20 Temmuz 2017

Jean Borella — Akıl, Kültür ve Tradisyonalizm

Sokrates ve Öğrencilerine işaret eden bir detay. Muhtaru'l-Hikem ve Mehasinu'l-Kelim.


Fransızcadan çeviren: Ali Hasar

Aristoteles'te, –müdrikedeki–, faal akıl (intellect agent) ile münfail akıl (intellect patient ou possible) tasnifi şu mülâhazadan neşet etmektedir: müdrikemiz, bütün bilkuvve (en puissance) akledilirlerdir –başka bir ifadeyle: özellikle bizâtihi bilfiil (en acte) hâldeyken hiç akledilemeyeni anlayan ve a priori olarak düşünülebilir, anlaşılır bir şekilde kavranabilir şeyleri– haizdir. Aristoteles bu münfail aklı, yazıdan noksan olduğu için her şeyin açıkça yazılabildiği bir levhayla mukayese eder. Bununla birlikte; akledilir (intelligible), niteleyici maddi koşullardan soyutlanmış kendinde bir tümel (küllî) olmasına karşılık; müdrike, yalnızca, çiçek, taş vb. münferit şeylerin suretlerini nefsin tahayyül gücüne bırakan duyular aracılığıyla tanıdığı nesnelerle ilişki içindedir. Öyleyse, bilfiil akledilir olarak yalnızca müdrikede var olan –tıpkı şeyin zihinsel imgesindeki gibi– kuşkusuz şeyde (öz) mevcut bu akledilirin gerçekleşmesi nereden kaynaklanmaktadır? İnsan nefsinde, zihinsel imgenin, bu imgenin akledilir biçimini saydamlaştırdığı bir gücün mevcudiyetini farz etmek gerekir. Bu meleke, ruhumuzun bu gücü, Aristotelesçi geleneğin (Aristoteles'in değil) faal akıl diye adlandırdığı şeydir. Aquinolu Thomas'ta her insana özgü bu faal akıl, İlahî Aklın ışığına belirli bir katılımdır. Faal aklın haber verici ışığı altında zihinsel imgeden soyutlanmış akledilir; bu –etki– üzerine düşünceyle geri gelen münfail akılda kendine yer bulur, kendini ifade eder ve de bir kavram altında kullanılır. 

Bu bilişsel süreçte (en azından kısa bir takdimle verdiğimiz), kültürün ve dilin saygınlığının bir etkisi yoktur. Her şey; bilen özneyle bilinen nesne, düşünceyle dünya arasında gerçekleşir. Oysa, faal akıl ışığı altında, akledirin soyutlama öğretisinin, bilişsel sürecin (normal olarak varsaymamız gerektiği gibi) gerçekliğini sahiden de nitelediğini/izlediğini kabul edersek; gerçekleşmesinin somut koşulllarını bilmediğine de kanaat getiririz. Bu şema, sadece, bilgece inşa edilmiş bilişsel bir aygıtı dikkate alır. Burada söz konusu olan geçerliliğinden şüphe duymak değil, bir şekilde –tek başına– işlev gördüğünü belirtmektir; kimse bize bunun, marş motoru olmadan çalışan bir pistonlu motor gibi, işlev gördüğü hakkında hiçbir şey söyleyemez. Ya da daha ziyade, marş motoru burada bir tek –duyusal tecrübeyle– çalışmaktadır. –Bilişsel aygıt dikkate alınırsa– Müdrikenin bir kavram üretmesi ve her şeyin harekete geçmesi için tek bir algılama yeterli olacaktır. 

Bununla birlikte, birinci yaklaşım olarak kabul edilebilecek bu tez, mutlak bir düşünceye ehemmiyet vermiyor gibi gözükmektedir: duyusal tecrübe bizi bir tür duyusal gerçekliklerle (duyusal nesne kategorisi yeganeymiş gibi) değil, iki hususla: şeyler ve göstergeler (işitsel ve görsel) ilişkiye iter. Bütün mesele de budur. Duyumsallıklarına gelince, hiçbir şey bir göstergeyi bir şeyden ayıramaz: diğerlerinin bir belirsizliği ve her ikisi arasındaki karışıklıkların her zaman mümkün olması dahilinde her ikisi algısal olaylardır. Duyularımız üzerinde etkileri kalmasıyla, her ikisi bizi sadece bir şeylerin var olduğu hakkında bilgilendirir. Dolayısıyla, göstergenin gösterge olarak algılanması duyumsal olarak değildir. Bir gösterge olarak algılama; duyusal var olmasının kendini belirtmesi için, –algıladığımız nesneler için olduğu gibi– , başka bir şey için, bir görülmez: bir his için de zihnin bir hareketiyle kavranmasını gerektirir.

Simge Kuramı ve Tarihi'nde Helen Keller olgusu hakkındaki bu –göstergenin deneyimi–ni uzunca incelemiştik. Burada, zihin bilincine sahip insanın doğuş eylemini görürüz. İnsan kendisinin ve dünyanın ayırt edici bilincine dilin keşfinde başlar; çünkü dünyada, görünmez bir dünyanın –anlam, öz, akledilir ve kavram– görülebilir yüzü olan bir şeylerin bulunduğunu, zihnin mucizesini anlar. Dil yetisi denilen şey kültürdür.

Ne var ki, her şey bundan ibaret değildir. Kültür ve dil yetisi deneyimi, yalnızca kavranabilirin olduğu bilinçli düşüncemizi meydana getirmemektedir. Dünyadaki olaylara ad vererek, onları konuşmaların, dansların, şarkıların, jestlerin, var olma biçimlerinin ve de mitlerin arasına yerleştirerek arketipik anlamlarını üretir: önümüze şecerelerini serer. Kültürün tıpkı müşterek bir faal akıl gibi olduğunu söylediğimiz şey de bu anlamdadır. Bu da, bir taraftan, göstergenin deneyimi olarak, her insanda faal aklın eylemini uyandırır; diğer taraftan, öğretimiyle, özlere doğru kılavuzluk eder. 

Dil yetisi ve kültürün bu işlevi belki de Aristoteles felsefesinden tamamen ayrı değildir. Nikomakhos'a Etik'te şunu okuruz: "düşüncenin erdemi, büyük ölçüde eğitimde yatar, doğuşu ve gelişimiyse..." Bu, her hâlükârda, 19. yüzyılın başlarında Joseph de Maistre, Louis de Bonald, Félicité de Lamennais tarafından kaleme aldıkları şeye ve tradisyonalizm denilen akımı andırmaktadır. Birçok kilise cezasını konu edinen bu akım; öyle görünüyor ki aklın bizzat kendisinin, Tanrı'nın varoluşunun, temel özelliklerinin ve nefsin maneviyatının mutlak bir bilgisine ulaşabildiğine karşı çıktığı için, koyu dindar düşünürler açısından, 18. yüzyıl felsefî akılcılığının bir sonucu olan Fransız Devrimi'nin ideolojisine bir tepki göstermiştir aslında. Bununla birlikte, Aydınlanma ideolojisine karşı bile olsa, tradisyonalizm, döneminin böylesine bir çocuğudur ve insanın oluşumunda dilin ve kültürün işlevini dikkate almayı bilecek önemli taleplerden birini kapsamaktadır. Daha önce göstermiş olduğumuz gibi, kültür; 18. yüzyılın bütün düşüncesinde egemen olan tabiat ve insanla birlikte önemli üç sacayağından birini temsil eder. Tam anlamıyla spekülatif eserler bu üçgen içinde yer alırlar ve üçü, yeni gelinen nokta kültürünkidir, evet yenidir, çünkü –Leibniz'deki gibi, dikkate şayan birkaç istisnayla birlikte– önceki dönemlerin felsefî sorunsalından hemen hemen uzaktadır. Doğu dillerinin keşifleri, (daha ziyade Samskrutam dili), İncil'de yabancı halklardan bahseden etnografik buluşlar sadece bir kültüroloji bilincinin ortaya çıkmasına değil; körlerin ve sağırların entelektüel yaşamına, dolayısıyla göstergelerin işlevine, dilimizin ve düşüncelerimizin kökeni için doğru kullanımı sistemleştirmenin yanında dili açıklamayı ve mantığını göstermeyi amaçlayan dilbilgisi araştırmalarının gelişimine de katkı sağlamıştır. Açıkçası, tradisyonalistlerin kültüroloji bilinci –her ne kadar Maistre ve Bonald bir ilkel Vahyin varoluş kaynağı olarak gösterseler de– tin yaşamını ruhbilimselliğe indirgemeye çalışan Aydınlamacıların karşısındadır. Bununla birlikte; kültürün, göstergelerin ve diller tarihinin –bir tin biliminin başat durumu sıfatıyla– yükselişi söz konusudur. Roma Kilisesi, bu mahkumiyetin/kınamanın sonuçlarının her zaman mutlu olmadığı sayılsa bile salt (doğal) aklın hukukunu ve kuvvetini düşündürmekte –1832 ve 1834'te– şüphesiz haklıydı. Ama yine de, bu doğal akıl (örn. ilk hareket ettirici (muharrik-i evvel) olarak Tanrı'yı işaret eden salt akıl) döneminin bütün kültür akımlarıyla bilgilendirilse dahi, doğaüstü Vahiy karşısındadır. Bunun üstünde durmamız (için) gayet açıktır. 19. yüzyılın ikinci yarısında Fransa'da üne kavuşan simgecilik hareketiyle Kardinal Pitra, Mgr Devoucoux, Abbé Lacuria ve bu tradisyonalist ekolle –en azından kimi açılardan René Guénon ve birkaçıyla– hiç şüphesiz ilişki kurulabilir.

Bizim asıl düşüncemiz, pek bilmediğimiz ya da Guénon haricinde az okumuş olduğumuz yazarlarla değil de özellikle metafizik temelleri, hatta kültür ilahiyatını atma başarını amaçlayan, birçok noktada buluştuklarımızla ilişkiye dayanmaktadır. Bununla birlikte, tradisyonalist öğretilerin, zikrettiğimiz gibi, göstergenin/simge keşfi sebebiyle kültürelin dercini manevi yaşama dahil etmiş gibi gözükmemektedir. Semantik tecrübe –zihnin bilinçli yaşamına yol açan eylemi gibi– ilahî ya da melekî bir vahye dayanmaksızın –Yazının az ya da çok açıkça eğittiğine inandığımız için– kökeninde bilgisizliğimizi bulduğumuz dil yetisi ve göstergelerin varoluşunu hiç şüphesiz varsayar. Ancak; saf (doğuştan) aklın, düşüncenin ve müdrikenin işlevinin reddetmekten uzakta olan semantik tecrübe bundan aynı zamanda şu varoluşu da göz önünde bulundurur: zihni üreten dil yetisinin keşfi değildir. Yine de, aklın yalnızca bir nesne ona bildirildiyse işlediğinin ve bu nesneler, bu duyusal veriler arasında her birinin de şeyler, diğerlerininse göstergeler olduğunun kanaatindeyizdir.


Bu makale, Jean Borella'nın Dinsel Simgeciliğin Bunalımı (İnsan Yayınları) kitabı içinde yer almaktadır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder