldu. İlk başta düşündüğüm, ontolojik sorulardı ama çok geçmeden anladım ki beni asıl ilgilendiren, evren ve onun derinliğiyle ilgili sorulardı.

1979 yılı yapımı ikinci filminiz Szabadgyalog’dan itibaren, plan sekansa daha çok yönelmeye başladığınızı görüyoruz. Zamanla gelişiyor ve sizin film yapma şekliniz oluyor. Sizin için plan sekans nasıl bir önem taşıyor? Filmlerinizde giderek bir düzen ve tutku olan bu plan sekansları nasıl çalışıyorsunuz? 

Szabadgyalog’da plan sekans önemli değil. Bu daha çok uzun monologlar için. Csaladi Tüzfézsek’te bu görülebilir mesela. Zamanla tecrübe ettim: plan sekansın olması gerekirdi. Bir plan sekans ne kadar uzun olursa, şiddeti, gerilimi, titreşimi, derinliği o derece hissedebilirsiniz. Plan sekansla, kadrajdan kaçma şansı neredeyse bulunmayan oyuncuyu tutabilirsiniz. O orada kalır, ta ki kamera bir başka yere dönünceye dek.

1988 yılı yapımı Damnation filminiz sizin tarzınıza dönüşünüzün işareti. Yazar Laszlo Krasznahorkai ile birlikte çalışmalarınız var. Nasıl karşılaştınız? Bu karşılaşmanın sizin çalışmalarınızdaki önemi nedir?

Laszlo Krasznahorkai ile 1985’te karşılaştım. Ortak arkadaşlarımızın evine davet edilmiştik, o akşam Laszlo Krasznahorkai okumam için “Satantango” kitabını bana uzattı. Agnes (Agnes Hranitzky – Béla Tarr’ın eşi ve birlikte çalışıyorlar) ve ben kitabı okur okumaz çok beğendik. Laszlo ile tekrar görüştük ve bunun üzerine çok tartıştık. Agnes ve ben, Satantango filmini çekmek istediğimizden oldukça emindik. Bunu o zamanlar gerçekleştiremedik, yerine Damnation’ı çektik.

İşbirliğimiz o tanışmamızdan son filme dek sürdü. Oldukça verimliydi, onun hep edebi yeteneğine ve hassas duygularına başvurdum. O ve yaptıkları olmasa, tamamiyle bambaşka bir şey ortaya koyardım. Gerek Mihaly Vig (filmlerinde müzikleri besteleyen kişi) ‘in katılımı, gerekse Agnes’in desteğiyle filmlerimin doğal temeli oluştu. Bu gerçeklikten hareketle, her filmimde, jenerikte her isim yer alsın istedim. Filmlerimin jeneriklerini asla okumayacaksınız, biliyorum. Benim filmim ! Hayır, hepimizin filmi !

Şunu da belirtmek isterim; Mihaly Vig ve Gyula Pauer ile önceden çalışmış olmama rağmen, Damnation’dan itibaren ekip birbiriyle kaynaştı ve bir birliktelik ortaya çıktı.

Filmleriniz çok karanlık, ama biri biraz farklı. Werckmeister Harmoniak, sizin en iyimser filminiz mi?

Benim bütün filmlerim iyimser ! Yanlış anlaşılma olmasın ! Kim gerçekten kötümserdir? Ölmek için bir merdivene tırmanan ya da bir ağaca çıkan ve oradan kendisini atan kişidir ! Gerçek bir kötümser, sabahın 4’ünde yağmur altında, soğukta malzeme taşımak için uyanmaz. Benim her filmim iyimser. Hatta şöyle de diyebilirim size, -canınız sıkılmasın- benim bütün filmlerim komedidir ! (gülüşmeler) Onlara gülünebilir, bazen acı bir gülüş... Hayatın kendisi böyle değil mi zaten?

2007 yapımı A Londoni férfi filminizin yapımcısı Humbert Balsan ile ilişkinizi açıklayabilir misiniz? Ölümü projeyi nasıl etkiledi? A Londoni férfi neredeyse durma noktasına gelmişti.

O ve ben aynı neslin çocuklarıyız. Benden bir yıl önce doğmuştu, bilmiyorum ama biz arkadaş olmuştuk. A Londoni férfi’yi çekme düşüncesi için gelmişti yanıma. Bu filmi yapmak için tutkusu, öfkesi, çabası hâlâ aklımdadır. Ne acıdır ki her şeyin tam ortasındayken intihar etti. Ölümü iki şekilde etkiledi. Birincisi, gerçek bir dostu kaybettik, ikincisi çekmek üzere olduğum filmin yapımcısını kaybettim. Soğuk duş etkisi oldu. İşler o an gerçekten içinden çıkılmayacak bir hâl almıştı.

Humbert Balsan’ın hayatından esinlenen Mia Hansen-Love’un Çocuklarımın Babası (Le Père de mes enfants) filmini izlediniz mi? 

Evet, izledim.

Ne düşündünüz? Onunla görüştünüz mü?

Evet. Kendisi bana filmin DVD’sini yollamıştı ve tanışmıştım. Teşekkür ettim ve filmi hakkında ne düşündüğümü kendisine söyledim. Hepsi bu.

Geçtiğimiz Şubat ayında, çoğu sinemacı dostunuzla birlikte Macar Sineması’nın geleceğinden endişe duyduğunuzu ifade eden bir bildiri yayınlamıştınız. Sizin gibi bir sinemacı için bir film yapmak giderek zorlaşıyor mu?

Bu bildiriyi kendim düzenlemiştim. Şubattan beri, durumlar aynı, sıfır kilometre yol aldık. En kötü duygu bu belki de. Ben ve arkadaşlarım giderek faturalarımızı ödemekte zorlanıyoruz. Hâlâ bu bildirinin arkasındayız ve asla savaşı terk etmeyeceğiz. 

Kendinize yakın hissettiğiniz ya da sevdiğiniz sinemacılar var mı? Werckmeister Harmoniak’da ilham perisi Hanna Schygulla’ya yönelerek Cassavetes ya da Fassbinder etkilerini görmemiz mümkün mü?

Hem evet, hem hayır. Her zaman sessiz ve sakin şeylere karşı çok hassas olmuşumdur, özellikle plastik sanatlara. Resimlere bakmayı çok severim.

Torino Atı’nın son filminiz olduğunu açıkladınız. Laszlo Krasznahorkai yeni bir roman yazsa, bunun filmini çekmek ister miydiniz?

Hayır, sanmıyorum.

Film yapmayı bıraktınız. Bundan sonrası için ne düşünüyorsunuz?

Uzun bir süre Budapeşte’deki Sinema Atölyemi işleteceğim. Bu işle uğraşıp, maddi ve manevi destek imkanı bulunmayan sinemacılara çalışma imkanı vereceğim. Diğer yandan, başka bir projem var. Split’te (Hırvatistan) bir sinema okulu açmak istiyorum.

Neden Hırvatistan?

Çünkü Dalmaçya çok ilginç bir yer ve Split tarihi bir şehir…

Fransızcadan çeviren: Ali Hasar

[Ekim 2013'te Heyula Eleştiri'de yayımlanmıştır.]

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder