Biz ölümden doğacağız.
Kitera'ya Yolculuk ― Ταξίδι στα Κύθηρα ― Taxidi sta Kithira [1984]
Sahne
91
Köylülerin
kızgın çığlıkları aşağı caddeden yükseldi. Yaşlı kadın kederle ardına baktı.
Alçak bir sesle, “Her şeyi yakıp yıkacaklar" dedi. Merdivenlerden aşağı
koştular. Yaşlı kadın kapıyı kilitledi ve anahtarı yaşlı adama verdi.
"Üçüncü kez sürgün" diye fısıldadı yaşlı adam...
_
Bazen
bir korku ve ona eşlik eden bir
rahatlamayla farkına varıyorum ki artık hiçbir şeye inanmıyorum. Böyle
zamanlarda, ilgimi bedenime veriyorum. Bana yaşadığımı hatırlatan yegâne
varlığa...
Üçüncü sürgün
Topraklar satılıyor, herkes göç
ediyor. Spyro, onca yılın hasretini toprakta buluyor, direniyor, herkes düşman
ona. Satmayacak arazisini, bu kimsenin para almaması demek. Kimse bilmiyor
bunu, toprağa dönmüyor, bakmıyor kimse. Her şey kapitalleşip özün çekirdeğinden
kopmuş durumda. Spyro’nun aşağılanışı bundan, istenmeyişi bundan. Her yer ona
bir pranga, ruhu zincirleniyor toprağa. Kalbi, anılarının buğulu tabakasıyla
kaplı. Alexandros’un ıssız yolun ortasında dururkenki soğukluğu hâkim yüzünde.
Dönüşü, hakikat söküklerini getiriyor. Katerina, gözlerinde kayboluyor
Spyro’nun. O’nun en derinlerinde, sevgisi, bir olmuş bir kalbi var. Spyro,
göçün tam ortasında. Yalnızlığın, sessizliğin izlerinde eziliyor, her saniye,
her dakika. Böyle bir sürgünlüğün acısı ve kaybı olmalı. Anlam verilemeyen bir
yıkım, bir çeşit hakikatin yitirilişi. Şiirselliğin ritminde Kitera. Theodoros
Angelopoulos, bu yolculuğun rediflerini tek tek işliyor, ustalıkla, sessizce,
sis katarak, vicdanı ve hakikati göstererek, limanların soğukluğunu yaşatarak.
-İlk
sene, zaman geçmek bilmiyor. İdare ediyorsun... sonra ikinci yıl, üçüncü… Bir
şeye tutunmak zorundasın. Başta, Yunanistan'ı düşünüyorsun, geride
bıraktıklarını... ama sonunda, kalbin rahatsızlanıyor. Sonra bir gün, bir kadın
çıkıverir, sana yemek pişirir, düğmeni diker... Bu gibi şeyler... Orada üç
çocuğum daha var...
-Nasıl
birisi... diğer kadın?
Spyro’nun sessizliği, yıkılışın
sesi. Burada bir yenilmişlik yok. Sadece geçmişe dayalı anıların içinde yitip
giden bir adam ve arkasındakiler saklı çayırlarda. Uçsuz bucaksız bu topraklar,
kalbin genişliğini, ferahlığını istiyor ama düzen insanları müsaade etmiyor.
Bugün sislerin içindeki figüranların ortaya çıkma zamanı. Hepsi direniyor,
hepsi konuşlanıyor, bağırıyor, bağırıyor, hiç durmuyorlar. Kasabanın üstündeki
bu kasvet ve rahatsızlığın yıllar sonra ortaya çıkışındaki art niyet, belanın
işareti. Belayı istemeyecekleri gibi, göçün sancılarını da reddedecekler.
Hakikati gizliyorlar, sessizliğin içine. Sisleri fırsat biliyorlar. Ortadan
kalkmalı onlara göre, çayırlardaki yangın bu yüzden, çapa seslerine
tahammülleri yok. Göçün hüznü bir kez daha yaslanıyor Spyro’nun kalbine,
Katerina sessizliğe gömülüyor yine. Korku ve ümit arasında bir adam. İkisinin
arasında sıkışıp kalıyor, her defasında sonsuz bir döngünün içinde, yaşamı
ölülerle dolu. Yersiz yurtsuzluğun çok ötesinde, tütün yaprakları biliyor
çilesini, hakikatini. Anılara gömülü bir yaşam dakikası çayırların serinliğine
bedel ama Spyro bu noktada tek başına. Katerina gözlerinde doluyor, yeşeriyor,
birleşiyor, o bugünde, Spyro’ysa dünde. Dün ve bugün iç içe.
Sağanak yağmur kamçılıyor Spyro’yu.
Yılların acısını çıkarıyor bedeninden, defalarca, acımasızca, merhametsizce.
Kemanı da ıslanıyor. Sovyetler’e yağan kar gibi her teli, soğuk ve hüzünlü.
Dinmiyor, şiddetini arttırıyor gündüz ve gece. Sadece izliyorlar, bakıyorlar,
denizler köpürüyor. Bir hiç gibi. Koca bir hiç Spyro. Kitera uzakta yasını
tutuyor. Onurlu bir adamın onuru eziliyor. Susacak Spyro, o sustukça bizim
vicdanımız bir darbe daha alacak, kalbimiz bir kez daha titreyecek. Karadaki
adımları silik. Kalbi, anıları, zihni göç hâlinde olan bir adamın ne zaman
yurdu olur? Öldüğünde mi? Yoksa öldürüldüğünde mi? Spyro’nun yurtsuzluğu,
onların korku dolu ve taşlaşmış kalpleri.
Angelopoulos manzaraların
pusluluğunda gizleniyor. Kitera’yı hakikatin eşiğine bırakıyor, en kuytuya,
kuytularda ölüm daha derin. Ölüm, yaşamın içinden ansızın doğuyor. Martı
sesleri çok uzaklardan duyuluyor, sis çöküyor, yağmurlar diniyor. Soğuk
rüzgârlar esiyor, liman kederlendirilmiş bir vasıfla isyan ediyor bu
katlanılmaz yazgıya. Ruhlar çoğalıyor, git gide, kalabalık soytarıların gösterisini
izliyor. Çirkin krallar tahtını bırakmıyor, gökyüzünü paylaşmıyorlar, gölgeleri
yokluyor bir adam. Kadın onu istiyor, en uzağa, en kuytuya, en sessizliğe. Bu
dünyanın tozluluğundan uzağa, hainliğin olmadığı bir yer olmalı. Yolculuk çetin
olsa da inanmış iki el, bir kalbe karşı koymaya gücü yetmez, yetmeyecek de. Izdırap
ve elem birlikteler, adam ve kadın susuyorlar, birbirleriyle bütünler. Deniz,
onları göğüslüyor, onların yurdu, kovulmuş bir kalp birbirlerine ağlıyor,
yağmurda ağladıklarını bile bilmiyorlar. Sis, bütün bunları onlar görmesin diye
üzerlerini örtüyor, yavaşça, sessizce ve merhametli bir şekilde. Bakışlar
ufukta birleşiyor, Kitera’ysa kalbini bekliyor.
Çürük elma.
Arıcı ― Ο μελισσοκόμος ― O melissokomos [1986]
-Şanslısın.
Dinle... Şarkı gibi, değil mi?
-Nedir
o?
-Çiftleşmemiş
genç arılar... Kraliçe arı olmak isteyen ve balmumundan yapılmış
hapishanelerinin kapısını döven bakireler kapıyı kırmaya çalışıyorlar. Fakat
diğerleri, nöbetçiler dayanarak çatlakları dolduruyorlar.
-Çıkmalarına
neden izin vermiyorlar?
-Çünkü
arılar sadece Kraliçe olarak seçtiklerinin çıkmasına izin verirler. Diğerleri
ilkinin başına bir şey gelmesi hâli için saklanıyor. Bu arada erkek arılar suya
gidecekler. Üzerimizde biriken işlerini yapıyorlar. Onları görebiliyor musun?
-Ne
yapıyorlar?
-Kraliçe’yi
bekliyorlar. Gelecek erkek arılarla dans ederek göğe yükselecek ve bir tanesini
seçecek.
-Bu
Kraliçe'nin dansı mı?
-Bu
Kraliçe'nin dansı...
Spyros’un kalbindeki eksiklik, sevgi
ve sessizlik gözlerinin ışığında gizleniyor. Hayat ona tokadını atmış, atmış
bir köşeye, umarsızca. Her şeye, herkese yabancılaşmış, saçındaki aklar kendi
geçmişinin anılarını bağırıyor. Hüznü kenetlenmiş, her defasında yara alıyor,
göç hâli, yolculuğu ona eski dostlarını görme fırsatını veriyor. Bugünü
reddediyor Spyros, bugüne dair ne varsa. Hiçbir şey onu tatmin etmiyor.
Gelgitlerin ortasında savrulup duruyor, her defasında sancılanıyor, eksik bir
adam Spyros.
Victor Erice’in 1973 yılı yapımı,
destansı dicta blanda filmlerinden biri olan İspanyol taşra hicvi Arı Kovanının
Ruhu’ndaki düşünce geçişlerinin bir benzeri Angelopoulos’un Arıcı’sında da
mevcut. Erice, taşradaki yalıtılmış kültürün özünü - sevgiyi, hakikatin
merhalelerini iki çocuk (Ana ve Isabel) ile gösterirken, Angelopoulos bunu
sadece Spyros’un omuzlarına yıkarak yapar, genç kızıysa bugünün bir prototipi olarak
verir. Ana ve Isabel, Erice’in arı - kovan metaforunun salt mekanizmasını oluşturur, onlara
fonksiyon ve toplumcu gerçekçilik perspektifine
uzanarak bir kimlik kazandırır. Onları, toplumun ötesindeki geleceği
karartılmış, yalnızlığa itilmiş çocuklar olarak resmeder. Angelopoulos’un
Spyros’unun bu bağlamda Ana ve Isabel’den farkı yoktur, bu iki timsalin ardında
adil olmayan dünya düzeni yatar ki iki usta yönetmen Erice ve Angelopoulos bir
aralıkta buluşur : Hakikat değişmez, birdir.
İlk
seferinde hava güneşliydi. Güneş ışığı gözümüzü alıyordu. Meramımız belliydi. Boş
yere gölgelik bir yer aradık...
Theodoros Angelopoulos, Spyros’un
anılara gömülü yaşamıyla eskiyi, değişmemiş ve saf olanı bir kez daha suyun
yüzüne çıkarır. Zaman ilerledikçe zehirlenir insan, eskide bozulmamışlık
vardır. Belki de Spyros’un bugünkü yaşantısının kökleri çoktan kurumuştur,
bitap düşüşü, çöküşü ve de yıkılışı bugüne bir ağıttır, bugünün dünyası,
eskinin dünyası, keskin farklar ve bu farkların arasındaki boşlukta kalan bir
insan ya da insanlar. Değişmiyor, bugündeki genç kıza son kez tutunmak isteyişi
bundan. Yaşamasını gerektirecek dallara sıkı sıkı tutunmalı Spyros. Gözlerinin
sürekli olarak boşluğa dalışı rahatsızlık verici, yaşadığı anlarda ölüşünün
dirilişini istiyor ama zorluğun içinde kalbi ve anıları.
Toprağın insanının elleri titrer.
Çile ve hüzün her zaman vardır. Bazen can yorar. Kalbini dinlendirmek ister,
her şeyden vazgeçip, en uzağa, en kirlenmemişe, en güzeline gider insan. Bu bir
saplantı değil. Saldırıları, dünyanın tozlu yüzeylerindeki hakikatin
yitirilişinden doğan örümceklerin dağılmayan ağlarına benzer. Ondan kurtulup,
pür olanı göğsüne alıp sarılma niyeti taşır kalp. Zira, insan temiz
yaratılmıştır. Kirleten biziz, onlar. Bugünkü yaşantısının izlerini gördükçe
daha çok yara alır. Anıların kendi seyahatindekini yerini bilir. Zaman geriye
doğru değil, ileriye doğru akar. Onlar Spyros’u öldürdükçe, Spyros daha da
derinlere iniyor, hasretlerine, anılarına. İçimizde diriliyor. Bugünden eksik,
yarım okunmuş bir kitap gibi, daimi bir resimsizlik isteği gibi. Spyros’un
yaşamındaki bulantının mimarları bugün kendi dünyalarında insanları öldürüyor,
acımasızca, kazandıklarını sanıyorlar, yanılıyorlar. Bu istek onlara
diğerlerinin yaşam alanını bir alt bareme indirgeme imkanı tanıyormuşçasına
hoyratça soytarılıklarını sergilemeye devam ediyorlar ve insan bir kez daha
kuytulara çekiliyor. Spyros, kovanlarının yanında artık, babasının, dedesinin
toprağında. Yıllar önce orada yaşardı. Toprağı kokluyor, toprak ona istediği
her şeyi veriyor.
Ölümlerinin
ardından usta yönetmen T. Angelopoulos’a ve Fellini filmleriyle bildiğimiz,
Arıcı’da ciğerlerimize işleyen usta oyuncu Marcello Mastroianni’ye en derin
duygularla…
Puslu Manzaralar ― Τοπίο στην ομίχλη ― Topio stin omichli [1988]
Sevgili
Babacığım,
Sana
yazıyoruz çünkü gelip seni bulmaya karar verdik. Seni hiç görmedik ve seni
özlüyoruz. Hep senin hakkında konuşuyoruz. Ayrıldığımız için annem çok
üzülecek. Onu derinden seviyoruz, sakın sevmediğimizi düşünme ama hiçbir şeyi
anlamıyor. Senin nasıl göründüğünü bilmiyoruz. Alexander bir sürü şey söylüyor.
Seni rüyasında görüyor. Seni çok özlüyoruz. Bazen okuldan eve giderken peşimden
ayak sesleri duyduğumu zannediyorum, senin ayak seslerini… Dönüp baktığımda ise
orada hiç kimsecikler olmuyor. Sonra, kendimi yalnız hissediyorum. Sana engel
olmak istemiyoruz. Sadece seni tanımak istiyoruz, sonra geri döneceğiz. Bize
cevap yazarsan tren sesiyle yap : tatan... tatan... tatan... tatan... İşte
buradayım, seni bekliyorum… tatan... tatan...
Voula
İki küçük kalp. İkisi de
birbirlerine bağlı. Tarif edilemeyen bir korku var yüzlerinde. Soğuk tren
istasyonları, göçlerinin habercisi. Bu göç, sürgünlük hâli, umutla başlıyor,
içlerinde besledikleri umutla. Sonsuza dek uzanan, sevgi ve hasret. Yollara
düşüşleri eksikliklerini tamamlamak adına, karanlıktan aydınlığa uzanmak için,
başlangıçta karanlık vardı. Bilmedikleri diyarlara, bilmedikleri insanların
içine karışarak yaşamın karmaşasına, hıçkırıklarına şahitlik ediyorlar. Onlar
çocuk kalbinin güzelliğiyle varlar. Kirlenmemiş, saf ve en güzel hâlleriyle
sürekli gidiyorlar, sürekli. Vazgeçmiyorlar. Sınırları bilmiyorlar.
At, özgürlüktür. Çocukların
özgürlüğünü öldürmeyin. Herhangi bir at, fark etmez. Bu, Voula ve Alexander
için pek önemli değil. Soğuk bir yer. Yabancı insanlar, yabancı bir kasaba. Yabancı
olmayansa, hissiyatları. Voula ve Alexander ağlıyor ata. Attan ziyade ölümün
soğukluğuna alışık değil bu iki kalp. İçlerindeki duygu birikintisi yaşlı
adamların ağlamalarına benziyor. Ellerini tutacak kimsecikler dahi yok. Öyle ki
arkalarında başka dünyanın insanları gülüp eğlenirken onlar hüzünleniyor. Dünya
böyle bir yer. Acımasızca, birileri sürekli gülüyor, birileri sürekli ağlıyor.
Değişmeyense, bunların birbirinden bağımsız olmayışı. Bir çocuğun özgürlüğünü
öldürenler, onu bir hiç gibi köşeye fırlatanlar acizliklerini göstermekten
utanmıyorlar. Ve asıl huzursuz eden de maneviyatsızlığı istemeleri,
hissiyatları bertaraf etme arzuları, kazanmak, sürekli bir zafer, sürekli bir
galibiyet, bunun için sahte provalar, sahte benlikler ve de sahte kalpler
üretmeye devam etmeleri.
Asil olanın hep köşede saklanışı,
Puslu Manzaralar’ın sessiz manifestosundan başkası değil. Yaşamın bütün
çetinliği hâkim önlerinde. Sürekli yığılıyorlar, sürekli bir engel çıkıyor. Bu
hiç bitmiyor. Küçük bakışları umutsuzluğu yıkıp geçmek istiyor. Kötü insanlar
var ve bunlar oldukça zararlı. Çocuklar, yaşamın çizgilerinde yitip sisli
ağaçları, puslu manzaraları, fotoğraf şeritlerinin gerçekliğini istiyorlar.
Başka bir şey değil. Görmediklerinin özlemini duyuyorlar, seviyorlar.
Angelopoulos, çocukları dünyanın o bozulmamışlığın bir portresi olarak sunuyor,
onların hakikatini denizlere, gökyüzüne yerleştiriyor. Çocukların içinde
bulundukları durum rayların soğukluğuna ve karanlığına eşit. Ne eksik ne fazla.
Onlar ilerledikçe, yolları da büyüyor. Ardılı sonsuz. Baba gizli bir özne, anne
kapalı bir ses. İlginçtir ki babalarının yokluğu gibi film boyunca anne de
gözükmez. Sadece bir gölge, bu kadar. Çocukların yoksunluğu belki de bu yüzden
daha hüzünlendirici, daha çarpıcı bir hâl alabilmektedir. Annesiz, babasız bir
çocuk her zaman mahzun ve masumdur. Tüm bu soğuk şartlar altında, yürüdükleri
yollar göğüslerindeki enginlere benzer.
Sürgünlük hâline dayanamıyorlar, yorgun ve argın düşüp çoğu kez tanımadıkları garlarda uyuyup kalıyorlar. Sürgün iki çocuk, yine göç hâlinde bir adama rastlıyorlar. Hem arabası hem motosikleti var. Bu, çocuklar için muazzam bir duygu. Kaderleri ortak, yolları kesişiyor insanların. Yersiz-yurtsuzluk özlemi içinde barındırır, onda muntazam bir şefkat gizlidir. Sonra, içten bir dayanışma, kendiyle barışık olma hâli. Sürekli gidiyor olma duygusu, bir yerlere bağlı olmama düşüncesi insanı silker, kimi zaman yıpratır, kimi zaman içinde öldürür insanı. Bir şeylerin varlığına hükmedemeyebilir, hatta çekirdeği bile kırabilir, ondan sıyrılıp kendi göç farkındalığını ve vicdanını kurar insan. Düşünce hareketlidir. Yaşama direniş gerekli, o kutsal zafer için, ötelerdeki ağaçlara sımsıkı sarılmak için.
İçerdeki inanç. Voula ve Alexander, bir inancın verebileceği tüm erdemi kendi içlerindeki konuşmalarda ve davranışlarda göstermektedir. Alexander’ın Voula’ya -bir şekilde tamamlanamayan- dünyanın oluşumuna dair hikâyesi, rüyasındaki imgeler ve denizin içinde beliren devasa, betonarme el ile kendi hakikatlerinin gerçekliği işaret edilir. Bu onların gözünde somut olarak göğe doğru yükselen “Tanrı’nın Eli” gibidir adeta. Başlangıçta her şey karanlıktı, sonra ışık çıktı. Angelopoulos, çocukların rüya-hakikat olgusunu bu tasvirle gerçekleştirdiği gibi, pusları ve fotoğraf şeridindeki gözükmeyen ağaçları sınırların ötesine yerleştirir. Sınırlar, bilemediğimiz sınırlar… Alexander’ın bilmediği sınırlar.
Sürgünlük hâline dayanamıyorlar, yorgun ve argın düşüp çoğu kez tanımadıkları garlarda uyuyup kalıyorlar. Sürgün iki çocuk, yine göç hâlinde bir adama rastlıyorlar. Hem arabası hem motosikleti var. Bu, çocuklar için muazzam bir duygu. Kaderleri ortak, yolları kesişiyor insanların. Yersiz-yurtsuzluk özlemi içinde barındırır, onda muntazam bir şefkat gizlidir. Sonra, içten bir dayanışma, kendiyle barışık olma hâli. Sürekli gidiyor olma duygusu, bir yerlere bağlı olmama düşüncesi insanı silker, kimi zaman yıpratır, kimi zaman içinde öldürür insanı. Bir şeylerin varlığına hükmedemeyebilir, hatta çekirdeği bile kırabilir, ondan sıyrılıp kendi göç farkındalığını ve vicdanını kurar insan. Düşünce hareketlidir. Yaşama direniş gerekli, o kutsal zafer için, ötelerdeki ağaçlara sımsıkı sarılmak için.
İçerdeki inanç. Voula ve Alexander, bir inancın verebileceği tüm erdemi kendi içlerindeki konuşmalarda ve davranışlarda göstermektedir. Alexander’ın Voula’ya -bir şekilde tamamlanamayan- dünyanın oluşumuna dair hikâyesi, rüyasındaki imgeler ve denizin içinde beliren devasa, betonarme el ile kendi hakikatlerinin gerçekliği işaret edilir. Bu onların gözünde somut olarak göğe doğru yükselen “Tanrı’nın Eli” gibidir adeta. Başlangıçta her şey karanlıktı, sonra ışık çıktı. Angelopoulos, çocukların rüya-hakikat olgusunu bu tasvirle gerçekleştirdiği gibi, pusları ve fotoğraf şeridindeki gözükmeyen ağaçları sınırların ötesine yerleştirir. Sınırlar, bilemediğimiz sınırlar… Alexander’ın bilmediği sınırlar.
Her
birimiz sana aynı şeyi yazıyor ve her ikimiz de sessizleşiyoruz... birbirimiz
aynı dünyaya, aynı ışığa, aynı karanlığa ve sana bakmadan önce…
Puslu Manzaralar, bir yol ve hüzün
sancısı gibi gözükse de tüm bunları aşıyor. Angelopoulos, insanın içindeki
çıkmazları, kendi hakikat eşiklerini, kendi olması gereken yol – sınır ile göç
hâlinin altını bir kez daha çiziyor. Puslu bir hakikat, ötelerde bekler
vaktini. Oraya yolculuğun sonunda varıldığında karanlıktan aydınlığa
uzanacağız. Bir manzara çıkacak ortaya, gözleri kamaştıran. Büyüleyici. Sessizleşeceğiz
önce. Sonra, bir ışık belirecek. Pusun tam ortasındayız. Derinlerde bir yerde
hareketlilik var. Her şey, her yer derin ve saydam. Bu, tarif edilemeyecek bir
duygu. Korku da var. Gölgelik bir yer arayacağız, yılların arzusu belki de bu
olacak, yıllarca beklenen bir an. Engeller aşıldı artık, sular geçildi,
karanlıklardan kurtulma vakti. Özgürlüğün ve saadetin ferahlığı yavaş yavaş
çöküyor, görkemli bir düzen. Kurulmuş düzenin uzantısı sonsuzluğa benziyor,
hakikat artık çok yakın. Angelopoulos susuyor, kelimelerini geri vermiyor bize.
Manzara giderek tüm asilliğini göstermeye başlıyor, bütün bir tatlı inadıyla.
İlk başta her şey güneşliydi. Ölüyoruz, ölüyoruz, ölüyoruz. Biz ölümden
doğacağız.
Hullo Seagull.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder