El Topo ve The Holy
Mountain filmlerinizi birkaç kelimeyle özetleyebilir misiniz?
İkisi de bir karakterin
gelişiminin bütünü. Vicdandan ve merhametten yoksun bir haydutun zaman
içerisinde, toplum değiştikçe bir değişime uğrayışı söz konusu. The Holy Mountain’de
de durum aynı; önce ahlaksızlık üzerinden bir sorgulayış ve sonunda da gerçeği
buluş.
Filmlerinizde özellikle
The Holy Mountain’de İsevi ya da Budist bir inanıştan ziyade büyülü bir dünya
yer alıyor, daha çok simyacı. Hangi noktada inancın düşüncelerinizi
şekillendirdiğini söyleyebilirsiniz?
Bakın, sanatçıysanız
bir tüme varmaya çalışırsınız, hayatı parçalara bölmezsiniz. Burada bir kafede
oturmuş söyleşi yapıyoruz. Din ötede bir yerde, o başka bir şey. Şili’de Opus
Dei vardır, askerler; işte nedir, herifin biri vardır, ölmüştür ve üçüncü dünya
ülkesi buna ağlar, sızlar; sonra ekonomik ve politik sorunlar, bir yandan
eşcinselliğe özgürlük naraları, diğer yandan göç, şiir, endüstriyel sinema,
yani anlayacağınız her şey. Bütünü seven bir yönetmen olduğum için filmlerimde
dini unsurları görebilirsiniz; sadece dini değil, politik, cinsellik, komik,
trajik unsurları da. Dürüst olmam gerekirse, bana etiket vurulmasını kabul
etmiyorum, sevmiyorum çünkü.
Yalnızca bir yönetmen
değilsiniz, filmlerinizde oynuyorsunuz da, dekorları ayarlıyor, kostümlerle
ilgileniyorsunuz. Bunu biraz açıklayabilir misiniz?
Film çekmeye
başladığımda kendime şöyle sordum: Ben kimim? Bir yönetmen mi? Hayır. Bir
oyuncu mu? Hayır. Kimim o hâlde? Evet ben bir şairim, dedim. Bir şair ne yapar?
Bir şair ne zaman film çekmişti? Hemen Cocteau ve Pasolini aklıma düştü. Çok
yönlü bir sanatçı üzerine düşündüğümdeyse karşıma Leonardo da Vinci çıktı.
Kendi kendime, ben bir şair olacağım dedim. Bir şair olarak her şeyi yerli
yerinde yapmak zorundayım; düşünmek, yazmak, tasarlamak, çizmek, her şey.
Filmlerinizde Pasolini
etkileri görülebiliyor. Decameron, Les Contes de Canterbury, Les Mille et Une
Nuits üçlemesi de 1970’lerde çekildi. Bunlardan etkilendiniz mi?
Hayır, aslında kimseden
etkilendiğimi düşünmüyorum. O dönemler Western’e ilgi duyuyordum sadece.
Mesela; Fando y Lis New York’ta gösterildiğinde pek anlaşılmamıştı. Bana bunun
Amerikalılar için oldukça sürrealist olduğunu söylediler. Ama bir western
çekeceğim, hepsi de görecek. Şu da var, western çekmeye başladığımda Amerikan
Gerçekçiliği’nin tamamıyla dışında bir şey ortaya koyabilmiştim. Bundan dolayı
etkilendiğimi sanmıyorum, Sergio Leone’den bile. Leone filmlerinde bir
ahlaksızlık teması vardır. Para ya da bir hayat kadınıyla yatabilmek için
dövüşen, savaşan haydut tipleri. Başkalarını aldatabilen karakterler güya
kahraman. Bence esas kahramanlar böyle değil. Filmlerimde bütünüyle para ya da
cinsellik üzerinden bir arayış yok; kendini arayış, insani değerlerin keşfi var.
Benim çizgim bu noktadan şekilleniyor. Ben şairane bir yerdeyim, Sergio Leone’yse
endüstriyel, fark bu. Bir cüceyi oynattığım için Bunuelci, şişman bir kadına
yer verdiğim için Fellinici değilim.
Şiirden söz
ediyorsunuz. Sahnelerinize baktığımızda şokun ve zıtlığın bir estetiği gözümüze
çarpıyor. Çok zoom var, sonrasında geniş ve yakın planlar arasında sırayla
geçiş, derin ve yüzeysel alan hacmi. O dönemlerde bunların farkında mıydınız?
Bir çeşit yöntemim
vardı. Tekniği biliyordum. Geniş planlara, yüzlere odaklanmak; yürüyen bir
karakterin ayaklarını göstermek bana göre değildi; kamerayla filme çektiğim yer
arasına ne gereksiz bir renk, ne bir süs, ne de estetik bir obje koymak
istemiyordum. Ayrıca zoom kullanmıyorum. Sizin zoom olarak algıladığınız şey,
benim ray üzerinde kamerayla yakınlaşmam. Bir kez zoom kullandım, onun dışında
hiçbir zaman kullanmadım. Zoom kullanmak bir şeyleri engelliyor, örtüyor; o
zamanlar böyle düşünüyordum. Her şey olduğu gibi, sahte bir şey yok. Şok
dediniz. Yani izleyiciyi bir çeşit sarsma. Sinema tarihinde hiç unutmadığım bir
sahne var, Bunuel’in Bir Endülüs Köpeği’nde gözün kesildiği o meşhur sahne. Kendi
kendime şöyle dedim: bunda bir şey var, evet ben bunu gördüm, güzel mi çirkin
mi, iyi mi kötü mü olup olmadığını bilmiyorum ama unutmuyorum. Bundan dolayı
çeşitli göstergeler kullanmaya başladım. Bir kez görüyorsunuz ama hiç
unutmuyorsunuz. Bu benim estetiğimdi.
Filmlerinizde çıplaklık
teması var. Çıplak çocuklara ya da iç çamaşırlarıyla dolaşan kahramanlara
rastlayabiliyoruz.
Tarot’la da az çok ilgilendiğimden
dünyanın çıplak bir kadına sahip olduğuna inanıyorum, yıldız çıplak bir kadına,
şeytan çıplak bir karaktere sahip. Sembollerdeki çıplaklık gerçeğe işaret
ediyor. Temel gerçekliğe, çıplaklığa. Bundan dolayı bazen çıplaklık temasını
kullanıyorum. Çıplak çocuklar diyorsunuz, çıplaklar çünkü bütün cinsiyetler
yeşille kaplı. Bu doğanın sonsuz gücü.
Tamamlayıcı yapılar kullanıyorsunuz.
Mesela, kameranın önünde karşımıza yığılmış insanlar çıkabiliyor. Bunlar
politik mi?
Evet. Franco’nun,
Pinochet’nin, Hitler’in, bütün diktatörlerin, CIA’nin, Baltimore gettosunda
silahla öldürülen zencilerin bir portresi, dışavurumu.
Sıradışı imgeler de
var. Bunlardan birisi de şüphesiz atlar. Kahramanlarınızın atları tımarlanıyor,
yemleniyor. Bu hayvanların gerçekten de güzel göründükleri kesin.
Bütün dinlerde atların
ayrı bir yeri vardır. Onu süslersiniz, ondan faydalanırsınız, onunla zaferler
kazanırsınız. Kahramanın atlara bakışı da onlara ilgisi azaldığında
değiştirmesi şeklinde. Mesela, The Holy Mountain’de devamlılığı bozmak
istediğim için kahramanım beyaz, sarı, kahverengi atları belirli bir zamana
göre değiştiriyor. Bazen de hiç atı olmuyor. Bu da yaşamın daimi
değişikliklerini gösteriyor.
Çizgi roman ustası ve
yönetmen olmadan önce bir kuklacıydınız ve mim sanatçısı Marceau ile
çalışıyordunuz. Oysa filmlerinizdeki diyaloglar oldukça az. Önceki mesleki
deneyimlerinizin bunda bir etkisi var mı, yoksa bu yeni ve farklı bir şey mi?
Hayır, benim kararım. Daha
çok tasarrufi. Bir diyalog çekiyorsunuz, bu en az üç dakika demek. Sinemanın
görsel olduğuna inandım şu ana kadar. Görüntülerle anlatmaya çalıştıklarımı
kelimelerle anlatamam. Kelimelere görüntülere hâkim olamadığımda yer veriyorum.
Bundan dolayı da kelimeleri en aza indiriyorum. Sinema görseldir, edebiyat
değil.
Hem çizgi romanlarınızda
hem de filmlerinizde hayvaniyet ve yabanıllık kavramları ön plana çıkıyor. Filmlerinizde
hayvanlar çok gösteriliyor, çizgi romanlarınızda da yarı robot, yarı insan
kahramanlar.
İnsanlığın hayvanlar ve
robotlarla bir bütün içinde olması gerektiği kanısındayım. The Holy Mountain’de
her hayvanın ayrı bir anlamı var. Ateistlerin suaygırı... Ruhun tavuskuşunda
tecessüm etmesi gibi. Robotlarsa geleceğimizi yansıtıyor. Artık nanoteknolojiye,
internetin hızlı devinimine doğru gidiyoruz. İnsanın salt varlığı hem
makineleşen hem de hayvanları öldüren bir varlıktır. Aynı şekilde makinelerle
iç içe olduğu gibi hayvanlarla da iç içe, karışmış. Ben kendi evimde beş
kediyle birlikte yaşıyorum. Kedilerimle ulu ilişkilerim var, onlar benim rehberim.
Hayvanlar bir nevi bizim üstadımız, tapılarımızdı.
Filmlerinizde ve çizgi romanlarınızda
yer alan kurgu içindeki kurguya eğilelim. The Holy Mountain’in sonunda çekilmekte
olan filmi görüyoruz ve siz filmin ekibini gösteriyorsunuz. Alef-Thau’nun
sonundaysa çizgi romanın kendisini yapan Alef-Thau gözüküyor. Bu nedir tam
olarak, ezoterik bir şey mi?
Simyada şöyle derler:
iki yolun vardır. Kuru ve ıslak. Kuru yolda çalışırsın, okursun, tekrardan
okursun, dua edersin ve sonunda bulursun. Islak yoldaysa, bekleyip görürsün.
Yıllar boyunca bu kuru yoldan geçince zihnim darmadağın oldu diyebilirim. Çizgi
romanla uğraşmak zorunda kaldığımdaysa iki-üç gün boyunca kafam durdu, hiçbir
şey gelmemişti aklıma. Derken, sabahın üçünde uyandım, o an her şey akıyordu
içimden. Bunun için Tanrı’ya şükredip dua ettim. Çünkü bunları yapan ben
değildim. El Topo’yu, The Holy Mountain’i bir çeşit yükseliş hâliyle çekmiştim.
Yine söylüyorum, bu filmleri çeken ben değildim, en azından bunu biliyordum.
El Topo çekilmesi zor
bir filmdi, bilhassa finanse edilmesi. 1970’lerde nasıl karşılandı film,
insanlar ne dedi?
Amerika çeşitli
efsanelerle doluydu o zamanlar. Midnight Movies’i ortaya koyan kişiydim. Ama
çok kötü bir durumdaydım, bitmek üzereydim. Sonra bir gün John Lennon El
Topo’yu tanıttı. Lennon beni Amerika’da koruyup kollayanlardandı. Şanslıydım. O
tanıtınca film bir çıkış yakaladı. Bütün Amerikalılar El Topo’yu biliyorlar mı?
Hayır, hepsi değil. The Holy Mountain de aynı şekilde. Anlamamışlardı, hatta hiç
gösterime girmedi. Sadece Avrupa’da başarıya ulaştı. Zaten o dönemler
genellikle El Topo’yu sevenler The Holy Mountain’i, The Holy Mountain’i
sevenler El Topo’yu sevmezdi. Avangard bir film olarak gördüler, izlediler. Hiç
unutmam; Times Meydanı’nda Le Vent qui
nous emporte filminin kocaman bir afişi vardı, sonra o afişin yerini El Topo
aldı.
Peki, son olarak bu iki
filminiz için neler diyeceksiniz?
Açıkçası hiçbir fikrim
yok. El Topo ve The Holy Mountain’i çekmeye başladığımda 37 yaşındaydım. Şimdi
77 yaşındayım. Ama tamamıyla el etek çekmiş değilim. Zihnim öncesine göre daha
iyi çalışıyor. Dediğim gibi bir fikrim yok, ama bunu daha çok sürrealist
buluyorum. Bu röportajı sizinle yapıyoruz ama bunları söyleyen ben değilim. Ben
yaşlı bir hurda yığınıyım, birçok kez kendimi değiştirdim.
Söylemek istediğim bir
şey daha var. Bana mim ile uğraştığımı söylediniz. Şu; ben Marceau’nun
yazarıydım, pantomimlerini ben yazıyordum. En bilineni Le Fabricant de masques.
La Cage’dan sonra ele almıştım. Klasik şeylerdi.
Fransızcadan çeviren:
Ali Hasar
müthiş bir şair
YanıtlaSil