26 Aralık 2020

Mimetik Arzu — Rene Girard ile Söyleşi



[...]

Başlangıçtan Beri

Sartre'ı daha önceleri okur muydunuz?

Sartre Birleşik Devletler'e geldikten sonra ilgimi çekti. Romanlarını hiç sevmedim, Sözcükler'i dışında. Bununla birlikte, gerçekten anladığım ilk felsefi yapıtı Varlık ve Hiçlik, özellikle de kötü niyetle ilgili bölümleriydi. Okuduğumu anladığıma çok şaşırmış ve bunları benimseyip benimsemediğimi kendi kendime sormaktan dolayı etkilenmiştim. Bu nedenle de Indiana'nın sakinliği ve yalnızlığı içinde Paris'te beni çok korkutan, içeriğine erişemeyeceğim gibi görünen bütün kitapları anlamaya koyuldum.

—Romantik Yalan ve Romansal Hakikat

Romantik Yalan ve Romansal Hakikat öncesinde yayımladığınız makalelerde mimetik kuramla ilgili birtakım izler var mı?

Valéry ve Stendhal üzerine bir makale anımsıyorum. Valéry'nin kötü niyetli olmakla suçlayarak saldırdığı Stendhal'i savunuyordum. Valéry'ye karşı ortaya koyduğum düşüncelerde mimetik ögeler bulunmaktadır. O düşünsel yaşam konusunda tekbenci bir tutumu, bana kalırsa, açık bir biçimde böbürlenmeyi öne çıkaran Stendhal'e göre daha kötü niyetle savunuyordu.

Size göre Romantik Yalan ve Romansal Hakikat yani eleştirinin Amerikan tarzı bir eleştirisi miydi?

Biraz öyle. Özellikle Poulet gibi, Flaubert'deki çemberler üzerine kitap yazma ve bunu Madam Bovary'nin şemsiyesinin kum üstüne düşen yuvarlak gölgelerine dek götürme yeteneğindeki araştırmacılara yönelik bir eleştiriydi! Bu türden denemelerin başarısı Amerikan edebiyat bölümlerinin yapıbozum (déconstruction) konusunda gelişmiş olmalarının nedenini anlayabiliriz. Yeni eleştiriyi savunanların çoğunlukla antientelektüel olmalarından ve felsefeyi bilmedikleri halde bilir geçinmelerinden dolayı, bu çözümlemenin başlangıçta çok yararlı etkileri oldu. O nedenle, çözümleme ilk aşamalarda düşünceye geniş bir görüngü ve yeni bir canlılık getirerek felsefeye yönelmeyi sağladı. İlk yıllar, birçok açıdan aynı eğilimlerin güçlendirilmesi söz konusu olsa da, bu yeni eleştiriden bir tür kurtuluşu simgeledi.

Mimetik Düzeneğin İşleyişi

Mimetik arzu ve mimetik düzenek kavramlarını, kitaplarınızda işlediğiniz biçimiyle, tanımlayabilir ve aralarındaki ayrımı ortaya koyabilir misiniz?

Mimetik düzenek terimi çok geniş bir olgular dizisini içermektedir: Mimetik arzuyla başlayan, mimetik rekabetle süren, mimetik ya da kurbansal bunalımla şiddetini artıran ve sonunda da günah keçisi çözümüne ulaşan bütün bir süreci gösterir. Bu uzun yolu açıklamak için işin başından, başka deyişle mimetik arzudan yola çıkmamız gerekir.

İlk önce arzu ve açlık arasındaki ayrımı belirlememiz gerekiyor. Yiyeceklerle, cinsellikle ilgili açlık henüz arzu değildir. Bu bir modele öykünmeyle arzuya dönüşen biyolojik bir iştir; bu modelin varlığı kuramımda çok belirleyici bir ögedir. Şayet arzu mimetik, bu nedenle de öykünmesel olursa, o zaman özne, modelinin sahip olduğu ya da arzuladığı nesneyi arzulamaktadır. Özne ya modeliyle aynı dünyada ya da farklı bir dünyada gelişir. Farklı bir dünyada olması durumunda, kuşkusuz modelinin nesnesini elde edemez, bununla ancak dış aracılık adını verdiğim bir olguyla ilişki kurulabilir. Örneğin –onun modeli olmuş– sevdiği sinema oyuncusu ile ben ayrı ayrı ortamlarda yaşıyorsak, onunla benim aramda doğrudan bir çatışma olanaksızdır, herhangi bir çatışmaya yol açmayan bu durumu dış aracılık olarak tanımlıyorum. Buna karşılık, ben modelimle aynı ortamda yaşıyorsam, bu da benim yakınım, neighbour'umsa (komşu), o zaman onun nesnelerine ulaşabilirim. Bu nedenle rekabet ortaya çıkar. Bu tip mimetik ilişkiyi, kendi kendini sürekli güçlendiren iç aracılık olarak adlandırıyorum. Öznenin ve modelin fiziksel ve ruhsal yakınlığı yüzünden iç aracılık sürekli daha çok bakışım üretir: Özne modeline, modeli de özneye öykünür. Sonunda da özne kendi modelinin modeli olur, başka deyişle öykünücü kendi öykünücüsünün öykünücüsü durumuna gelir. Böylece daha çok karşı karşıya gelmelere, yani daha çok çatışmaya doğru bir gelişme sürecine girilir. Bunu İkizler'in ilişkisi diye adlandırıyorum. Nesne rekabet ateşi içinde kaybolur: iki rakip arasındaki tek saplantı, çok geçmeden nesneye sahip olmaktan çok, rakibi yenmek olur; kısacası nesneye sahip olmak gereksizleşerek salt çatışmanın kızışması yönünde bir bahane olur. Rakipler giderek daha çok benzeşirler, ikizler haline gelirler. Mimetik bunalım hep özne ile modelin rollerinin bu karşıtlığa indirgenmeleri durumunda ortaya çıkan ayırımsızlaşma bunalımıdır. Bu bunalımı olanaklı kılan nesnenin yok olmasıdır, yalnızca şiddetlenmekle kalmaz, bulaşıcı hastalıklar gibi çevreye de yayılır.

Bu varsayım benin doğal anlatımı olarak görülen arzunun çağdaş anlayışıyla çelişiyor. Bir anlamda arzu bireye "ait olan" bir şey olmaktan çıkıyor, daha çok dikkatleri gerçekliğin nesneleri üzerine güçlü biçimde yoğunlaştıran açlıkların ve çıkarların bir çakışması söz konusu oluyor; bu "vektör" de model tarafından verilmektedir.

Çağdaş dünya aşırı bireyselcidir. İstenir ki arzu yalnızca bireysel, yani tek olsun. böyle olursa arzunun nesnesine olan bağlılık, bir biçimde, önceden belirlenmiş olacaktır. Arzu bir tek bana ait olursa, yalnızca benim öz doğamı ifade ediyorsa, ben hep aynı nesneleri arzulamak durumunda olacağım. Şayet arzu böyle donuk bir şey olursa, onunla içgüdüler arasında büyük bir ayrım kalmaz. Arzunun devinimli olması için –bir yandan açlıklar ve içgüdülerle, öte yandan toplumsal çerçeveyle ilişki içinde– buna epey bir öykünme katmak gerekir. Tek mimetik arzu özgür, gerçekten insana özgü olabilir, çünkü nesneden çok modeli seçer. Kısacası mimetik arzu bizi insan yapan, bize alışılmış ve hayvansal açlıklardan uzaklaşma ve hiç yoktan yaratılamayacak olan kendi öz kimliğimizi oluşturma olanağı veren şeydir. İşte bize uyum sağlamaya yetenekli kılan, insana kendi öz kültürüne katılması için bilmek zorunda olduğu her şeyi öğrenme olanağı veren mimetik arzunun bu özelliğidir. İnsan bunu icat etmez, kopya eder. 

Niçin öykünme (imitation)  değil de mimetizm sözcüğünü seçtiniz? 

İki sözcüğü de kullanıyorum, ama bütünüyle de aynı anlamda değil. Mimetizm sözcüğünde daha az bilinç var, oysa öykünme'de daha çok. Eğer arzunun mimetizmini belirlemek istiyorsak, çoğu zaman yapıldığı gibi, ölçüyü kaçırma tehlikesine düşmek ve her öykünmeyi arzu olarak tanımlamak istemiyorum. XX. yüzyıl hep bunu yapageldi. Freud aynı şeyi yaptı, Şiddet ve Kutsal'da belirttiğim gibi. Freud, çocukların anababalanna öykündüklerini gördüğü her yerde, en küçüklerin bile büyükleriyle aynı şeyleri arzuladıklarını düşünür. Arzu İlkesinin Ötesi'nde, öykünme (Nachahmung) sözcüğü her yerde belirir, ancak bu kavramın hiçbir işlevi yoktur. Bana göre, öykünme kavramından kaçınma eğiliminin başlıca nedenlerinden birisi, çatışmalı gücünden yoksun bırakıldığında, bunun "basit" görünmesi ve günümüzde "karmaşılığa"  karşı duyulan (ve çok mimetik olan) hevesi tatmin etmemesidir. Şu durumun bütünüyle bilincindeyim: ilk kitabım bu biçimde düşünmenin kurbanı oldu. Öykünme kavramını tartışmayı kabul etmeyen tutum kültürümüzde egemen olmayı sürdürüyor ve mimetik kuramı buna tepki göstermektedir. Feu sacré (Kutsal Ateş) adlı yapıtında Régis Debray bana çok acımasız elli sayfa ayırır, ama mimetik rekabet kavramına hiç girmez. Beni Tarde'la ve Aristoteles'ten günümüze dek etkili olan yumuşak öykünme geleneğiyle eşleştirir. 

—Mimetik Rekabet ve Köken Mitleri

Arzunun yer değiştirmesi tarihte çağdaş bireyin ortaya çıkmasını niteleyen bir özellik olmasına karşın süreç Rönesans'tan sonra hızlanmıştır, siz mimetik arzunun çağdaş bir buluş olmadığını açık biçimde belirtiyorsunuz.

Gerçekten öyle. Modem dönemlerin çarpıcı yanı, seçimin yapıldığı modeller yelpazesinin daha geniş olmasıdır, insanlar arasında satın alma gücü bakımından çok büyük farklılıklar olsa bile, aramızda artık kast ya da geleneksel anlamda sınıf farkı yoktur. Her türlü dış aracılık sistemi yıkılmıştır. Bugün en alt toplumsal düzeyden olan insanlar en yüksek toplumsal kesim insanlarının sahip olduğu şeyleri arzu etmektedirler. Aynı şeylere sahip olmaları gerektiğini düşünüyor, aynı reklâmlarla sarsılıyorlar, oysaki geçmişte arzudaki eşitlik kuşkusuz tasarlanamazdı. Kimi mallara ve ticari eşyalara ulaşmak çok sınırlıydı ya da çok katı toplumsal ve ekonomik farklılıklar tarafından sıkı bir biçimde elde tutuluyor ve kontrol ediliyordu.

Bununla birlikte, mimetik arzu ve rekabet o zaman da vardı ve bunları mitlerin ve Hint Vedalar'ı ya da Kutsal Kitap gibi dinsel metinlerin içinde kolayca görebiliriz. Kurban töreni üzerine sayısız ritüel ve yorum derlemelerini içeren Brahmanlar bu yönden çok etkileyicidir. Betimsel açıdan bakıldığında mimetik rekabet adını verdiğim kavramı tam olarak açıklamaktadırlar. Elbette mitlerin gerçek olayları, ancak oluş biçimlerini değiştirerek anlattıklarını gözden kaçırmamak gerekir. Bugün çağdaşlarımızın onlardan hareketle yaptıkları katışıksız kurgularla hiç ilgileri yoktur. Mitler kısmen yanlış, kısmen doğru, belli bir bilgiyi düzenlerler –veda sözcüğü bilmek, bilim anlamına gelir–, arzu ve kurbana ilişkin her şeyi ortaya koyar.

Je vois Satan'da mimetik arzu ile rekabetin Kutsal Kitap'ta ortaya çıkarıldığını, bununla da yalın bir tanımdan öykünmenin ve çatışmanın daha düzgüsel açıklamasına geçildiğini belirtiyorsunuz.

Evet, bana göre çok temel bir olgu var burada, hepsinden önemlisi de budur. Kitabın Tekvin bölümünde arzu çok açık olarak mimetik biçiminde gösterilir: Havva bir yılanın özendirmesiyle elmayı yer, Âdem de, Havva'nın aracılığıyla ve çok açık mimetik zincir içinde, bu aynı nesneyi arzu eder. Kabil'in Habil'i öldürmesinde de bir istek öğesi vardır, bu istek mimetik rekabetle örtüşür. On Emir'in sonuncusu şöyledir: "Komşunun evine tamah etmeyeceksin; komşunun karısına, yahut kölesine, yahut cariyesine, yahut öküzüne, yahut eşeğine, yahut komşunun hiçbir şeyine tamah etmeyeceksin” (Çıkış, 20, 17) Görüldüğü gibi, mimetik arzu açıkça yasaklanmaktadır. Emir arzulanmaması gereken bütün nesneleri sayıp döküyor, ama olanaksız görünen bu girişimin tam ortasında duruyor. Hiçbir şeyi unutmamak için, bütün arzulanan şeylerin ortak paydasını belirtmek yeterlidir: Bütün bunlar komşuya, yakın'a aittirler. Emir "yakınına ait olan her şeyi" arzulamayı yasaklayarak, aslında mimetik arzuyu yasaklıyor. Bu son emir bütün arzulan sayan temel yasaktır. Şayet buna uyabilirsek, sonrakilerde hiçbir sorun çıkmayacaktır. "Öldürmeyeceksin. Zina yapmayacaksın. Hırsızlık yapmayacaksın. Yakınına karşı yalancı tanıklık etmeyeceksin." (Çıkış 20, 13-16). Komşuya karşı dört suç: Öldürmek, karısını elde temek, malını çalmak, ona iftira atmak. Bütün bu suçlar nereden kaynaklanıyor? Onuncu emir bunu şöyle yanıtlıyor: Mimetik arzudan. En sonda yer alan "yakınma ait olan her şey" sözcükleri başka biçimde yorumlanamaz. Böylece mimetik arzu kavramı Eski Ahit'te çok açık olarak belirtilmektedir.

İncil de aynı şeyi söyler, ama yasakla değil de öykünme terimleriyle. Birçok insan İncil'deki öykünme izleğinin bize mimetik bağlamın dışında sunulan yalnızca İsa modeliyle sınırlı olduğunu düşünürler. Fakat bu yanlıştır. Biz daha hâlâ Tanrı'nın onuncu emriyle telkin edilen evrende yaşamaktayız. İsa bizi mimetik rekabetten korumak için, yakınımıza değil de kendisine öykünmemizi salık vermektedir. Mimetik rekabeti yüreklendiren model ister istemez bizden daha kötü değildir. Hatta daha iyi olabilir, ama bizimle aynı biçimde, bencilce, açgözlüce arzu ederse, biz onun bencilliğine öyküneceğiz, onun bizimkine öykündüğü gibi, ister istemez rekabet eden, sonunda da öykünücüsüyle hep kavgaya tutuşan birbirimizin kötü modelleri olacağız.

Bilgisizlik

[...]

Niçin daha ortak bir sözcük olan "bilinçsizlik" yerine "bilgisizlik" terimini seçtiniz? 

Çünkü bilinçsizlik sözcüğü okurların kafasında Freud'un karma karışık terimlerini çağrıştırmaktadır. Bilgisizlik terimini kullanmamın nedeni günah keçisi düzeneğinin kendi adaletsizliğinin cinayet olduğunu bilerek bilmemesidir. Kurbansal şiddetin bilinçsiz doğası sanırım Yeni Ahit'te de, özellikle Luka içinde açınlanmaktadır: "Ey Baba, onlan bağışla, çünkü ne yaptıklarını bilmiyorlar" (Luka 23,34). Bu cümleyi doğru anlamak gerekir. Resullerin İşleri'nde benzer bir olumlama bunu kanıtlamaktadır; Petrus İsa'yı çarmıha germeye katılmış olan kalabalığa seslenerek şöyle diyor: "Şimdi, ey kardeşler, biliyorum ki, reisleriniz gibi, siz de bunu bilmeyerek işlediniz." (Resullerin İşleri 3, 17) Bu bilgisizlik sözcüğü Yunancada tam olarak "bilmemek" anlamındadır. Bugün bilinçsiz deniliyor. Kişisel olarak sözcüğün başına –l'– eril tanımlığını koymuyorum, bu benim pek güvenmediğim özcülüğü gerektirmektedir. Günah keçisi sürecinde kuşkusuz bir bilinç eksikliği vardır ve bu bilinç eksikliği Freud'daki bilinçaltı denli temeldir. Ama aynı şey söz konusu değil, bireysel olmaktan çok ortaklaşa bir olgudur.

Freud'daki bilinçaltı kavramına yönelttiğiniz eleştiriyi açıklar mısınız?

Ben tanımlanabilir bir ruhsal aygıt düşüncesine karşıyım. Bilinçsizlik kavramı kaçınılmazdır, ama bir "kara kutu" gibi olan bilinçaltı kavramı yanıltıcı durmaktadır. Bunu daha önce önerdiğim için, günah keçisi düzeneğinin bilinçsiz doğası üzerinde geçmişte daha çok durmam gerekirdi, ama bu kavramı Freud'un biçeminde ayrı bir yaşamı olması gereken bir bilinçaltı içine hapsetmeyi kabul etmiyorum.

Bir kişinin mimetik yönü arttıkça, bilgisizliğin daha güçlü olacağını düşünüyor musunuz?

Sanırım bunu bir çelişkiyle yanıtlamak gerekir. Bir insan daha mimetik oldukça, bilgisizliği daha güçlü olur, ama bilgi olanakları da artar. Bana öyle geliyor ki, mimetik arzunun büyük yazarlarının tümü hipermimetikler. Dostoyevski ile Proust'un durumunda, kendini gösterme olan ilk yapıtlarının sıradanlığı ile tümünün de ben'in düşüşü olan sonuncuların büyüklüğü arasında açık bir kopma var, Camus'nün yayımladığı son kitabı da böyledir. Bana göre La chute (Düşüş), kendini kanıtlamak, kendi kendine göz yanıltıcı ahlaki bir kale kurmak için, bütün yaratıyı mahkûm eden çağdaş yazarın kötü niyeti üzerine yazılmış bir kitaptır.

"Hipermimetik bir kişiyi" nasıl tanımlayacaksınız?

Proust ya da Shakespeare gibi yazarlar çok açık biçimde kendilerinden söz ederler. Proust'taki anlatıcının Albertine ile ilişkisinin anlatısına bakınız. Mimetik arzu düzenekleri kabataslak görülür durumda! Albertine olmadığı zaman, onu seviyor; ortada görünmediği durumlarda da artık onu sevmiyor. Bu durum yalnızca bir ya da iki kez olmuyor, o denli sıkça yineleniyor ki, insan kendini araştırma laboratuvarıda sanıyor. Hipermimetik biri, yalnızca görünüşte kendisine ait olan bir arzuyla yönetilmeyi kabullenmeye daha hazır kimsedir. Bu, İncil'deki daimonik cinlenmeye yakın bir şey.

Böyle bir kişi mimetik düzeneğine özel bir duyarlılık gösteriyor mu?

Evet. Kanımca iki tür hipermimetik insan var: Kendi öz mimetizmine bütünüyle gözü kapalı olanlar ve bilinçli olanlar. Dostoyevski'nin ilk yazılarında kendisine tümüyle kapalı olması çok ilginç – bu durum büyük ölçüde Jean Santeuil'ün Proust'unu da içeriyor. Burada konuşan mimetik arzudur. Mektupları okunduğunda bunların ilk dönem romanlarıyla hemen hemen aynı oldukları görülür. Ama daha sonra, Yeraltından Notlar ile Dostoyevski birden şaşılacak denli kendi kendinin bilincine varır. Bununla birlikte, Shakespeare'in yapabildiği gibi mimetik düzeneği bütünüyle ortaya koymuyor. Aslında birçok bakımdan onunla karşılaştırılabilir, ama Shakespeare düzeneği ve arkaik toplumların kendini yenileme gücünü daha iyi tanıyor. Bu bakımdan Dostoyevski güncel antropolojik araştırmalarımıza Shakespeare denli yakın değildir. Bir Yaz Gecesi Rüyası ondan hiçbir şey anlamayan ve Shakespeare'i yüzeysellikle suçlayan George Orwell gibi büyük yazarlar için bile çok güçlüdür! Orwell yapıtın hangi yükseklikte kişilerinin ve onların küçük kıpırtılarının üstüne çıktığını görmüyor. Kısaca üretici boyut gözünden kaçıyor.

[...]
___________________________
(*) René Girard, Kültürün Kökenleri, çev.  Ayten Er, Mükremin Yaman, Dost Kitabevi, 2010, Ankara.

1 yorum:

  1. Düşünce dünyama derin katkılarınız için teşekkür ederim. Oldukça keyifli bir röportaj.

    YanıtlaSil