1 Şubat 2015

Theodoros Angelopoulos ― Sessizlik Üçlemesi

Biz ölümden doğacağız.

Kitera'ya Yolculuk ― Ταξίδι στα Κύθηρα ― Taxidi sta Kithira [1984]

Sahne 91
Köylülerin kızgın çığlıkları aşağı caddeden yükseldi. Yaşlı kadın kederle ardına baktı. Alçak bir sesle, “Her şeyi yakıp yıkacaklar" dedi. Merdivenlerden aşağı koştular. Yaşlı kadın kapıyı kilitledi ve anahtarı yaşlı adama verdi. "Üçüncü kez sürgün" diye fısıldadı yaşlı adam...
_

Bazen bir korku ve ona eşlik eden bir  rahatlamayla farkına varıyorum ki artık hiçbir şeye inanmıyorum. Böyle zamanlarda, ilgimi bedenime veriyorum. Bana yaşadığımı hatırlatan yegâne varlığa...

Üçüncü sürgün

Çok uzaklardan geliyor Spyro. Yıllarca elinde silahla dağlarda mücadele etmiş, sonra terk etmiş vatanını, Yunanistan’ı. 32 yıl sonra, kendi yurduna, özüne, toprağına dönüyor. Bakışları limanda kesişiyor Alexandros ve Voula ile. Spyro, puslu bir kasabanın ortasında. Yersiz, yurtsuz bir adam. Bu gelişi, gelecek belanın ve kaosun habercileri. Kimse istemeyecek Spyro’yu, dışlayacaklar, yabancılaşmış, kendi toprağında bir sürgün hâli kalacak ona. Yaşam, bütün çetinliğini omuzlarına bırakacak bu adamın. Mücadele alanı daralıyor. Hüzün boğazda düğümlenmiş. Pek konuşmuyor, susacak, susup anılara gömülecek. İnsanın tutunacak dalı olmalı. Spyro, Angelopoulos’un gölgesinde büyüyor, devleşiyor, hüzünlendiriyor, göç ediyor, sürekli, sürgün hâlinde, kendi arazisinde, kendi kalbinde bile. Yaşam direnişlerin savaşına dönüşüyor, hakikati bulmak çok uzaklarda değil. Gökkuşağı Kitera’da doğacak, denizler onu izleyecek, dalgalar fırtınasız bir tepenin ardında saklanacaklar. Gözyaşı birikiyor pınarlarda, asfaltların sertliği yerleşmiş çakıl taşlarına, evren kafiyelerini arıyor, çemberi daralıp genişliyor, kanlar pıhtılaşıyor, silahlar artık yok, göç çocukların bakışları altında kurşuna diziliyor. Angelopoulos, hecelerin aralarına giriyor usulca, derinliklerin kuvvetini sise katıyor, grileştiriyor.

Topraklar satılıyor, herkes göç ediyor. Spyro, onca yılın hasretini toprakta buluyor, direniyor, herkes düşman ona. Satmayacak arazisini, bu kimsenin para almaması demek. Kimse bilmiyor bunu, toprağa dönmüyor, bakmıyor kimse. Her şey kapitalleşip özün çekirdeğinden kopmuş durumda. Spyro’nun aşağılanışı bundan, istenmeyişi bundan. Her yer ona bir pranga, ruhu zincirleniyor toprağa. Kalbi, anılarının buğulu tabakasıyla kaplı. Alexandros’un ıssız yolun ortasında dururkenki soğukluğu hâkim yüzünde. Dönüşü, hakikat söküklerini getiriyor. Katerina, gözlerinde kayboluyor Spyro’nun. O’nun en derinlerinde, sevgisi, bir olmuş bir kalbi var. Spyro, göçün tam ortasında. Yalnızlığın, sessizliğin izlerinde eziliyor, her saniye, her dakika. Böyle bir sürgünlüğün acısı ve kaybı olmalı. Anlam verilemeyen bir yıkım, bir çeşit hakikatin yitirilişi. Şiirselliğin ritminde Kitera. Theodoros Angelopoulos, bu yolculuğun rediflerini tek tek işliyor, ustalıkla, sessizce, sis katarak, vicdanı ve hakikati göstererek, limanların soğukluğunu yaşatarak.

-İlk sene, zaman geçmek bilmiyor. İdare ediyorsun... sonra ikinci yıl, üçüncü… Bir şeye tutunmak zorundasın. Başta, Yunanistan'ı düşünüyorsun, geride bıraktıklarını... ama sonunda, kalbin rahatsızlanıyor. Sonra bir gün, bir kadın çıkıverir, sana yemek pişirir, düğmeni diker... Bu gibi şeyler... Orada üç çocuğum daha var...
-Nasıl birisi... diğer kadın?

Spyro’nun sessizliği, yıkılışın sesi. Burada bir yenilmişlik yok. Sadece geçmişe dayalı anıların içinde yitip giden bir adam ve arkasındakiler saklı çayırlarda. Uçsuz bucaksız bu topraklar, kalbin genişliğini, ferahlığını istiyor ama düzen insanları müsaade etmiyor. Bugün sislerin içindeki figüranların ortaya çıkma zamanı. Hepsi direniyor, hepsi konuşlanıyor, bağırıyor, bağırıyor, hiç durmuyorlar. Kasabanın üstündeki bu kasvet ve rahatsızlığın yıllar sonra ortaya çıkışındaki art niyet, belanın işareti. Belayı istemeyecekleri gibi, göçün sancılarını da reddedecekler. Hakikati gizliyorlar, sessizliğin içine. Sisleri fırsat biliyorlar. Ortadan kalkmalı onlara göre, çayırlardaki yangın bu yüzden, çapa seslerine tahammülleri yok. Göçün hüznü bir kez daha yaslanıyor Spyro’nun kalbine, Katerina sessizliğe gömülüyor yine. Korku ve ümit arasında bir adam. İkisinin arasında sıkışıp kalıyor, her defasında sonsuz bir döngünün içinde, yaşamı ölülerle dolu. Yersiz yurtsuzluğun çok ötesinde, tütün yaprakları biliyor çilesini, hakikatini. Anılara gömülü bir yaşam dakikası çayırların serinliğine bedel ama Spyro bu noktada tek başına. Katerina gözlerinde doluyor, yeşeriyor, birleşiyor, o bugünde, Spyro’ysa dünde. Dün ve bugün iç içe.




Sağanak yağmur kamçılıyor Spyro’yu. Yılların acısını çıkarıyor bedeninden, defalarca, acımasızca, merhametsizce. Kemanı da ıslanıyor. Sovyetler’e yağan kar gibi her teli, soğuk ve hüzünlü. Dinmiyor, şiddetini arttırıyor gündüz ve gece. Sadece izliyorlar, bakıyorlar, denizler köpürüyor. Bir hiç gibi. Koca bir hiç Spyro. Kitera uzakta yasını tutuyor. Onurlu bir adamın onuru eziliyor. Susacak Spyro, o sustukça bizim vicdanımız bir darbe daha alacak, kalbimiz bir kez daha titreyecek. Karadaki adımları silik. Kalbi, anıları, zihni göç hâlinde olan bir adamın ne zaman yurdu olur? Öldüğünde mi? Yoksa öldürüldüğünde mi? Spyro’nun yurtsuzluğu, onların korku dolu ve taşlaşmış kalpleri.

Angelopoulos manzaraların pusluluğunda gizleniyor. Kitera’yı hakikatin eşiğine bırakıyor, en kuytuya, kuytularda ölüm daha derin. Ölüm, yaşamın içinden ansızın doğuyor. Martı sesleri çok uzaklardan duyuluyor, sis çöküyor, yağmurlar diniyor. Soğuk rüzgârlar esiyor, liman kederlendirilmiş bir vasıfla isyan ediyor bu katlanılmaz yazgıya. Ruhlar çoğalıyor, git gide, kalabalık soytarıların gösterisini izliyor. Çirkin krallar tahtını bırakmıyor, gökyüzünü paylaşmıyorlar, gölgeleri yokluyor bir adam. Kadın onu istiyor, en uzağa, en kuytuya, en sessizliğe. Bu dünyanın tozluluğundan uzağa, hainliğin olmadığı bir yer olmalı. Yolculuk çetin olsa da inanmış iki el, bir kalbe karşı koymaya gücü yetmez, yetmeyecek de. Izdırap ve elem birlikteler, adam ve kadın susuyorlar, birbirleriyle bütünler. Deniz, onları göğüslüyor, onların yurdu, kovulmuş bir kalp birbirlerine ağlıyor, yağmurda ağladıklarını bile bilmiyorlar. Sis, bütün bunları onlar görmesin diye üzerlerini örtüyor, yavaşça, sessizce ve merhametli bir şekilde. Bakışlar ufukta birleşiyor, Kitera’ysa kalbini bekliyor.

Çürük elma.

Arıcı ― Ο μελισσοκόμος ― O melissokomos [1986]

-Şanslısın. Dinle... Şarkı gibi, değil mi?
-Nedir o?
-Çiftleşmemiş genç arılar... Kraliçe arı olmak isteyen ve balmumundan yapılmış hapishanelerinin kapısını döven bakireler kapıyı kırmaya çalışıyorlar. Fakat diğerleri, nöbetçiler dayanarak çatlakları dolduruyorlar.
-Çıkmalarına neden izin vermiyorlar?
-Çünkü arılar sadece Kraliçe olarak seçtiklerinin çıkmasına izin verirler. Diğerleri ilkinin başına bir şey gelmesi hâli için saklanıyor. Bu arada erkek arılar suya gidecekler. Üzerimizde biriken işlerini yapıyorlar. Onları görebiliyor musun?
-Ne yapıyorlar?
-Kraliçe’yi bekliyorlar. Gelecek erkek arılarla dans ederek göğe yükselecek ve bir tanesini seçecek.
-Bu Kraliçe'nin dansı mı?
-Bu Kraliçe'nin dansı...

Anılarıyla bir adam, suskun. Sürekli olarak geçmişin o görkemli hikâyelerinde, toz toprak yaşanmışlıklarında yaşıyor, dünde kalmış kalbi, benliği, her şeyi. Bugüne ait bir şeyi varsa o da kocaman bir hiç. Yine göç, yine yol, yine bir Spyros. Evlatları ayrılıyor evden bir bir, kimi okuyor, kimi evleniyor. Eşinin kalbinden oldukça uzak. O yalnız, tek başına, öğretmenliği bir istifanın gölgesinde sükunete bürünüyor. Babasının, dedesinin, toprağının meşgalesine dönüyor, Arıcı. Yollara düşmüş bir arıcı. Kovanları kamyonetinin arkasında, kendi anılarının seyahatine düşüyor, sessizce. Oldukça ketum, bakışları sabit. Dinlenecek vakti arıyor, dünya ters düz olmuş. Yerle yeksan bir toprağın arasında ezilip kalıyor, arayışı kendinden ötede.

Spyros’un kalbindeki eksiklik, sevgi ve sessizlik gözlerinin ışığında gizleniyor. Hayat ona tokadını atmış, atmış bir köşeye, umarsızca. Her şeye, herkese yabancılaşmış, saçındaki aklar kendi geçmişinin anılarını bağırıyor. Hüznü kenetlenmiş, her defasında yara alıyor, göç hâli, yolculuğu ona eski dostlarını görme fırsatını veriyor. Bugünü reddediyor Spyros, bugüne dair ne varsa. Hiçbir şey onu tatmin etmiyor. Gelgitlerin ortasında savrulup duruyor, her defasında sancılanıyor, eksik bir adam Spyros.

Genç kız. Yersiz yurtsuz genç bir kız. Bugünü hatırlatan bir kimse sadece. Göçün ortasında buluyorlar birbirlerini. Spyros’un kalbini tamamlıyor. Spyros, kaçıyor, dönüyor, dolaşıyor, genç kızdan uzak durmaya çalıştıkça, onu kalbinden atmaya çalıştıkça iyice saplanıyor kalbine. Sevgisini, merhametini ona veriyor. Ağzından laf çıkmıyor pek. Bu bir tutku, aşkın bağı. Spyros, bugüne saplanmayı reddediyor her defasında. İki insan, ikisi birbirinden kurtulmaya çalışıyor, sonra birbirlerini arıyorlar, kaçıyorlar, arıyorlar, kaçıyorlar, arıyorlar. Öyle ki tüm bunlar olurken sessizlik O melissokomos’un içinde büyüyor, Arıcı Spyros kuytulara karışma niyetinde, dünyadan el ayak çekiyor, bugünün dünyası artık çok kirli. Hayat tesadüf ya da biraz karma. Kendi öz topraklarının kokusu, yurdunun hasreti, gençlik yıllarının dostları bu dünyadan, kendi dünyasından göç ettikçe onun ketumluğu daha katlanılmaz bir hâl alıyor. Bu dünyanın gülünçlüğünü istemiyor çünkü onu yaşamaya bağlayacak öze, hakikate dair izlerden noksan. Angelopoulos, Spyros ile bir insanın varlığını ve hiçliğini iki keskin çizgi ile gösteriyor. Onun maneviyatındaki yokluğunu, varlık-hiçlik dualitesini, arayışının dakikalarını hakikat sessizliğine ve pusluluğuna bağlıyor. Kovanlardaki arılar sonsuz kargaşayı, petekleri onların çıkmazını oluşturuyor. Bitmek bilmeyen sesleri Spyros’u sindiriyor. O sustukça, onların sesleri artıyor. Rüzgâr yaklaşıyor, korku da.

Victor Erice’in 1973 yılı yapımı, destansı dicta blanda filmlerinden biri olan İspanyol taşra hicvi Arı Kovanının Ruhu’ndaki düşünce geçişlerinin bir benzeri Angelopoulos’un Arıcı’sında da mevcut. Erice, taşradaki yalıtılmış kültürün özünü - sevgiyi, hakikatin merhalelerini iki çocuk (Ana ve Isabel) ile gösterirken, Angelopoulos bunu sadece Spyros’un omuzlarına yıkarak yapar, genç kızıysa bugünün bir prototipi olarak verir. Ana ve Isabel, Erice’in arı - kovan metaforunun  salt mekanizmasını oluşturur, onlara fonksiyon ve toplumcu gerçekçilik perspektifine  uzanarak bir kimlik kazandırır. Onları, toplumun ötesindeki geleceği karartılmış, yalnızlığa itilmiş çocuklar olarak resmeder. Angelopoulos’un Spyros’unun bu bağlamda Ana ve Isabel’den farkı yoktur, bu iki timsalin ardında adil olmayan dünya düzeni yatar ki iki usta yönetmen Erice ve Angelopoulos bir aralıkta buluşur : Hakikat değişmez, birdir.

İlk seferinde hava güneşliydi. Güneş ışığı gözümüzü alıyordu. Meramımız belliydi. Boş yere gölgelik bir yer aradık...


Theodoros Angelopoulos, Spyros’un anılara gömülü yaşamıyla eskiyi, değişmemiş ve saf olanı bir kez daha suyun yüzüne çıkarır. Zaman ilerledikçe zehirlenir insan, eskide bozulmamışlık vardır. Belki de Spyros’un bugünkü yaşantısının kökleri çoktan kurumuştur, bitap düşüşü, çöküşü ve de yıkılışı bugüne bir ağıttır, bugünün dünyası, eskinin dünyası, keskin farklar ve bu farkların arasındaki boşlukta kalan bir insan ya da insanlar. Değişmiyor, bugündeki genç kıza son kez tutunmak isteyişi bundan. Yaşamasını gerektirecek dallara sıkı sıkı tutunmalı Spyros. Gözlerinin sürekli olarak boşluğa dalışı rahatsızlık verici, yaşadığı anlarda ölüşünün dirilişini istiyor ama zorluğun içinde kalbi ve anıları.

Toprağın insanının elleri titrer. Çile ve hüzün her zaman vardır. Bazen can yorar. Kalbini dinlendirmek ister, her şeyden vazgeçip, en uzağa, en kirlenmemişe, en güzeline gider insan. Bu bir saplantı değil. Saldırıları, dünyanın tozlu yüzeylerindeki hakikatin yitirilişinden doğan örümceklerin dağılmayan ağlarına benzer. Ondan kurtulup, pür olanı göğsüne alıp sarılma niyeti taşır kalp. Zira, insan temiz yaratılmıştır. Kirleten biziz, onlar. Bugünkü yaşantısının izlerini gördükçe daha çok yara alır. Anıların kendi seyahatindekini yerini bilir. Zaman geriye doğru değil, ileriye doğru akar. Onlar Spyros’u öldürdükçe, Spyros daha da derinlere iniyor, hasretlerine, anılarına. İçimizde diriliyor. Bugünden eksik, yarım okunmuş bir kitap gibi, daimi bir resimsizlik isteği gibi. Spyros’un yaşamındaki bulantının mimarları bugün kendi dünyalarında insanları öldürüyor, acımasızca, kazandıklarını sanıyorlar, yanılıyorlar. Bu istek onlara diğerlerinin yaşam alanını bir alt bareme indirgeme imkanı tanıyormuşçasına hoyratça soytarılıklarını sergilemeye devam ediyorlar ve insan bir kez daha kuytulara çekiliyor. Spyros, kovanlarının yanında artık, babasının, dedesinin toprağında. Yıllar önce orada yaşardı. Toprağı kokluyor, toprak ona istediği her şeyi veriyor.

Ölümlerinin ardından usta yönetmen T. Angelopoulos’a ve Fellini filmleriyle bildiğimiz, Arıcı’da ciğerlerimize işleyen usta oyuncu Marcello Mastroianni’ye en derin duygularla…

Puslu Manzaralar ― Τοπίο στην ομίχλη ― Topio stin omichli [1988]

Sevgili Babacığım,

Sana yazıyoruz çünkü gelip seni bulmaya karar verdik. Seni hiç görmedik ve seni özlüyoruz. Hep senin hakkında konuşuyoruz. Ayrıldığımız için annem çok üzülecek. Onu derinden seviyoruz, sakın sevmediğimizi düşünme ama hiçbir şeyi anlamıyor. Senin nasıl göründüğünü bilmiyoruz. Alexander bir sürü şey söylüyor. Seni rüyasında görüyor. Seni çok özlüyoruz. Bazen okuldan eve giderken peşimden ayak sesleri duyduğumu zannediyorum, senin ayak seslerini… Dönüp baktığımda ise orada hiç kimsecikler olmuyor. Sonra, kendimi yalnız hissediyorum. Sana engel olmak istemiyoruz. Sadece seni tanımak istiyoruz, sonra geri döneceğiz. Bize cevap yazarsan tren sesiyle yap : tatan... tatan... tatan... tatan... İşte buradayım, seni bekliyorum… tatan... tatan...

Voula

İki küçük kalp. İkisi de birbirlerine bağlı. Tarif edilemeyen bir korku var yüzlerinde. Soğuk tren istasyonları, göçlerinin habercisi. Bu göç, sürgünlük hâli, umutla başlıyor, içlerinde besledikleri umutla. Sonsuza dek uzanan, sevgi ve hasret. Yollara düşüşleri eksikliklerini tamamlamak adına, karanlıktan aydınlığa uzanmak için, başlangıçta karanlık vardı. Bilmedikleri diyarlara, bilmedikleri insanların içine karışarak yaşamın karmaşasına, hıçkırıklarına şahitlik ediyorlar. Onlar çocuk kalbinin güzelliğiyle varlar. Kirlenmemiş, saf ve en güzel hâlleriyle sürekli gidiyorlar, sürekli. Vazgeçmiyorlar. Sınırları bilmiyorlar.

At, özgürlüktür. Çocukların özgürlüğünü öldürmeyin. Herhangi bir at, fark etmez. Bu, Voula ve Alexander için pek önemli değil. Soğuk bir yer. Yabancı insanlar, yabancı bir kasaba. Yabancı olmayansa, hissiyatları. Voula ve Alexander ağlıyor ata. Attan ziyade ölümün soğukluğuna alışık değil bu iki kalp. İçlerindeki duygu birikintisi yaşlı adamların ağlamalarına benziyor. Ellerini tutacak kimsecikler dahi yok. Öyle ki arkalarında başka dünyanın insanları gülüp eğlenirken onlar hüzünleniyor. Dünya böyle bir yer. Acımasızca, birileri sürekli gülüyor, birileri sürekli ağlıyor. Değişmeyense, bunların birbirinden bağımsız olmayışı. Bir çocuğun özgürlüğünü öldürenler, onu bir hiç gibi köşeye fırlatanlar acizliklerini göstermekten utanmıyorlar. Ve asıl huzursuz eden de maneviyatsızlığı istemeleri, hissiyatları bertaraf etme arzuları, kazanmak, sürekli bir zafer, sürekli bir galibiyet, bunun için sahte provalar, sahte benlikler ve de sahte kalpler üretmeye devam etmeleri.

Asil olanın hep köşede saklanışı, Puslu Manzaralar’ın sessiz manifestosundan başkası değil. Yaşamın bütün çetinliği hâkim önlerinde. Sürekli yığılıyorlar, sürekli bir engel çıkıyor. Bu hiç bitmiyor. Küçük bakışları umutsuzluğu yıkıp geçmek istiyor. Kötü insanlar var ve bunlar oldukça zararlı. Çocuklar, yaşamın çizgilerinde yitip sisli ağaçları, puslu manzaraları, fotoğraf şeritlerinin gerçekliğini istiyorlar. Başka bir şey değil. Görmediklerinin özlemini duyuyorlar, seviyorlar. Angelopoulos, çocukları dünyanın o bozulmamışlığın bir portresi olarak sunuyor, onların hakikatini denizlere, gökyüzüne yerleştiriyor. Çocukların içinde bulundukları durum rayların soğukluğuna ve karanlığına eşit. Ne eksik ne fazla. Onlar ilerledikçe, yolları da büyüyor. Ardılı sonsuz. Baba gizli bir özne, anne kapalı bir ses. İlginçtir ki babalarının yokluğu gibi film boyunca anne de gözükmez. Sadece bir gölge, bu kadar. Çocukların yoksunluğu belki de bu yüzden daha hüzünlendirici, daha çarpıcı bir hâl alabilmektedir. Annesiz, babasız bir çocuk her zaman mahzun ve masumdur. Tüm bu soğuk şartlar altında, yürüdükleri yollar göğüslerindeki enginlere benzer.

Sürgünlük hâline dayanamıyorlar, yorgun ve argın düşüp çoğu kez tanımadıkları garlarda uyuyup kalıyorlar. Sürgün iki çocuk, yine göç hâlinde bir adama rastlıyorlar. Hem arabası hem motosikleti var. Bu, çocuklar için muazzam bir duygu. Kaderleri ortak, yolları kesişiyor insanların. Yersiz-yurtsuzluk özlemi içinde barındırır, onda muntazam bir şefkat gizlidir. Sonra, içten bir dayanışma, kendiyle barışık olma hâli. Sürekli gidiyor olma duygusu, bir yerlere bağlı olmama düşüncesi insanı silker, kimi zaman yıpratır, kimi zaman içinde öldürür insanı. Bir şeylerin varlığına hükmedemeyebilir, hatta çekirdeği bile kırabilir, ondan sıyrılıp kendi göç farkındalığını ve vicdanını kurar insan. Düşünce hareketlidir. Yaşama direniş gerekli, o kutsal zafer için, ötelerdeki ağaçlara sımsıkı sarılmak için.





İçerdeki inanç. Voula ve Alexander, bir inancın verebileceği tüm erdemi kendi içlerindeki konuşmalarda ve davranışlarda göstermektedir. Alexander’ın Voula’ya -bir şekilde tamamlanamayan- dünyanın oluşumuna dair hikâyesi, rüyasındaki imgeler ve denizin içinde beliren devasa, betonarme el ile kendi hakikatlerinin gerçekliği işaret edilir. Bu onların gözünde somut olarak göğe doğru yükselen “Tanrı’nın Eli” gibidir adeta. Başlangıçta her şey karanlıktı, sonra ışık çıktı. Angelopoulos, çocukların rüya-hakikat olgusunu bu tasvirle gerçekleştirdiği gibi, pusları ve fotoğraf şeridindeki gözükmeyen ağaçları sınırların ötesine yerleştirir. Sınırlar, bilemediğimiz sınırlar… Alexander’ın bilmediği sınırlar.

Her birimiz sana aynı şeyi yazıyor ve her ikimiz de sessizleşiyoruz... birbirimiz aynı dünyaya, aynı ışığa, aynı karanlığa ve sana bakmadan önce…

Puslu Manzaralar, bir yol ve hüzün sancısı gibi gözükse de tüm bunları aşıyor. Angelopoulos, insanın içindeki çıkmazları, kendi hakikat eşiklerini, kendi olması gereken yol – sınır ile göç hâlinin altını bir kez daha çiziyor. Puslu bir hakikat, ötelerde bekler vaktini. Oraya yolculuğun sonunda varıldığında karanlıktan aydınlığa uzanacağız. Bir manzara çıkacak ortaya, gözleri kamaştıran. Büyüleyici. Sessizleşeceğiz önce. Sonra, bir ışık belirecek. Pusun tam ortasındayız. Derinlerde bir yerde hareketlilik var. Her şey, her yer derin ve saydam. Bu, tarif edilemeyecek bir duygu. Korku da var. Gölgelik bir yer arayacağız, yılların arzusu belki de bu olacak, yıllarca beklenen bir an. Engeller aşıldı artık, sular geçildi, karanlıklardan kurtulma vakti. Özgürlüğün ve saadetin ferahlığı yavaş yavaş çöküyor, görkemli bir düzen. Kurulmuş düzenin uzantısı sonsuzluğa benziyor, hakikat artık çok yakın. Angelopoulos susuyor, kelimelerini geri vermiyor bize. Manzara giderek tüm asilliğini göstermeye başlıyor, bütün bir tatlı inadıyla. İlk başta her şey güneşliydi. Ölüyoruz, ölüyoruz, ölüyoruz. Biz ölümden doğacağız.

Hullo Seagull.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder