Saraybosna’da doğdunuz
ve büyüdünüz. Sizi Bosna’nın doğusunda bir taşra hikâyesini çekmeye iten şey neydi?
Savaştan sonra, birçok
insan ya ailesini ya da yakınlarını kaybetmiş bir şekilde bulundu. Bu
kadınların çoğu köylerde yaşıyordu. Bosna zaten köylerden, küçük şehirlerden ve
Saraybosna gibi bir büyük şehirden oluşan bir ülke. O günlerden bugüne,
kadınlar eşlerinin ve çocuklarının ölüm haberlerini aldılar ve tek başlarına
kaldılar, iki yüzyıl önceki durumu tekrardan yaşadılar. Kendime hangi noktada
onlar için yıkımın başladığını hep sormuşumdur. Büyük bir çoğunluğu ataerkil
bir çevrede büyüyor, hem korunuyorlar hem de bir nevi göz önündeler. Maneviyatlarını
güçlü tutmak zorunda oldukları gibi, bu değişen yaşama da ayak uydurmak zorundalar.
Benim için, Snijeg’deki bu küçük topluluk gösterişli dış dünyadan tecrit
edilmiş. Tecrit, böyle anlarda ilişkileri daha içten yapıyor. Çünkü, Saraybosna
kuşatılırken bunu yaşamıştım, biliyorum. Ama tecritin dış kuvvetlerce yalan ve
ihanet ürettiği gerçeği de var. Ben filmimde korkunç, sarsıcı geçmişe rağmen
hayatın devam ettiğini göstermek istedim, politik yaklaşmadım.
Bir bakımdan, aileler.
Bu filmle ilgili araştırmalar yaptığımda aynı acıyı yaşamış birçok kadınla
tanıştım. Bunlar içlerinde birbirlerini en iyi anlayan insanlar. Bir başkasının
acısını hissetmek çok zor. Zamanımızın çoğunu artık bu duyguyu yaşamayarak
geçiriyoruz. Bu karakterler birlikteyken kendilerini güçlü hissediyorlar, çünkü
anılarını paylaşıyorlar, kaybettikleri yakınları hakkında konuşuyorlar, onların
varlığını, kalbini unutmuyorlar. Bu kadınlar, yetim çocuklarla da
ilgileniyorlar, onlara bakıyorlar. Bu zaten en güçlü duygu. Ailenin ve birlikte
olmanın önemi Batı toplumlarında artık bir şey ifade etmiyor, Bosna’daysa biz
bu değeri hâlâ sürdürüyoruz.
Kadınların yaşadığı bu
özel durum onları ataerkillikten uzaklaştırmıyor mu?
Onlar yalnızca kadınlar
arasında yaşamayı seçmedi, mecbur bırakıldı. Sırp Ordusu’nun neler yaptığını
bilirsiniz: Bosnalı müslüman erkekleri, kadınlar tek başına kalsın ve onların
hayatını mahvolsun diye bilerek öldürdüler. Savaşların çoğu böyledir. Diğer
taraftan, ataerkillik hâlâ devam ediyor. Her ne kadar onlar erkekler olmadan
hayatlarını kazanmaya devam etseler de, ayakta dursalar da bu normal olan bir
şey değil. Erkekler, kadınların bir eli gibidir, onlar olmadan yaraları kabuk
bağlamaz.
Çekim yerlerini nasıl
buldunuz?
İki yıl boyunca
araştırma yaptık, Bosna’nın her tarafını gezdik. Bir köy inşa edecek kadar
paramız yoktu, köylerin çoğu harabeydi, yakılmış, yıkılmıştı. Böyle yerlerde
çekmek neredeyse imkânsız gibiydi, tehlikeliydi de. Sonra, Bosna’nın doğusunda
bir yer bulduk, Bosna katliamının gerçekleştiği yerlerden birisiydi. Bizim
hikâyemize uygun düşen bu köyü bulmuştuk, inanılmazdı. Ben ve arkadaşlarım
bundan çok etkilendik.
Peki, oyuncuların
doğaçlaması? Hangi durumda senaryoya bağlı kalınmalı?
Senaryomuz biraz
ağırdı. Tam olarak 30 çekim günümüz vardı ve filmi 5 haftada çektik. 10 ek sahne
vardı, çekme lüksümüz yoktu, montaj aşamasında bunları kestim. Her şey önceden
hazırdı, hangi sahnenin hangisinden sonra geleceğini biliyordum. Oyuncular,
senaryonun son şekline bağlı kalmadılar. Çekimlerde doğaçlama oynadılar. Bu
açıdan serbest olmalarını, işin teknik kısmına çok takılmamalarını söyledim. Bu
hissi yaşamak ve vermek için de çoğu yerde omuz kamerası kullandım.
Aynı zamanda birçok
karakterle ilgileniyorsunuz. Onların tek tip olmalarının önüne nasıl geçtiniz?
Bu sorunun tek bir
yanıtı yok, savaş sonrası Bosna’daki durumla ilgili. Çok soru var ama yanıtları
az. Bundan dolayı amacımız Bosna’daki sorunlara eğilmek ve yaşama imkânlarını
aralamaktı. Bazen bir günü birbirine karşıt düşüncelerle geçirebilirsiniz.
Sabah, bu ülkeyi terk etmek zorunda olduğunuzu düşünürsünüz, çünkü her şey
korkunçtur. Öğleden sonra, buraya bağlandığınızı, onun dışında hiçbir yerde
yaşayamayacağınızı anlarsınız. Çok zıt ve karışık. Her birimizin içinden geçen
bu ikilem hakikatte bir yola zemin hazırlıyor. Bosna’daki herkes bir filmin
konusu olabilir. Bu yüzden karakterler üzerinde mümkün olduğu kadar bir
ciddiyetle düşündük ve onlara tek bir açıdan yaklaşmadık. Sabrina örneğin, bir
yabancıya âşık ve bu çukurdan, köyden kaçmak, kurtulmak istiyor. Sonra, Alma.
Alma da köyde kalmak istiyor. Bu köyde bulduğunu Bosna’da başka bir yerde bulamayacağını
kendine inandırmış. Dış dünya gülistanlık değil, yurdunuzun dışında yaşamak
gerçekten de çok zor.
Ana karakteriniz Alma
diğer kadınları köyde kalmaya ikna etmeye, evleri ve köyü yeniden inşa etmeye çalışıyor.
Alma’nın mizacı sizin yönetmenlik fikriyatınıza çok uyuyor.
Alma savaş öncesinde
genç yaştayken evlenmiş, eşleriyle bir ya da iki yıl beraber olabilmiş diğer
kadınlar gibi. Savaş onların eşlerini öldürdü. Bu kadınlar çok genç ve
öldükleri eşlerine hâlâ sadıklar, ama bir yandan da yaşama tutunmak zorundalar.
Yakın geçmiş ve geleceğin çarpıştığı bir gençlik yaşıyorlar. Alma biraz böyle
birisi. Rüyalarının gerçek olabileceğini zannedecek kadar güçlü. Bu noktada
onunla aynı hisleri paylaşıyorum. Ben de Bosna’da çok güzel şeylerin olduğunu
düşünüyorum ve eğer imkânlar tanınırsa, ülkemizi yaşanılabilir bir refah ülke
seviyesine çıkarabiliriz. Ama çok çalışmalı, rüzgârda savrulmamalı ve
direncimizi yitirmemeliyiz. Snijeg, küreselleşme üzerine de bir hikâye, çünkü
Avrupa’da yaşayan bizler bu ikilemlerle sürekli olarak karşı karşıya geliyoruz.
Ruhunuzu satarak zahiri hayatınızı güzelleştirmek mi istersiniz? Ya da,
rüyalarınızı onların birer kâbus olduğunu bilerek yaşamak mı istersiniz? Bu tip
sorular, her Avrupalının hatta dünya vatandaşının günümüzde kendine sorduğu
sorulardır. Bu bağlamda, Alma’nın köyü satın almak isteyen adamların teklifine
tepkisi yaşadığımız zalim, maddeci ve kapitalist dünyada nasıl kimlik
korunacağı sorusuna muhtemel cevaplardan birisini oluşturuyor. Eğer bu yollarda
ayakta durmazsak, önce bizi ve yaşamımızı anlamlı kılan maneviyatı yok
edecekler; sonra tepkisiz, ne olduğu bilinmeyen, zavallı ve gülünç bir insan diye
bizlerle alay edecekler.
Neden bu iki Sırp adam
köyü satın almaya çalışıyor?
Bu Bosna’da her zaman
olan bir durum. Bosna, Avrupa ya da Uluslararası sermaye ticareti için
vazgeçilmez bir yer. Kara para, inanılmaz boyutlarda rüşvet hâkim, pek çok
yabancı bu tip şeylerle uğraşıyor. Bu iki Sırp, kadınların bu suçlara şahit
olduğunu biliyorlar. Hiç kimse savaş sırasındaki ölümlerin bununla ilgili
olduğunu bilmese de, onlar bunun böyle olduğunu gayet iyi biliyorlar. Nihai
amaçları onları birbirinden ayırmak. Bugün, Bosna Sırp Cumhuriyeti’nde
(Bosna’nın doğusu) savaş sırasında yurtlarından sürülenleri (Müslümanlar ve
Hırvatlar) kendi topraklarına geri dönmesini amaçlayan açılım oldukça
başarısız. Çünkü bu insanlar memleketlerine döndüklerinde aşağılanıyorlar,
hakaretlere maruz kalıyorlar ve de tehdit ediliyorlar. O yüzden kimse dönmek
istemiyor.
Bosna’nın bu bölgesinde
etnik ve dini olarak birbirinden farklı insanların birlikte yaşayabileceklerine
inanmıyor musunuz?
Bilmiyorum, çok zor. Srebrenica gibi bir yerde bile,
kadınlar için geri dönmek hiç kolay değil; dönmeyecekler, bütün dünya bir
soykırımın olduğunu ve yalnızca bir günde 10.000 erkeğin katledildiğini bilse
de, Radovan
Karadzic yakalansa da. Ki Ratko Mladic gibileri de hâlâ
serbest. Bu savaş suçluları sokaklarda rahatlıkla dolaşıyor, ve kadınlar onları
tanıyor; onların ırzına geçen, işkence eden erkeklerle karşılaşıyor. İçlerinde
polisi, hükümet erkânından insanlar bile var. Hâliyle kadınlar da tüm bu
yaşananlardan kurtulmaya çalışarak evlerine çekiliyorlar.
Elbette, hiçbiri bu
kadınlarla ilgilenmiyor. Tam olarak sosyal bir statüden istifade edemiyor bu
kadınlar, yasalarla da korunmuyorlar. Çoğu aktivist, uluslararası çağrılarda
bulunup savaş suçlularının La Haye Adalet Divanı’nda yargılanmasını istiyorlar.
Ama bu mücadelede yalnızlar. Kimse onlara adil yaklaşmıyor, çünkü onları bir
böcek gibi görüyorlar. Tedavi etmek istemeyip gizlediğiniz bir yara gibiler. Unutmadılar,
savaş sırasında olup bitenlere dair şahitleri, delilleri var.
Size göre, filmde de geçen 1997’de o dönemin uluslararası camianın takındığı rol neydi?
Size göre, filmde de geçen 1997’de o dönemin uluslararası camianın takındığı rol neydi?
BM kuvvetleri bütün bu
katliamları suç işleyerek izledi, ne olup bittiğini biliyorlardı, ama müdahale
etmediler. Srebrenica’da BM’nin bir taburu vardı, Sırpların bu masum insanları
öldürmelerine sessiz kalıyorlardı. Görmemeleri imkânsızdı, çünkü birlikleri
büyüktü ve bir şekilde onlara yardım ettiler, karşı koymaya tenezzül bile
etmediler. Bu olanlarda sadece onların değil, aynı zamanda Bosna’da son üç
yıldaki kuşatmayı durdurmak için bir şeyler yapabilecek her Avrupa hükümetinin
de payı var. Tepkisiz bir şekilde ölmemizi izlediler. Saraybosna’ya gelen
François Mitterand bile havalimanını kapattı. Ordumuzu ambargo altına altılar,
onlardan başka kimsemiz yoktu, kasaplık koyunduk adeta. Günümüzde dahi,
sokaklarda dolaşan savaş suçlularına karşı bir şey yapmaya yeltenmiyorlar. La
Haye Adalet Divanı, oldukça gülünç. 130 insanı katledenler 10 yıl hapis cezası
aldı ve 7. yılın sonunda da serbest bırakıldılar. Böyle adaletsiz tutum ve bu
derece yanlış kararlar Avrupa’da sağlıklı bir geleceği ne yazık ki temin
etmiyor. Kimse yalanlarla ve ihanetlerle yaşayamaz. Srebrenica kadınlarını yok
sayamayız, onlar ölse bile mükemmel bir yaşam sürmeyeceğiz. Bu her zaman içimizde
onulmaz bir tümör olarak kalacak.
Kadın bir
yönetmensiniz, başörtüsü takıyorsunuz. Bu sizin için ne anlama geliyor?
Bu benim seçtiğim bir
yol. Başörtülü de başörtüsüz de filmler çektim. Bu gibi durumların siz kadın
olduktan sonra hiçbir çekilebilir yönü yok. Başörtüsü takmazsanız, insanların
çoğu, bilhassa erkekler, sizi bir et parçası olarak görüyor. Başörtülüyseniz,
sizi bu sefer de gerici olarak görüyorlar. Ezildiğinize, eşinizin sizi buna
zorladığına ya da birilerinin dayatmasıyla başörtüsü taktığınıza inanıyorlar.
Sizin şahsiyetinize saldırıp bunun sizin seçiminiz olduğunu kabul etmiyorlar. Bir
çekim ekibi için yönetmenlerinin başörtüsü takan bir bayan olduğunu kabullenmek
oldukça zor, çünkü onlara göre böyle kadınlar evde olmalı, yemek yapmalı,
susmalı ve de dövülmelidir. Bu müslüman kadınlara karşı oluşan bir önyargı,
aynı zamanda onları ezilmiş, geri kafalı, ahmak, hakları yokmuş gibi göstererek
yapılan bir propaganda. Ama, hakikat bu değil. Müslüman olsun olmasın, zulüm
gören birçok kadın var. Boşnak Sineması’ysa, bu çemberin arasında tıkanıp
kalmış.
Kendinizi diğer
yönetmenlere oranla nasıl konumlandırıyorsunuz?
Snijeg, geçen yıl çekilen
tek Boşnak filmi. Çekilen filmlerin sayısı oldukça az, ama ödül alan iyi
filmlerimiz var. Arkadaşlarımın başarısı beni cesaretlendirdiği gibi, filmimin
Cannes’da gösterilip ödül alması da onları teşvik ediyor. Saraybosna’da küçük
bir grubumuz var, birlikte çalışıyoruz. Ama hükümet farklı sinema projelerimiz
için düşük bir bütçe ayırıyor. Bizler, birbirimizi tanıyor, projelerimizden
konuşuyoruz. İlk asistanım, okuldan arkadaşımdı. Şimdi bir kısa film çekiyor.
İşlerini takdir ettiğim Sırp ve Hırvat yönetmenler de tanıyorum. Benzer
konuları ele alıp ortak çalışmalar yapıyoruz. Örneğin, son kısa metrajlı
filmimin laboratuar çalışması Hırvatistan’da yapıldı. Ekibimde Sırplar da var.
Makyözümüz Slovendi. Birlikte güzel şeyler ortaya koymak istiyoruz, sadece bu.
Son olarak, Snijeg’de
kadınların yaptığı konservelerden de bahseder misiniz?
İlk aklıma gelen, besti.
Bir erik reçeli, Boşnaklara has. Eriklerin hepsini sadece kaynatıyorsunuz. Ajvar
sonra. O da bize özgü. Biberleri, soğanları, patlıcanları koyup hep birlikte pişiriyorsunuz,
güzel bir tadı oluyor. Bosna’nın bu iki tat gibi ihraç edebileceği birçok yöresel
zenginlikleri var. Ama hem üretip hem de ihraç edebileceğimiz sayıda
işletmemiz, fabrikamız yok. Önceden yapıyorduk, ama artık yapamıyoruz. Kimse
bunun için ön ayak olmuyor.
Trigon
Fransızcadan çeviren: Ali Hasar
Benzer okumalar:
—Ademir Kenovic, Savrseni Krug
Trigon
Fransızcadan çeviren: Ali Hasar
Benzer okumalar:
—Ademir Kenovic, Savrseni Krug
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder