13 Eylül 2014

El-Muhasibi ― Er-Riaye

Bismihu.
Men arefe nefsehu fekad arefe Rabbehu.

İbn Ataullah El İskenderî, Tacü'l-Arus El Havi Li Tezhibi'n-Nüfus'ta şöyle der:

"Allah'ım, yalnızca senden yardım istiyorum, bana yardım et. Sadece sana güvenip dayanıyorum; beni senden başkasına ısmarlama. Yalnızca senden istiyorum; beni isteklerimde boş çıkarma. Senin zenginlik ve cömertliğine değer veriyor ve rağbet ediyorum; beni mahrum etme. Zatı cenabına intisap ediyorum, beni lütfundan uzaklaştırma. Sadece senin kapında duruyorum, beni kapından kovma."

El İskenderî'nin Allah ile arasındaki kalbi bağın kelimeler âdetince çoğaldığı, bulmak-kaybetmek ikileminde denizlerin incilerini içimize fırlattığı nettir. Bulan bir şey kaybetmemiştir, ziyana uğrayan; yüz çeviren ve bulduğundan değil de başkasından hoşnut olandır. Bu bilgi, insan ruhunda saklı olan zekâdadır.

Ruh bilgiyi, dışarıdan gelen gerçekliği anlamaya çalışır, onu özümsemeye meyleder. Bir alemden bu aleme nüzul eden ruh bedene girmiştir. Orada tabiri caizse hapsedilmiştir. Ölümse ruhun bundan sıyrılışıdır. Hakikatin şuhud aleminden sonra bu nüzulleri görünemez oldu. Bu alemde gözlenen nesneler, eşyalar, varlıklar ezeli alemde temaşa edilenlerdir. Yansımalar, gölgeler aslın ve hakikatin çemberinde dönüp dolaşan birer timsalleridir. Hermes şöyle diyordu:

"Nefsimden ileri ve içeri ölümsüz bir bedenin içine gittim, akılda doğdum. Ben gökteyim, yerdeyim, sudayım, havadayım. Ben her bir canlı içindeyim, ben her yerdeyim."
El Muhâsibî, Er-Riâye - İnsan Yayınları

Sebepler gizli, ölüm her şeyin başlangıcıdır. Ruh yeryüzüne iner. Onun için orada bir sınav vardır. Bu bir yolculuktur, hem ruhun hem de kalbin. Ruh maddeye, eşyaya yenilirse, onun timsallerine aldanırsa ilahi olandan uzaklaşır ve sınavı çetinleşir. Kalbin ve ruhun kötü içinde güzelliği arayışı, ona düşkünlüğü ruhun bu aleme gelmeden önce aslı ve hakikati iç içe görüyor olmasındandır. Yeryüzünde insan ruhu hatırlar. İster bir eşyayı, isterse bir varlığı, ruhu. Zira insan ruhu ilahidir, onda bir nur vardır. Celal, Cemal iledir. İlahi temaşadan zevk alır. Temaşa, ruhun aynasıdır. İlahi olan mükemmelse, mutlak bir güzellik, doğruluksa, hakikat için insan teşebbüsü bir nazardır. Muhyiddin İbn Arabi'ye göre alem, varlık bir nurdur, ışıktır. Allah'ın bir nurudur. Zulmetse, nurun diğer yanıdır, birbirinden farklı değildir. Nur Suresi, 35. Ayet:

"Allah, göklerin ve yerin nurudur. O'nun nurunun temsili şudur: Duvarda bir hücre; içinde bir kandil, kandilde de bir cam fanus içinde. Fanus sanki inci gibi parlayan bir yıldız. Mübarek bir ağaçtan, ne doğuya, ne de batıya ait olan zeytin ağacından tutuşturulur. Bu ağacın yağı, ateş dokunmasa bile neredeyse aydınlatacak kadar berraktır. Nur üstüne nur. Allah dilediği kimseyi nuruna iletir. Allah insanlar için misaller verir. Allah her şeyi hakkıyla bilendir."

Cismani alemi gören akıl ve bilgi, mutlak bir hakikata ulaşmakta yetersizdir. Maddi alemi gören akıl, Batıni alem için körlüğünü atması gerekir. Kuşeyri ve Gazali'nin hem fikir olduğu şeriat nazarıyla maddi alemden sıyrılarak manevi alem görülebilir, hakk ve batıl ayrımı yapılabilir. Bunun için kötüden uzaklaşmak, saflaşmak ve arınmak elzemdir. İnsanda hayvani cenah olduğu gibi ilahi cenah da mevcuttur. Ruhun, ilahi özüyle; sevgi ve güzellik arayışına girmesi bununla ilişkili olup, yeryüzüne geldiğinden beri sürekli bir arayış içine girmesi de bir hakikattir. Şüphesiz ki sevgisini, güzelliğini muhatabında bulanlar insan-ı kamilden başkası değildir. 

Ruh, kalp ile bir seyirdedir. Onun cismaniyete olan nazarı bir müddet onu karanlığa gömer. Aydınlanınca da bilir, ve anlar. Ondan yüz çevirir. Müellifimiz El Muhasibi'nin Er-Riaye'sinde bu yolculukta insanın karşısına çıkan nefs, kibir, vera, ucub, hased gibi kavramları ve onunla nasıl bir önlem alınabileceğine ışık tutmaktadır. Öncelikli olarak El Muhasibi'nin satır aralarında kalınmışlığı dikkatimizi çeker. Pek bilinen bir isim olmamakla beraber, müellifin 781-857 yılları arasında yaşadığı, gençliğinde zâhirî ilimlerle uğraştığı kadar bâtınî ilimlerle de derinleşerek yoğun bir telif dönemi içine girdiği belirtilir. El Muhasibi künyesini kendi yaptığı muhasebeye ve riyazete dayanarak şu şekilde ifade eder:

"Ben derinliğe tefekkür edip uzun uzun düşünerek hidayete ulaştıracak bilgi aradım. Daha sonra Allah'ın Kitabı, Resulü'nün sünneti ve müminlerin icmaından anladım ki haris olmak insanı körleştirir ve böylece onu hak yolu aramaktan engeller, neticede de batıla düşürür."

Basra'da doğup büyüyen sonra da Bağdat'a göç eden El Muhasibi, hadiste, kelamda ve tasavvufta muhtelif ve sayısız eserler vermiş bir zattır. İki yüz civarında eser verdiği rivayet edilir. Belli başlı, elyazması şeklinde, tahkikle basılarak günümüze ulaşan eserleriyse: Adabu'n-Nüfus, Faslun Min Kitabi'l-Azama, Fehmu's-Salat, El Kast Ve'r-Rücu' İlellah, Mahiyetu'l-akl ve Ma'nahu ve İhtilafi'n-nasi Fihi, El Mekasib ve'l-Vera’ ve’ş-Şübühat, El Mesail fi A'mali'l-Kulup ve'l-Cevarih, Kitabu'l-'İlm, Risaletu'l-Müsterşidin, Şerhu'l-Ma'rife ve Bezlü'n-Nasiha, El Vesaya, Kitabu’t-Tevehhüm, Bed’u Men Enabe İlellah, Fehmu'l-Kur'an ve Ma’nahu, El Hubbu Lillahi Ta'ala ve Meratibu Ehlihi, El Halvetu ve't-Tevekkülü fi'l-İbadeti ve'Derecati'l-Abidin, Vahdu't-Nizam ve Vahdaniyyetu'l-Lah. Er Riaye'nin girizgah bölümünde ilgili eserler hakkında bilgiler yer almaktadır. Buna ek olarak, El Muhasibi hakkında eserin girişinde ön bilgiyle ilimdeki konumunun altı çizilmektedir. Er Riaye ile ilgili yapılan Arapça ve Türkçe çalışmaların, Batı'da yapılan araştırmaların, El Muhasibi’nin etkilerinin eserin esas konusundan önce oldukça nacizane bir sunuşla verilmesi, ona artı bir değerlik kazandırmaktadır. 

Şeriat tarikat yoldur varana / Hakikat marifet andan içerü
Mumsuz baldur şeriat, tortsuz yağdur tarikat / Dost içün balı yağı ne içün katmayalar

Yunus Emre Divanı

Yunus Emre, Allah'a varan yolun hakikatli ve olması gerekenin bu olduğunu söyler. Hakikate, marifetullaha ulaşmakta gayede muhtelif yolları açarak şeriat, medrese, sünnet-i seniyye gibi yollarla Allah’a varırken insanın ruh yolculuğunda bir şeyin derdini taşıyıp da erişilen mertebeyi, noktayı vurgular. Bu yolun önemi yoktur. Önemli ve gerekli olan, hakikatin salt kendisine, Allah'a varmaktır. Niyazi Mısri de şeriatsiz hakikatin olamayacağını savunuyordu. Ruhun ve kalbin yeryüzündeki seyrinde şeriat, hakikat, tarikat dairesi bir rehber olmakla beraber insanın tek başına bu yeryüzünde yolunu kaybedebileceğini izah edilebilir. Beyazıdi Bestami, üstadı olmayanın imamı şeytandır derken insanın kainata nazarında onun önünde olması gereken bir imama, bir mürşide, bir kılavuza dikkatini çekiyordu. El Muhasibi'nin de Er Riaye'de insanın kainattaki düzende yaşamını sürdürürken onun rehberliği için hakikatin, tasavvufun, şeriatın kalbe ve ruha bir şifa olduğunu belirtir. Er Riaye'nin bu bağlamda tamamıyla erdem, tasavvuf ve de ahlak felsefesine oturtularak hacimli ve bol tefekkürlü bir kaynak olduğu görülür. Sünneti, Hadisleri, Kur’anı, Tasavvufu bir rehber edinir kendisine. Yoluysa, nazargahtır.

Müellif El Muhasibi'nin Er Riaye'si, (Er-Riaye li Hukukillah: Allah'ın Haklarına Riayet Etmek) riya, arkadaşları tanıma, nefs, ucub, kibir, aldanma, vera, hased, müridin terbiyesi, uzlet, dünya, şirk, bidat, nazar gibi sair konularda derinlemesine inilerek tahliller sunmakta, insanın seyrini ferahlatıcı kandilleri duvara asmaktadır. Eserin bölümlere ayrılarak, her bölümün kendi içindeki soru-cevap diyalektiğiyle bilerek ya da bilmeyerek giriştiğimiz eylemlerin, söylediğimiz sözlerin ve içimizde olup bitenin dışavurumu, kurani, ilmi ve de tasavvufi bakış açısıyla su gibi berrak bir hâl diline dönüştüğü açıktır. El Muhasibi’nin her konuyu tahlil ederkenki duruşu beraberinde getirdiği timsallerle, şerh düştüğü hadislerle, tasavvufi hâllerle, başta Allah Hakkına Uymak, Takva ve Mahiyeti kavramlarını ayetler ve hadislerin ışığında konu edinerek nelere riayet edileceğinin altını çizer, duru bir izahla meramını açıklar. Bir ayna ve yansıttığı güneş timsali. Herkesin içinde kendine has bir ayna varsa şayet, o bir saray gibidir. Onun için öğütler verilir, kapılar zorlanır, eşiklerden içeri girilmesine yardımcı olunur. Terbiyesinde ahlak vardır müellifin ve eserinin. Güzellikleri perdelerin ardından aralamaya teşvik eder, hatırlatır ve de ruhun, kalbin sebatlılığı adına dikenlere karşı koyabilmeyi muallimliğiyle, haceliğiyle zikreder. Her kıstas için ayrı bir pencere açar, pencerelerin genişliği kalbiyle eşittir El Muhasibi’nin.

"Beni kendine kalb edemezsin, ancak sen bana inkılap edersin."

Bağdat Medresesi’nin en önemli şahıslarından, ilmiyle Gazali’yi oldukça etkileyen El Muhasibi’nin Er Riaye’si soru-cevap üzerine bir üslupla inşa edilmiştir. Soruyu soranın El Muhasibi’nin ismi belirtilmemiş talebelerinden biri ya da Cüneydi Bağdadi gibi bir zat, cevap verenin de El Muhasibi olduğu belirtilmektedir. Zira, sorulan sorular ilmi olarak da yüksek ve seviyeli sorular olduğundan ilmi kuvvetli birinin sorular sorduğu ya da tamamıyla soru soranın da cevap verenin de El Muhasibi olabileceği ihtimal dahilindedir. Bu konuyla ilgili kesin bir bilgi mevcut değildir. Bildiğimiz ve gördüğümüz şudur ki El Muhasibi, her biri ayrı ders olan Er Riaye’sinde ilmi meseleler için araştırmalar yapmış, hakikatleri sorgulamada öncü olmuş, onları telife ayırmış ve de kendinden sonraki ilim sahiplerine, insanlara bir kaynak olmuştur.

Nur-u ilahiden bir cevher olan insan ruhu, El Muhasibi'nin Er Riaye'de dile getirdiği hikmetlerle bir üst mertebeye doğru kıvrılır. Bildikleri, bilmediklerinden azdır insanın. Müellifin her çeşit sualle ve cevapla aydınlattığı kalpler, gölgelerde yitmeme ümidini taşır. Bunu eserde sıklıkla yineler. Tekrarları hoştur, onlar bizi ayakta tutmak ve mananın özünü idrak edebilmemiz içindir. Ondan dolayıdır ki müellif eseri telif ederken her kısımda aslında birbirini kapsayan bir çekirdeğin küçük tohumlarını serpiştirir. Samimiyetle, hakkaniyetle, muamelat ilmiyle bir mum olur El Muhasibi. Er Riaye'sini derslere böler. Eserin riya bölümünde, riyanın mahiyeti, özellikleri, onu bertaraf etmenin yolu, riyadan kaçma, galip olma sevdası, niyetin ne olduğu, böbürlenme ve övünmenin neticesi, yalnızken ve topluluktayken riya ve riyayla ilişkili sair konularda deruni ve kapsamlı açıklamalar yapar. El Muhasibi'nin Er Riaye'de en uzun tuttuğu kısım budur. Diğer ana konularda olduğu gibi bu konuda da ilgili hadislerin kaynağı eserde dipnotla şerh düşülmüştür. Sonraki bölümlerde çevreyle münasebette karşılaşılan manevi tehlikeler, nefsin özellikleri ve onu rağbet ettikleri, amel, dünya malı, kibir, düşmanlık, kin, hased, vera, ucub, ilim, düşünce, terbiye, ahlak üzerine kalbi ve manevi diğer meseleler detaylıca incelenmiştir.

Er Riaye, Tasavvuf klasiklerinden biri olmasının dışında en eski eserlerden biridir. Muamelat ilmine dair ince nakışlar, kalbi ilgilendiren meseleler ve mücadeledeki dersler eserin sağlamlılığını ve hakikatini kanıtlamaktadır. El Muhasibi'nin günümüze ulaşan bu eseri, ilmi açıdan faideli, insanın manevi yolculuğunda ona bir ışık, şahs-ı manevisinde bir kılavuzudur. İşbu hakikatle yollara çıktığında insan artık tehlikenin nereden geleceğini anlamaya çalışır, iyiyle beraber olmaya gayret gösterir. Niyetini temiz tutar. Bilir ki niyetini halis tuttuğu müddetçe, Allah ona doğruyu ve güzelliği işaret edip kalbine nakşedecek, dinlemeyle istifadesini arttıracaktır. Allah kalpleri ve sırları bilendir. Vera sahibi olmaya çalıştıkça insan kainata ve manevi alemi tefekküründe vakur davranır, güzel için gayret gösterir. Allah, El Muhasibi'den razı olsun ve O’nun sırrını arttırsın.

[Ayraç Dergisi 44. sayısında -Haziran 2013- yayımlanmıştır.]

10 Eylül 2014

Mahmut Erol Kılıç ― Hayatın Satır Araları




Bakmaz mısın Rabbine? Gölgeyi nasıl uzatmakta.


(Furkan, 45)


Fasl-ı Evvel

İbni Haldun fideistti. Tanrı bilgisinin akıldan ziyade onun salt öznenin imanıyla içkin olduğunu savunuyordu. Tanrı hakkındaki bilgimiz imanla özgürleşir, iradeye dönüşür. Ruh, kalbe yaklaşır, dinsel bir mizaç ortaya çıkar. İç dinamizmin arka planında yatan asıl gerçeklik heyula ve surettir. Sarmaldır ve iç içe geçmiştir. Nutfe bir heyulaysa, insan bir surettir. Birbirinden bağımsız düşünülemez. İman heyula ve suretle batınîleşir, zahirde onun pratiği, tavrı vardır. İlk başta bir şekil yoktur, Tanrı el-Musavvir esması tecellisiyle şekilsiz olanı bir ilahî nura dönüştürür. Cevher, insan olmuştur. Marifetullah’ın gösterisidir bu.

Kâinatta Marifetullah'a sefer hâlinde olan insan, iman hakikatlerini bulmak ister, onda bir ışık gayreti içindedir. O başıboş değildir. Ayet-i kerimede denildiği gibi. Evvel bilgiyi edinir, sonra ona sıkıca sarılır. Çünkü semavî din pratiklerinde her zaman bir diğer uçtan bahsedilir (iyi-kötü, helal-haram). Peki insan bilgiye nasıl ulaşabilir, daha doğrusu bilginin hakikatini yaşadığı çağın içerisinde tamamıyla yaşamına uygulayabilir mi? Salt Tanrı bilgisi iman için yeterli midir? İmanın terbiyesi için bilgi-hakikat bağıntısında zamanın ruhuyla nasıl bir diyalektik kurulmalıdır? Bu ve buna benzer sorulara aranan yanıtlar, iman-hakikat çevresinde şekillenen ve insan-ı kâmilliğe ulaşmada yardımcı olan şeriatı, tasavvufî hâller eşref-i mahlûkat için kimi koşullardır. Bu noktadan hareketle ulûhiyetin kendisine varılabilir. Bu, cezbe gerektirir, imanın yüksek ve temiz olmasını imler. Bahsettiğimiz arı bir iman. Bu seyirde, mertebede insanın ölünce Tanrıya döneceği –küllî ruh/nur- açıktır. Son nefes alınır, imanın mücadele alanı buraya kadardır. Bir doğar, bir ölür insan, bir kalır geriye. Kâinat, birin/birlemenin sudurudur.

Farabî felsefesinde zevk üzerine bir ayrım vardır. Bedenî zevkler ve düşünce zevkleri. Bedenî zevkler, imanı yıpratabilen, onu yıkan ve zarar veren zevklerdir. İnsan bundan kurtulmalıdır, zira iman ahlâklı olduğu müddetçe Allah’ın hikmetini şuurla idrak etmeye çalışır. Düşünce zevkleri, bedensel ihtiyacî zevklerden (nefsanî) daha uzundur ve geçici değildir. İnsana, marifette yol almasına ve yaşadığı toplumda satır aralarını görmesine yardımcı olur. Bilgiyi öğrenmek insanı bir üst sıraya yerleştirir (hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?), imanını bilmeye çalışır insan ve de böylelikle edindiği teorik bilgiyi dini yaşantısına taşıma arzusuyla pratiğe döker. Bu Allah katında makbul olandır; beden ölür, ruh ölmez ve ruha ahirette bir ödül/ceza sistemi uygulanır. Bu yeryüzünde insan sorumludur, kendine, topluma ve Tanrıya kaşı. Tanrı kimseye kötülük yapması için zorlamada bulunmaz. Hz. Hace Mevlana Celaleddin Rumî’nin (r.a) aşkın bendeki insanın tanrısal yanına dair okumalar bu yöndedir. Bunu doğru bir insan, güzel bir mümin, hudaperest bir mürid kendi payına alır, kâinatı okurken mürşidinin elinden tutunur, eteklerinde bir semayla Hakka yönelmesinden vazgeçmez. Yaşadığımız modern çağların içinde gizli ve sırlanmış hakikatlerle dolu cevherleri derunî mesele görmek, nurları dünyevîliğin içinde muhafaza edebilmek (halvet der encümen) eren bir müridin olmazsa olmazı olmalı, düşünce bandını hak nazargâhından ayırmamalı, imanın modern marifet içerisindeki gelişimine karşı teyakkuzda olmalıdır.

Gayya

“İblis’in Âdemoğlu ile alıp verememesinin özünde,
derinlerde bir yerde İblis’in incinmişliği yatar.”

Muhyiddin Şekûr, Gölgeler Koridoru

Batı toplumlarında fert ön plandayken, Doğu toplumlarında bir cemiyet söz konusudur. Fert, cemiyet iledir. Yani birliktelik, inanç doktrini için bir arada bulunma. Rifaîlik, Nurculuk, Nakşibendiye, Yeseviye, Bektaşilik, Mısriye, Bedeviye, Caferiye gibi şubeler süreç içerisinde bir kol olmuş, bunlar kendi içlerinde müridlerini bir doğru üzerine yoğunlaştırmışlardır. Buradan da alt dallar ortaya çıkmıştır. Sonra, Nakşibendiye’den Halidiye, Kasaniye gibi kollar; Sühreverdi’nin İşrakiye cemiyeti de Bedriye, Zeynebiye gibi bir alt dallara ayrılmıştır. Cemiyetler muhtelif sebeplerden kollara ayrıldığı gibi birbirlerini de etkileyebilmiştir. Sülûk silsilesi üç kolda İsm-i Azam Hoca Ahmed Yesevi’de (r.a) son bulan Yeseviliğin Nakşibendilikten etkilenen zikir usulleri vardır. Cemiyetten, tarikattan ziyade hakka riayet etmek, imanın korunabileceği şeriat dairesine girmektir. Esmaya yol almak vardır, ister uzun ister kısa. Neticede öze dönüşün seyridir bu. Mürşidler, müridlerini bakışlarıyla da terbiye eder. İmanı kurtarabilecek, çağın getirdiği imkânlar dâhilinde ubudiyet ve mahbubiyete varıştır aslolan. İnsan nefsi külfeti istemez; mürit ise noksanlıklarını gidermek, gerek bağlı bulunduğu cemiyette, gerekse halk içinde iman nurunu tamamlama içinde olmaya çalışır.

İbn Ataullah El İskenderî (r.a) “İnsanlar bir tuhaf oldular, artık ahiret için bir araya gelmiyorlar.” diyor. Eğer yaşıyorsak, kendimizi bir kez daha sorguya çekmeliyiz, bunu yapmak zorundayız. Zira yaşam standartları artık çok farklı, her birimizi parçalayacak derecede bir tasarım var karşımızda. Korkutucu olanıysa bundan kaçma, kurtulma payımızın günden güne azalıyor olması. Ümit var, cem/cemiyet. Mahmut Erol Kılıç çağ devşirmesine tabi olan makineleşmiş insanı (kurulmuş saat) bu toprakların ruhundaki ocaklarla-cemiyetlerle, Endülüs, İran, Arabî coğrafyayla ve de tasavvufî okyanuslarla hakikat çemberine almak ister. Onun derdi, geleneğin içinde olup da ona kör kalan insanla. Medrese kültürünü, ananevî tasavvuru, cemiyeti, İslam’ın deryalarını, modern zamanlarda sıkışıp kalan insanlık çıkmazlarını bir satır arasına nakşederek “modern insan” kalbinden sürgün insandır diye şerh düşer. Yatay/dikey parametresini kullanır, bunun öncüllü ve ardıllı şemasını, diğer bir tabirle fotoğrafını çeker.

İnsan: Kurulmuş saat. Yüzyıl bu surete büründü. Cemiyet tasavvuru, yaşamı, modern zamanlarda kendini arayan insan, anlamın hâl değiştirip katmanlarını yitirmesi, eşyanın bilgisindeki çözülme, noksanlık ve gediklerin bir türlü kapanmaması… Varlığın bilgisinin profan düşünce formlarında yeterlilik kazanıyor oluşudur imanı ağırlaştıran. İman, Mahmut Erol Kılıç’ın zikrettiği Celil ve Cemil esmalarının ötesinde insandan insan-ı kâmil çıkartma ile parçalamaktan çok bütünle, birle hakikatin saflığına erişebilir.

Penc-i Asr

“Kimdim? Kimim? Ne diyeceğimi bilemiyorum bu konuda.”

Stendhal

Hayatın Satır Araları – Modern Zamanda Kendini Bulmak, Mahmut Erol Kılıç’ın Sufi Kitap’tan çıkan son eseri. Belirttiğimiz şekilde; imanın esasları için eğitim, terbiye, medrese tedrisatı, gelişen moda, akım, televizyon, teknoloji, sinema, müzik, kimlik, aile, toplum bilinçlenmesi için niyet esastır. Hilmi Yavuz’un dostane takdimiyle başlayan kitap muhtelif kısımları içermekle beraber, her kısmın kendi içinde öznenin çağın içindeki konumuna, iman tavrına yönelik durumlar ele alınmaktadır. İleri okuma için Ivan Illich’inOkulsuz Toplum’una bakılabilir. Kılıç’ın kalbine ve hissiyatına baktığımızda, onun ilk başta kaybolan dengedeki çağdaş insan tasavvurunu görürüz. Merkezine aldığı insanı önce yavaş bir şekilde bir elekten geçirir, narin dokunuşlar yapar, incitmemeye çalışır. İnsanın külfetindeki Din-Tanrı tablosunu çağın içinde bir mutasavvıf olarak mayalamaya yönelir, başarılı olur da. İman bir hâldir. Tasavvuf bir hâldir, kelama kulak vermek ve onu derunî yaşamak bir yakuttur, bir elzemdir. Değişen değer yargıları içinde insan varlığın birliğine yöneldiği müddetçe hakikatle hemhâl olabilir, iman ağırlığını taşımaya devam edebilir.

Mahmut Erol Kılıç, beş vakit içindeki insanı tasvirlerken özne-nesne diyalektiğini inşa eder. Onun zamanın ruhuyla bir yandan geçmiş (anane, bağlı kökler, arınma), bir yandan da şimdi (modern zaman, köklerden kopuş, bozulma) cetveli arasında gelişimini gösterir. Eser üç bölüme ayrılmaktadır: “Kendini Bulmak”, “Modern Zamanlar”, “Anadolu’nun Ruhu”. Eserden evvel Kılıç’ın belagatına, mantık ilmine, toplum üzerine yaydığı tasavvufî nazardaki konumuna dilimiz döndüğünce eğilmemiz yerinde olacaktır hiç şüphesiz. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tasavvuf Anabilim Dalı’nda profesör olan ve televizyon programlarında aktüel, tasavvuf, İslam, gelenek gibi konularda sohbetler eden Kılıç, yazılarında ve söylevlerinde Mevlevî pergelini kendine düstur edinir. Onun ilminde, şeriat-tarikat-hakikat ipi kendini belli eder. Aktüel, kadın-erkek ilişkisi, aile, din ve toplum sancısı için merhemleri ünler. Batıdan da salt bir kopuş yoktur. Doğudan beslendiği gibi onun iman mizacı gerekliliğindeki hususunu dikkati çeker. Karmaşıklığa gitmeden, dili ağırlaştırmadan, avamın kalbine sokulacağı şuuruyla hakikati hakikat ile birleştirir.

Lisans eğitimi İÜ Siyasal Bilgiler Fakültesi olması hasebiyle Marksist teori, toplumcu bakış, felsefî atıf, sosyolojik etnik taban, politik saha, hakikat-belagat-mantık düzlemini sağlamlaştırır. Batı orijinli okumaları Doğuyla karşılaştırır, son tahlilde de kendi meşrebinin zaviyesiyle bir nesneyi, fenomeni geniş aynalardan görmeye çalışır. Önce kendine vaaz eder. İsminin önünde bulunan unvanın kibriyasına girmediği gibi, insanı insan-ı kâmil serüvenine dâhil etme derdindedir. Kılıç’ın topluma bakışındaki hassasiyet tasavvufî hikmetin perdesidir, Kur’an’dır, sünnettir, şeriattır. Eserlerini hakkaniyet ile verir, geleneği bizlere hatırlatır. Ocakların hikmetini, Anadolu’nun Ruhu’nu, toprakların diline dil olur. Kılıç, kimlik için değerlerin olması gerektiğini vurgular. O, insan mukaddes bir yaratılışa sahiptir der ve kâinatta Hakk’a yürürken gelenek-cemiyet-ocak kültürünün altını çizer, doğum-ölüm arasındaki insanı insana anlatır. Dediği gibi doğum ve ölüm ikiz kardeş, doğduğumuz için ölüyoruz.

Teb'id

“Hakikatı bulan, başkaları farklı düşünüyor diye, onu haykırmaktan çekiniyorsa hem budala hem de alçaktır. Bir adamın ‘benden başka herkes aldanıyor’ demesi güç şüphesiz; ama sahiden herkes aldanıyorsa o ne yapsın?”

Daniel Defoe

Cemil Meriç, Bu Ülke’de şöyle der: “Mefhumların kâh gülünç, kâh korkunç maskelerle raksa çıktığı bir karnaval balosu fikir dünyamız. Tanımıyoruz onları, nereden geliyorlar bilen yok. Fir’avunlara benziyorlar, kalabalığa çehrelerini göstermeyen fir’avunlara. Ve aydınlarımız, o meçhul heyulalar için ehramlara taş taşıyan birer köle.”

Meriç’in zikrettiklerini yaşıyoruz. Hepimiz mükellefiz. Bir büyüğümün söylediği söz aklıma düştü: “Onun kör olmasından daha acı olan bir şey varsa, bu bizim ona kör kalmamızdır.” Evet, hakikatten savruluyoruz. Modern çağ insanı ipe dizmekle yetmiyor, onun boğazını gizlice bağlıyor da. Korkulur ki bir gün nefessiz kalacak. Bu noktada müellifimiz Hace Mahmut Erol Kılıç’ın değindiği irfan mektebi kültürüne dönmeliyiz. Kılıç’ın eserin birinci bölümünde (“Kendini Bulmak”) çağdaş insan tanımı, fikriyatı, anlamı dikkat çekici olmasının dışında, hakikat dilinin, derviş-eren kimliğinin portresi, tasavvufî düşüncenin imkânları çerçevesinin forma dönüşmesi gayet yerindedir. İnsanın tabiat ve üst tabiat bağlamında ele alınışı inceler, onun öğrenci hâli vardır der Kılıç. Tekkesini yeniden kurar, musikisini arkadan yavaşça seslendirir. Talip olmanın, aşkın ve onun mahiyetini, şiiri, Kuran’ı, hakikat-ı muhammediye’yi zulmette bir kandille yakar.

Girizgâhta çağdaş insan modelinden hareketle ‘değerler erozyonu’ ortaya konur. Hayatın satır aralarına duhul etmek vardır. Zaman ilerliyor, hakikatse bu boşlukta bir yerde tılsımını muhafaza ediyor. Oluşan gedikler ‘çağdaş’ın mizacını, imanını sarsıyor. Müellifin harcını sağlam kararak insan-ı kâmil duvarı için toprağa verdiği değeri görürüz. Eserdeki çok yönlü konular, gerek birinci bölümdeki modern zamanda kendi bulmanın yolları ve diğer ana meseleler masaya yatırılırken, gerek ikinci bölümdeki zamanın kendi yatay/dikey boyutu üzerine kronolojik tasavvufî, İslamî neşrin hattı kavidir, insanı tefekküre gark eder. Mahmut Erol Kılıç’ın şiirin o sırrına, tılsımına sırtını dayayarak eser boyunca ve de son bölümde Yunus Emre, Niyazi Mısrî gibi okyanuslara açılması bir gönül mesti olabilmektedir. Ahenk, düşüncelerin arasına bir gül yaprağı âdetince serpiştirilmiştir. Tıpkı mürekkebine sadık bir hattat gibi. Hayatın Satır Araları, salt bugüne, modern zamanlara dair söyleyecekleri olan bir eser değil. O, hakikatin zamanın akışındaki uyumuyladır. Mahmut Erol Kılıç düşünceyi, Batıyı, Doğuyu, Anadolu’yu, Endülüs’ü bir şeyh-i ekber’in kalbi gibi görür. Zamanın insanlarının çıkmaz sokaklardaki hâline kucak açar. Zihniyeti ufka götürür, sorgular. Avusturya Devlet Adamı Metternich’in şu sözleri oldukça manidar: 

“İmparatorluk günden güne zayıflamaktadır. Niçin saklamalı? Onu bu hâle düşüren sebeplerin başında Avrupalılaşma zihniyeti gelir. Temellerini III. Selim’in attığı bu zihniyeti, derin cehaleti ve sonsuz hayalperestliği yüzünden II. Mahmut son haddine vardırır. Bâb-ı Ali’ye tavsiyemiz şudur: hükümetinizi dini kanunlarınıza saygı esası üzerine kurunuz. Devlet olarak varlığınızın temeli, Padişahla Müslüman teb’a arasındaki en kuvvetli bağ, dindir. Zamana uyun, çağın ihtiyaçlarını dikkate alın. İdarenizi düzene sokun, ıslah edin. Ama yerinize size hiç de uymayacak olan müesseseleri koymak için eskileri yıkmayın. Avrupa medeniyetinden sizin kanun ve nizamlarınıza uymayan kanunları almayın. Batı kanunlarının temeli Hıristiyanlıktır. Türk kalınız. Tatbik edemeyeceğiniz kanunu çıkarmayın. Hak bellediğiniz yolda ilerleyin. Batı’nın sözlerine kulak asmayın. Siz ilerlemeye bakın. Adalet ve bilgiyi elden bırakmayın. Avrupa efkâr-ı umumiyesinin az çok değeri olan kısmını yanınızda bulacaksınız… Kısaca, biz Bâb-ı Ali’yi kendi idare eden tarzının tanzim ve ıslahı için giriştiği teşebbüslerden vazgeçirmek istemiyoruz. Ama, Avrupa’yı örnek olarak almamalıdır kendine. Avrupa’nın şartları başkadır, Türkiye’nin başka. Avrupa’nın temel kanunları Doğu’nun örf ve âdetlerine taban tabana zıttır. Bu gibi ıslahat Müslüman memleketlerini ancak felakete sürükler. Onlardan hayır gelmez sizlere.” 

Engelhardt, Tanzimat ve Türkiye.


Ahir

Son mertebede Hayatın Satır Araları, Mahmut Erol Kılıç’ın kalbinin yansımasıdır. Kendini Bulmak ile insanın yatay eksenli gelişimine, sufi diline, dervişmeşrepliğin tohumlarına, Anadolu erenlerine, İslam coğrafyasının düşünce iklimlerine; Modern Zamanlar ile günümüz dünyasının atmosferine, sosyal medya araçlarının kitlesine, ailenin zeminine, Hz. Hüseyin’in (r.a) teslimiyet hassasiyetine, Nevruz’a, Arap Baharı’na, Kurban’a, Hz. İsa’ya bakışa; Anadolu’nun Ruhu ile Hz. Mevlana (r.a), Yunus Emre, Niyazi-i Mısri (k.s) okyanuslarına kendimizi bırakırız. Mahmut Erol Kılıç, eseriyle geçmiş/güncel dizini, bizi bizle anlatan üslubuyla ve en önemlisi hakperest duruşuyla harflerini sıralıyor, bugün baktığımız yerden hayata bir tefekkür daha katarak yollarda yürümemize devam ediyoruz.

İlahî nur olan ruhun imanı müellifin zikrettiği esaslarla, ananevî mirasa sahip çıkarak, tutunacağımız eteklerin gölgesinde hak ile bir olmanın derdini çetin dünyada taşıma arzusu eserin oklarından birisidir ve bu eser, düşünce ve kalbi dünyamıza bir ‘yenilenme’ ile ‘filizlenme’ amacıyla sefere çıkmıştır. Sefer henüz başladı. Biz biliyor ve şahitlik ediyoruz ki Allah için yola çıkanlar, Allah için birbirini sevenler, Allah için mücadele edenler Allah iledir. Hiç şüphe yoktur ki Allah’ın izniyle seferdeki imanın ağırlığı o pamuk gibi ince ipe bağlanmış, kuyularda bir kez daha tefekkür nefesleri işitilmiş olacak, sonra da hayatın kendisi olmuş, satır aralarında sırlanmış harfler bir vakitte “b” hâline dönüşecektir: Bişnev.

[Derin Düşünce'de 2 Haziran 2013'te ve Ayraç Dergisi 45. sayısında -Temmuz 2013- yayımlanmıştır.]