Sinemayla nasıl tanıştınız?
Sinemaya dair ilk deneyimim Paris’te, Rue Jeanne d’Arc’taki sinema
salonlarında izlemeye gittiğim Kung Fu filmleriyle başlıyor. Sonra, bir
akşamüstü televizyonda siyah beyaz bir film izlemiştim, bu beni çok
etkilemişti. Bu dönemleri izleyen birkaç yıl içinde de Ecole Nationale Louis
Lumiere’e kaydolmuştum. Robert Bresson’un Bir İdam Mahkumu Kaçtı filmi
dikkatimi çekmişti. Oturdum izledim, ve anladım ki Bergman’ın filmlerini
izlemeden önce beni sinemaya çeken şey buydu.
1993’te
Yeşil Papayanın Kokusu ile Altın Kamera, 1995’te Bisikletçi ile Venedik’te
Altın Aslan kazandınız. Bu ödüller sizin için ne ifade ediyor?
Bu
ödüller beni biraz dinlendiriyor diyebilirim. Bugün bir festivale gittiğimde
gayet rahat davranmayı tercih ediyorum. Ama şunu bilmenizi isterim, ben ödül
için film çekmiyorum.
Avrupa’da
Asya Sineması’na karşı giderek büyüyen ilgi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bunun
yoğun bir ilgi olduğunu düşünüyorum. En meşhur Asya filmlerinden biri olan Ang
Lee’nin Kaplan ve Ejderha’sına –bir başka deyişle La Samaritaine gözüyle Çin-
baktığımda sizin dediğiniz bu ilginin Amerikanvâri reklamlarla yanlış
yorumlamalara meyil vermesinden korkuyorum. Kaplan ve Ejderha Warner Bros.
olmasaydı asla böylesine bir etkiye sahip olamazdı. Asya Sineması’nı yeni
ufuklar açtığı için sevmemiz, ilgilenmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Asya
Sineması’nda Batı Sineması’nda artık bulunmayan birtakım şeylerin bulunduğunu
ve de sadece ticari değil, ilgi olarak da bir hareketin olduğunu nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Haklısınız.
Şayet bugün Asya Sineması dalgası varsa, bu belki de Batı Sineması’nın düş
gücünü yitirdiğindendir. Görüyorsunuz, eski filmleri yeniden çekiyorlar, ortaya
koydukları yeni bir şey neredeyse yok. Bir tekrar ve yoksunluk. Festival
Jürileri böyle filmlerden zevk almıyor, onları düşündürücü bulmuyor. Avrupa
Sineması’na yönelmeye devam ettiler, sonra baktılar ve bildiler ki uzaklarda da
bir canlılık var, Asya Sineması’na yoğunlaşıp incelemeye başladılar. Bu
yıllarca sürdü. Cannes’da onlara göre asil ve yüce harflerini kazanmalarından
önce Venedik’te işe koyuldular. Bana göre, bugün ikinci bir Asya Sineması
dalgası var. Birincisi, Chen Kaige’nin 80’li yıllardaki filmleriyle başlayan
dönem. Ama benim için bu sinema sadece önemli birkaç şeyi hatırlatıyor: geçmişe
dönüş, yabanıl kültür kodları, gizemli arayış. Sinematografik açıdan, size ilginç
gelebilecek bir şey yok. Ozu’nun ya da Mizoguchi’nin filmleri gibi değildi.
Şahsen, Japon Sineması’nı daha kaliteli buluyorum, çünkü tamamıyla sıradışı.
Samuraylar’a bakın, “Huh, huh” (mimikleriyle anlatıyor) diye
konuşuyorlar. Bu sizin algınıza oldukça uzak; hissiyatınız etkilenebiliyor
böyle şeylerden. Bu sinemada, Asya’da sinematografik bir dil oluşturmak için
çeşitli çalışmalar yapılıyor.
Vietnam Sineması’nın bugün geldiği nokta neresi?
Vietnam’da
sular biraz bulanık. Hâlâ gerçek anlamda kayda değer yönetmenler yok. Çünkü,
aşırı derecede sansür var. Film çekmek çok zor. Yönetmenlere, kısa film çekin
diyorum. Kısa filmlerde istediklerini yapmakta özgürler. İyi bir kısa film;
vasat, sansürlü uzun metrajlı film yığınlarından daha kalitelidir. Vietnam’da
sinema halkı eğitmeye ve hükümetin söylemlerini yansıtmaya yönelik.
Size
göre, bir yönetmenin toplumdaki görevi nedir? İzleyicilerine sorgulamalarını
yaptırmalı mı ya da toplumsal, politik
bir görevi mi olmalı?
Hayır.
Yönetmenin bütün sanatçılar gibi tek bir görevi vardır: izleyenin kalbine
dokunmak, onların duygularına yelken açmak. Sanatçı, duygu bütünlüğü
oluşturandır. Örneğin bir adam bir sabah yolda yürüyor. Bir koku alıyor,
duvarda bir ışığın süzüldüğünü görüyor. Sonra bir ses duyup bir kadının
yürüdüğünü fark ediyor. Onu heyecanlandıran bir şeyler oluyor. Bütün gün mutlu
oluyor. İçinde bir duygu gizleniyor ve birkaç satır bir şey yazıyor. İşte bu
kelimeler, o adamın bütün gün içinde yaşadıklarının tılsımını oluşturuyor.
Böylelikle, duyguların bütünlüğü o ölse bile yönetmene ulaşıyor. Kelimeler,
yönetmenin ellerindedir.
Fransızcadan çev.: Ali Hasar
Fransızcadan çev.: Ali Hasar
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder