16 Ağustos 2023

Michael Haneke ― Caché

Özü Aldatmak: Caché

İnsanlar nefisleri söz konusu olduğunda dürüstlükten yana gönülsüzdürler. Kendileri hakkında yalanlara başvurmadan, allayıp pullamadan konuşmayı beceremezler. Ben-perestlik, dünyaya geldiği anda, insanoğluna musallat olan bir günahtır. Kefareti ödenmesi en güç olan günah.

Akira Kurosawa

İnsan yalana karşı ne denli kararlı bir biçimde kapıyı kapatırsa kapatsın yine de yalan bir yılan gibi kıvrılır ve çatlaklardan içeriye sızar. Yılanların kayaların ve taşların altına yuvalandığı gibi, en tehlikeli yalanlar da o büyük heybetli ve güya kahramanca itirafların gölgesine sığınmayı tercih eder.

Stefan Zweig

Şanlı Acziyetler /Telafi Politikaları

İnsan, henüz bir çocuk iken, kendini çevresinden ve diğer insanlardan ayrıştırmaya başlar. Çokluk içinde azalmak ister. Bir benliğe sahip olabilmesi, çocuğun ancak bir ‘ben’e sahip olması ile mümkündür. Benliğini inşa eden insan, bu sefer kendi yapıtını muhafaza etmek ister. Zayıflık, acizlik ve utanma duyguları, insan benini ve benliğini sürekli tehdit eder. Kişi bu duygulara neden olan gerçeklikleri, kolay yoldan inkâr eder veya çarpıtarak sahte bir kabule gider.

Asırların insan tecrübesi göstermiştir ki saf hakikat insanın akıl sağlığını, yoğunluğu ile sıkıntıya sokmuş ve insan bu saf hakikat karşısında özünü korumak için savunma mekanizmalarına başvurmuştur; yani gerçekliği saptırmış, çarpıtmış, yamultmuştur. (Sözlü tarihin gerçekleri değil ancak yorumları olabilir bu nedenle.) Ahlak sistemlerinin dışında bir değerlendirme yapılması durumunda, iddialı bir söylem olabileceğini baştan kabul ederek söylemek gerekirse, kısacası yalan, insan için psikolojik bir ihtiyaç halini almıştır.

Tutarlılık insan zihninin kategorileştirdiği, olmasını talep ettiği bir yanılsamadır. Çünkü insan, gerçek ile arasındaki perdeleri tamamıyla kaldıramaz. O nedenle insan için tutarlılık, insanın ‘olduğu’ ve ‘olmak istediği’ kişi arasındaki fark kadar anlamlı olabilir ancak. Çünkü insanın ontolojik arızası olan ‘yetersizlik ve değersizlik’ hisleri, birtakım savunma ve telafi mekanizmalarını gerekli hale getirir. Kibirlenme, şişinme, nevrotik gurur, varoluşun gerçeklik ile temasını önleyecek patolojik kılıflardır.

Dostoyevski, Yer Altından Notlar’da, tam manasıyla anlamanın mümkün ve makul bir şey olmadığını söyler. Öyle ki, tam manasıyla anlamak hastalıktır. İnsan hep ‘bir yönden’ anlayabilir ve böylece kendine izin verdiği ölçüde kendi dışına (ex-sistere) çıkabilir, hakikatle temas kurabilir. Yalan, kişinin benliğini emniyete alan en bilindik yollardandır. İnsan hiçbir zaman tam bir omnipotansa yani tüm güçlülüğe ulaşamaz. Freud’un Uygarlığın Huzursuzluğu’ndaki teşbihi ile ‘protezli Tanrı insanoğlu’, söylediği yalanlar ile her ne kadar protezini parlatmakla yetinse de, ontolojik acizliğin ve yanılsamaların, dünyaya fırlatılanların kutlu bir yazgısı olduğunu teslim etmeden yapamayız.

Aklı Başında Yalanlar/Kandırılmış Bellekler

Ruhsallığımız (psişe), belleğimizin narsistik süreçlerimize vereceği zararı, inkârları ile iptal eder. Biz, belleğimize ulaşmak için ne kadar çok çabalarsak çabalayalım, yaralanmamak için ruhsallığımız elinden gelen tüm gayreti sarf eder ve eninde sonunda bizi haklı, karşımızdakini ise haksız çıkarır. Bu, bize egonun (das ich) oynadığı kurnaz bir oyundur. Aslında hepimiz, yaşam içerisinde apaçık bir öz-aldatma içindeyizdir.

Ana belleğimize ulaşmak her zaman daha maliyetlidir. Ancak güncel belleğin ellerine kendimizi bir kez bıraktığımızda, ana belleğin doğru, fakat işimize gelmeyen parçalarından kurtulmuş, kendimize çarpıtılmış gerçeklerden korunaklı bir set çekmiş oluruz. Yalan dendiğinde hep karşımızda biri varmış ve biz ona sinsi kumpaslar kuruyormuşuz gibi düşünürüz. Peki, ya kendimize söylediğimiz yalanlar? Öz- aldatmanın en trajik tarafı, kişinin başkasına yalan söylüyorken, aslında yalanı kendisine söylediği gerçeğini örtbas etmesidir. Yalan böylece çift taraflı çalışır ve iki tarafı da peşinden sürükler.

Geçmişin bireye taşıdığı acıların duygusal yükü, bel bükecek kudrettedir. Kişi ilk refleksini bu yükü inkâr ederek verir. Duygular gerçeği haykırıyorken, ego duyuları durduramasa da algıları emri altına alır. Yarına kalması için egonun bu öz-aldatmayı yapması gerekir. Özü muhafaza etmek, her zaman patolojiye davetiye çıkarmasa da, çarpıtma işleminin derecesidir bunu belirleyen. Yalanlar abartılırsa, yaşam, gerçekle gerçek olmayanın birbirine karıştığı acıklı bir sahne oluverir.

Caché’de Teknik Dilin Dokusu

Caché, 2005 yapımı bir Haneke filmi. Türkiye’de ‘Saklı’ gibi yetersiz bir isimle perde buldu. Diğer Haneke filmleri gibi ‘gerilim’ türünde zikredilmekte. Ancak Haneke filmleri ‘gerilim’ tanımlamasıyla yetinecek düzeyde filmler değildir elbette. Caché, hali vakti yerinde entelektüel bir Fransız ailenin birtakım videolar ve şiddet içerikli resimler ile tehdit edilmesini konu almakta. George (Daniel Auteuil) ve karısı Anne’nin (Juliette Binoche) bir video seyri ile başlayan film, diken üstünde devam eder. Filmin ana ekseninde George, geçmişi ile hesaplaşacaktır.

Caché filmiyle Haneke’nin bize anlatmak istediği noktalardan biri, modern dönemde öznenin göz hâkimiyetini artık kaybetmiş olduğudur. Film bir video ile başlar. Sakin bir gündür. İnsanlar hareket halindedir. George’un evi, bilinmeyen bir kamera ile görüntülenmektedir. Ve sonra arkadan, kime ait olduğunu göremediğimiz bir kadın ve bir erkek sesi duyulur. İşte burada bir yarılma (split) ve beraberinde üç soru belirmektedir.




Nerede?

Biz tüm bu olup biteni nereden izlemekteyiz? Bilinmeyen bir kişi tarafından çekilen, George’un evini ve bulunduğu sokağı görüntüleyen videodan mı, George ve karısının daha sonra göreceğimiz, videoyu izledikleri TV’den mi, Haneke’nin kamerasından mı? Biz neredeyiz? Haneke, daha filmin başında, bu vizüel ironi tekniği ile seyirciyi gözlerinden ve gerçeklik duygusunu üreten topografik odaktan çekip vurmaktadır.

Geleneksel sinemada öznel öğeler temizlenir, gerçeklik algısı seyirciye yedirilir. Sanki bu bir film değilmiş gibi, seyirci filmde yaşamaya başlar ve olaylar gerçeklik duygusu ile tutturulur. Fakat Caché’de bunun böyle işlemediğini görürüz.

Haneke filmlerinin genel özelliği, çekim olayının sanallığını ifşa etmesi ve çekimi gözden alıp, seyirciye gerçeklik duygusunu tattırmamasıdır. Bunun sonucu elbette seyircinin huzursuzluğudur. Üstelik bu göz aldatmasından sonra seyircide gürültülü bir paranoya baş gösterecektir: Acaba bu görüntü, Haneke’nin mi yoksa bilinmeyen kişinin kamerasından mı çekilmiştir? Filmde sanal ile gerçek, iç ile dış, şimdi ve geçmiş, ışık ile karanlık formlarının birbiri içine geçtiğini görürüz. Bu gerçekliğin dokusunu kazır. Ve ardından bir tekinsizlik hali zuhur eder.

Kim?

Caché seyircisinin cevabını en çok hak ettiği sorulardan biri de, bu videoları George’a kimin çekip gönderdiğidir. Evinin izlendiği video kasetleri, çocukluğunun geçtiği aile evinin görüntüleri, ailesinin, henüz kendisi küçük bir çocuk iken, evlatlık olarak aldığı Majid’in şimdiki köhne evinin görüntüleri ve ağzı gözü kanlı çocuk resimleri kim tarafından gönderilmektedir? Bunun cevabını seyirci, film boyunca alamaz.

Richard Schickel’in yönettiği ‘Alfred Hitchcock: Master of Suspense’ (1973) isimli belgeselde Hitchcock şöyle söyler: “Gerçek bir endişe yaratmak için seyirciye bilgi vermelisiniz.” Örneğin, seyirci adamın paketinde bomba olduğunu bilmeli fakat adamın kendisi bunu bilmemeli. Haneke’de gerilim üretimi bunun tam tersi işler. Bizzat karakter ifşa etmedikçe, biz ‘kim?’ sorusuna cevap alamayız. Daha da kötüsü, ifşa ettikten sonra da bunun doğru olup olmadığına emin olamayız.

Neden?

Videoları bilinmeyen kişi neden göndermektedir? George’un çocukluk anılarını kim bilmektedir? George karısından gerçekleri neden saklamak istemektedir? Neden? sorusu, insanın anlam verme çabasının en makul yoludur ve tamamen insanîdir. Seyircinin kafasında bu sorular dönüp dururken, Haneke fazlaca ketumdur. Film sanki cevaplar değil de sorular üretmektedir.

Geleneksel sinemada olaylar birbirine neden-sonuç ilişkisi ile bağlanır. Bu bir aşk ilişkisi ise sözgelimi, önce çift tesadüfen tanışır, sevgili olurlar, sonrasında yoğun bir özdeşleşme eşliğinde mutluluk duyguları tavan yapar. Hiç olmayacak bir aksilik meydana gelir ve bir süre ayrılık yaşanır. Çiftlerimiz yanlış yaptıklarını, aslında birbirlerine ait olduklarını anlarlar ve tekrar bir araya gelirler ve final. Bu sıralamaya hepimiz aşinayız. Çünkü böyle bir filmde anlam vermek için çabalamayız. Olaylar kronolojik bir bağ yolu ile akar gider.

Haneke sineması, nedenselliğin oldukça kapalı, hatta bazen hiç olmadığı olaylar örgüsünden oluşur. The Seventh Continent (1989)’te toplu intiharın nedensizliği, Funny Games (1997)’deki iki gencin nedensiz öldürülmeleri ve Caché’de videoların nedeni olmayan gönderimi. Nedensizlik oluştuğunda seyircinin dikkati sadece yaşatılan duyguda kalır ve tatminsizlikle beraber yabancılaşma hissi belirir.

Caché, George ve George’un geçmişiyle hesaplaşmasını konu alır. Aslında videoları kimin gönderdiği çok da önemli değildir. Belki de videoları reji koymaktadır oraya, tamamen kurgusaldır belki de. Caché’yi mühim kılan nokta, yazının girizgahında bahsettiğim bellek çarpıtmaları ve yalanlardır. George, çocukluğunda yalan söyleyerek Majid’i evden göndermiştir ve kendince büyük bir zafer kazanmıştır. Yıllar sonra karşısına tekrar çıkan bu mesele kendisini elbette rahatsız edecektir. Fakat George kesinlikle öz-eleştiri yapmamaktadır. Kitabi bir narsist tepki icra ederek, kendisi haricinde herkesi suçlu ilan etmektedir. Karısına güveni kalmamıştır. Ondan bu olayı bir süre gizleyecektir bu nedenle. Oğlu kaybolmuştur, fakat o hiç de çocuğu kaybolmuş bir baba tepkisi vermemektedir.

George, Majid’e attığı iftirayı yiyip yutmuştur ve benliğine kabul ettirmiştir. Bu, insanın yarına kalma politikasıdır. İlk aşamada suç başkasına isnat edilir. Eğer çare yoksa, benliğe uyumlu hale getirilir. Yalan ve çarpıtmalar, bir aile ilişkisini bilişsel ve duygusal anlamda tahribata uğratır. George’un oğlu Pierrot’u yeteri kadar tanımaması, eşiyle kopuk ilişkileri, aslında yalanın kişinin başta kendisine, sonra da çevrisine bir yabancılaşma edimini zorunlu kıldığını göstermektedir. George çocuklukta, Majid’i evden göndererek bir zafer kazanmıştır. Ancak bu bir yanılsamadır. Başkasına eziyet ederek edinilen zaferlerin, gerçek zaferler olmadığını bilmekteyiz. Pierrot’nun odasında asılı bir poster gibi söylersek: “Zaferin bir bedeli var!”

İmkânsız Uy-uş-ma

Egomuzu benliğimizin gereksinimleri doğrultusunda yetkinleştirdikçe yanılsamalara daha az sığınacağız muhtemelen; ancak şiddeti her ne kadar azalsa da bilincimiz her zaman yanılsamalara ihtiyaç duyacak; zira ontolojik acizliğimiz, bu dünya ile aramızdaki uyuşmazlık hiçbir zaman tam olarak giderilemeyecektir. Gerçek benlikten kopuk tek başına kaim olmaya çalışan ikame ego, bu dünya ile uyuşmazlığımızın asıl sebebidir. İnsan, beni söz konusu olduğunda diğerleri gözünde küçülmekte, insan ilişkileri kazanılması gereken nevrotik bir hak talebi, bir zafer halini almaktadır.

Bir insan kendinin ne kadar farkında olabilir?
Kendini bir obje kılıp kendi üstüne çıkıp, kendini seyredebilir mi?
Rollo May’in tabiriyle öz farkındalıklar dünyasının (eigenwelt) sakini olabilir mi?
Ya da kendine ne kadar samimi olabilir?

Gökhan Özcan
Uzman Psikolog
_________________________________
Yazının yayınlanmasında gösterdiği alaka ve incelikten ötürü Gökhan Özcan'a teşekkür borçluyum.

4 Ağustos 2023

Augustinus ― İç Konuşmalar

Fanny och Alexander














Sevgimiz

Akıl: Kendinin ve Tanrının bilgisinden başka bir şeyi seviyor musun?

Augustinus: Şu anda sahip olduğum duyuya dayanarak bu soruyu bunlar dışında başka bir şeyi sevmiyorum diye cevaplamak isterdim ancak daha güvenli bir biçimde hiçbir şey bilmediğimi söylemeliyim. Çünkü sıklıkla başka bir şeye açık olmadığıma inandığımda, aklıma gelen şeyin ötesinde bir şeyin mümkün olduğuna inanmak beni rahatsız eder. Ayrıca çoğunlukla düşüncelerim beni rahatsız etmese de gerçekten de beni tahmin ettiğimden daha fazla rahatsız eden üç şey bulunmaktadır: sevdiklerimi kaybetme korkusu, acı çekme korkusu ve ölüm korkusu.

Akıl: O halde en çok sevdiğin kişilerle yaşamayı, kendi sağlığını ve bedendeki hayatın kendisini seviyorsun, nitekim aksi takdirde bunları yitirmekten korkmazdın.

Augustinus: Öyle olduğunu kabul ediyorum. 

Akıl: O halde buradan tüm dostlarının yanında olmadığı, sağlığının yeterince iyi olmadığı ve zihninde bazı hastalıklar olduğu sonucunu çıkarıyorum.

Augustinus: Doğru gördüğünü inkar edemem.

Akıl: Birdenbire bedensel olarak sağlıklı olduğunu hissettiğini ve tüm sevdiklerinle bir arada keyifle vakit geçirdiğini düşün, bu biraz da olsa neşeni yerine getirmez miydi?

Augustinus: Şüphesiz bir ölçüde. Hele ki dediğin gibi tüm bunlar bir anda olursa böylesi bir neşeyi nasıl gizleyebilirdim ki?

Akıl: Bu durumda seni hâlâ zihnin hastalıkları ve endişeleri kontrol ediyor. Haliyle böyle gözlerle bu güneşi görmek isteyerek küstahlık yapmıyor musun?

Augustinus: Sonuç olarak sanki hiçbir ahlâkî ilerleme katetmemişim veya bir musibete bulaşmışım da onu üstümden atamamışım gibi bir sonuca vardın. Bunun sonucunu kabul ettiğimi varsayabilirsin.

***

Ruhun Bilinmesi. Tanrıya Olan İnanç.

Akıl: Ruhu ve Tanrıyı mı bilmek istiyorsun?

Augustinus: Bütün meselem bu.

Akıl: Başka bir şey yok mu?

Augustinus: Başka hiçbir şey yok.

Akıl: Öyle mi? Hakikati kavramak istemiyor musun?

Augustinus: Zaten o olmadan bu şeyleri bilemem.

Akıl: Bu yüzden öncelikle bu şeylerin ne aracılığıyla bilinebileceği bilinmelidir.

Augustinus: Bunu reddedemem.

Akıl: Dolayısıyla öncelikli olarak hakikat (veritas) ve gerçek (verum) sözcükleri ile iki farklı şey mi kastediliyor yoksa bunlar aynı şey mi görelim.

Augustinus: İki farklı şey gibi görünüyor. Zira, iffet (castitas) ve namus (castum) sözcüklerinin farklı şeyler olması gibi pek çok şey için bu böyledir. Bu sebeple hakikatin başka, gerçeğin başka bir şey olduğuna inanıyorum.

Akıl: Bu ikisinden hangisi daha üstündür?

Augustinus: Bana kalırsa hakikat. Nitekim tıpkı namusun iffetten değil, iffetin namustan gelmesi gibi, bir şey gerçekse hakikat nedeniyle gerçektir.

Akıl: Öyle mi? Sana göre namuslu biri öldüğünde, namus da mı ölür?

Augustinus: Asla.

Akıl: O halde gerçek yok olduğunda, hakikat de yok olmaz.

Augustinus: Ancak gerçek olan bir şey nasıl yok olur? Anlayamıyorum.

Akıl: Bunu sormana şaşırdım: gözlerimizin önünde binlerce şeyin yok olduğunu daha önce görmedin mi? Bir ağacın bir ağaç olup da gerçek olmadığını veya kesin bir şekilde yok olmayacağını düşünmüyorsan tabii. Nitekim duyularına güvenmeyip onun bir  ağaç olmadığını bilmediğini söyleyebiliyor olsan bile bana kalırsa en azından bir ağacın gerçek bir ağaç olduğunu inkar etmezsin: keza bu mesele duyu ile ilgili değil, akılla ilgili bir yargıdır. Şöyle ki, o sahte bir ağaçsa bir ağaç olmaz, ama bir ağaçsa gerçek olmak zorundadır.

Augustinus: Bunu kabul ediyorum.

Akıl: Diğer meseleye gelelim mi? Ağacın oluşan ve yok olan şeyler arasına girdiğini kabul etmiyor musun?

Augustinus: Bunu inkar edemem.

Akıl: O halde gerçek olan bir şeyin yok olması gerektiği sonucuna varılabilir.

Augustinus: Buna karşı çıkmıyorum.

Akıl: Öyle mi? Tıpkı  iffet yok olduğunda iffetli birinin ölmemesi gibi, gerçek olan şeyler yok olsa bile hakikatin yok olmayacağını anladın mı?

Augustinus: Bunu kabulleniyorum ve bu noktada nereye varacağını sabırsızlıkla bekliyorum.

Akıl: O halde dikkatle dinle.

Augustinus: Dinliyorum.

Akıl: Bir şeyin bir yerde olmak zorunda olduğuna dair görüş sana doğru geliyor mu?

Augustinus: Bundan başka hiçbir şey benim için bu kadar kabul edilebilir olamaz.

Akıl: Peki, hakikatin olduğunu kabul ediyor musun?

Augustinus: Kabul ediyorum.

Akıl: O halde onun nerede olduğunu, yani hakikatin bir mekanda yer kaplayan bir cisimden farklı bir şey mi yoksa kendisinin cismani bir şey mi olduğunu sorgulamamız gerekiyor.

Augustinus: Bana kalırsa bu ikisinden hiçbiri değil.

Akıl: Öyleyse nerede olduğuna inanıyorsun? Keza olduğunu kabul ettiğimiz hiçbir yerde değil.

Augustinus: Nerede olduğunu bilmekten başka bir şey istemiyorum.

Akıl: En azından nerede olmadığı hakkında bir fikrin var mı?

Augustinus: Eğer hatırlatırsan, belki bilebilirim.

Akıl: Şüphesiz, hakikat ölümlü nesnelerde bulunmaz. Nitekim biraz önce gerçek olan şeyler yok olsa bile hakikatin yok olmayacağını kabul ettiğimiz gibi, bir şeyin içinde bulunduğu şey mevcut olmazsa kendisinin de mevcut olmayacağını kabul etmeliyiz. Dolayısıyla hakikat ölümlü nesnelerde değildir. Ama hakikatin bir yerde olması gerekir. Bununla birlikte ölümsüz şeyler mevcuttur. Hakikati olmayan hiçbir şey gerçek değildir. Dolayısıyla buradan ölümsüz olmayanlar dışında diğer şeylerin gerçek olmadığı sonucuna varılır. Sahte ağaç, ağaç değildir; sahte odun, odun değildir; sahte gümüş, gümüş değildir; tıpkı sahte olan her şeyin gerçek olmadığı gibi. Yani gerçek olmayan her şey sahtedir. Bu yüzden ölümsüz şeyler dışında hiçbir şeyin gerçek olduğunu söylenemez. 

[...]

_________________________________

* Augustinus, İç Konuşmalar, çev. Fırat Çelebi, Doğubatı, 2023.

14 Mart 2023

Bataklık Ziyaretleri

Godland
Bataklıklardan Nasıl Uzak Dururuz

Kültürümüzün ortak fantezisi, bataklıklardan kaçabileceğimizi veya çözebileceğimizi söyler. Yaşamımızın ikinci yarısında, karmaşadan uzak olmasını isteriz. Size bir haberim var. Yazgı, doğanın derin kuvvetleri, geçmişimizin özerk gücü ve kendi seçimlerimiz, bizi mutlaka zaman zaman bataklıklara götürecektir ve ne kadar doğru düşünürsek düşünelim, ne kadar doğru davranırsak davranalım, nasıl bir dine inanırsak inanalım ve ne kadar sağlam bir psikolojiye sahip olursak olalım, bu düşüşlerden kurtulmamız mümkün olmayacaktır. Bunun aksini vaat edenler şarlatandır.

Bu bataklıkların stresini yaşarken, bizi en başta oraya götüren kavrayışlarımızı, stratejilerimizi ve tutumlarımızı uygulayarak daha da gerileme ihtimalimiz yüksektir. Kişi derin bir çukurdaysa ve elinde sadece bir kürek varsa, onu ilk baştan çıkaracak şey o küreği kullanarak daha da derin kazmaktır. Bunun yerine, bataklıkların kaçınılmaz ve bilinçli güç fantezimizin zıt tamamlayıcısı olduğunu anlamamız gerekmez mi? Hayat bizden acı çekmekten kaçınmamızı talep etmez, ona rağmen daha anlamlı yaşamamızı ister.

Popüler kültürün tüm kandırmacalarına rağmen, yaşamın amacı mutluluk değil anlamdır. Acı çekmekten kaçınmaya çalışarak mutluluk arayanlar, hayatın gitgide daha da yüzeysel hale geldiğini göreceklerdir. Daha önce gördüğümüz gibi, her bataklıkta karşımıza bir görev çıkar ve bu görev yerine getirildiğinde hayat eksilmez, aksine genişler, bizden hayatı olabildiğince tam yaşamamızı talep eden evrenle girdiğimiz bir dizi ilişkidir. Bunu yaptığımızda aşkın anlama hizmet etmiş ve onu kendi aracılığımızla var etmiş oluruz. Bundan kaçınmak ise, kendi amacımıza tecavüz etmektir.

Yaşamın ikinci yarısında birçok yenilgi ve hayal kırıklığı deneyimleriz. Arkadaşlarımızı, çocuklarımızı, enerjimizi ve son olarak da hayatımızı kaybederiz. Bunca yenilgiye rağmen kim gerçekten ayakta durabilir? Fakat yaşam görevimiz, hayatın ilk yarısının kazanmak ve elde etmekten oluşan gündemini nasıl benimsediysek, yaşamın ikinci yarısında kayıplardan oluşan gündemini de aynı şekilde kucaklamamızı ister. 

Jung şöyle der:

"Yaşamın ortasına gelindiğinde parabol tersine döner, ölüm doğar. Yaşamın ikinci yarısı yükselmeyi, açılımı, artışı, coşkuyu değil, ölümü ifade eder, çünkü amacı sonlanmaktır. Yaşamayı inkâr etmek, yaşamın sonluluğunu reddetmekle eşanlamlıdır. Her ikisi de yaşamak istememek anlamına gelir ve yaşamak istememek demek, ölmek istememekle özdeştir. Yükselmek ve alçalmak tek bir eğri oluşturur."[1]

Bilincimiz için ne kadar tatsız olursa olsun, bataklıklardan kaçış hayatın tamlığından kaçış demektir; bu tamlık yalnızca çelişkilerle ifade edilebilir ve çelişkiyi dışlayan herhangi bir dünya görüşü veya psikoloji yaşamın diğer yarısını dışlıyor demektir.

Mevcut "kendini iyi hissetme" kültürümüzün temel çelişkisi, giderek daha tereddütlü hale gelmemiz ve hayatımızın gerçekten bir anlamı olduğuna daha az ikna olmamızdır. Kendini iyi hissetmek, hayatımızı değerlendirmek için zayıf bir ölçüttür; anlamlı bir yaşam sürmekse iyi bir ölçüttür çünkü bunu başarabildiğimizde geriletici değil, geliştirici bir gündem dahilinde yaşıyoruz demektir. Zaten her şeyi çözmemiz hiçbir zaman mümkün değildir. Hayat karışık, gerçekler daha da karışıktır. Ego kendisini daha fazla rahata kavuşturmak için elinden geleni yapacaktır; ama ruh bütünlükle ilgilenir ve bu gerçek egoyu daha da rahatsız eder. Bütünlük rahatlık, iyilik ya da uzlaşmayla ilgili değildir; bütünlük bu kısa, eşsiz, derin köklü hasadı son damlasına, tortusuna kadar yudumlamaktır.

Gördüğümüz gibi ego bilincinin yaşamın ikinci yarısındaki görevi, yoldan çekilmek ve daha büyük bir ruhsal gündemi benimsemektir. Genç egonun fantezisinin aksine, daha geniş yaşam, New Age aşkınlığının yüce zirvelerinde ya da köktenciliğin karmaşadan kaçışında değil, ıstırabın bozkırlarında, Yeats'in ifade ettiği "insanın damarlarındaki öfke ve çamurda" bulunacaktır. Ancak bu şekilde büyürüz, acı ve yenilginin içinde dayanamayacağımız zenginlikteki anlamı buluruz. Acıyı kucakladığımızda, çelişkiyi kabullendiğimizde değer görmeyi hak ederiz. Jung'un çok isabetli bir biçimde belirttiği gibi, "Görünüşte katlanılmaz olan bu çatışma, hayatınızın doğruluğunun kanıtıdır. İçsel çelişkinin olmadığı bir hayat, ya yarım kalmış ya da ahirette yaşanan bir hayattır, ki bu sadece meleklerin yazgısıdır. Ne var ki tanrı, insanları meleklerden daha çok sever. [2]

İçinde bulunduğumuz anda kavrayamasak da, her bir bataklık ziyareti zenginleşmek demektir, çünkü yalnızca karşıtların deneyimlenmesiyle elde edebileceğimiz bir açılıma, derinleşmiş bir bilince ulaşmamızı mümkün kılar. Zıtlıkların bu etkileşimi eksilmeye değil, genişlemeye yol açar. Doğruyu söylemek gerekirse, büyümek zorunda olmasak fena olmazdı. Ne var ki hayat, bunu ve daha fazlasını talep eder bizden. Yazgımıza karşı günlük yükümlülüğümüz, Nikos Kazancakis'in tarif ettiği askerin duası gibi olmalıdır: "Bir generale rapor: Bugün bunları yaptım, savaşı kazanabilmek için kendi mıntıkamda böyle savaştım, şu engellerle karşılaştım ve yarın da işte şöyle savaşmayı planlıyorum."[3]*

_________________________________
* James Hollis, Yaşamın İkinci Yarısında Anlam Arayışı, çev. Kerime Dalyan, İletişim, 2022, s. 256.

[1] Carl Gustav Jung, Psychological Reflections, s. 323.
[2] Carl Gustav Jung, Letters, cilt I, s. 375.
[3] Nikos Kazancakis, Çileci Tanrının Kurtarıcıları, çev. Harun Ömer Tarhan, İstos Yayınları, İstanbul, 2012.