19 Ekim 2016

Wim Wenders — Der Himmel über Berlin

Çocuk, çocukken kollarını sallayarak yürürdü. Derenin ırmak olmasını isterdi. Irmağın da sel ve şu birikintinin de deniz olmasını. Çocuk, çocukken çocuk olduğunu bilmezdi. Her şey yaşam doluydu. Ve tüm yaşam birdi. Çocuk, çocukken hiçbir şey hakkında fikri yoktu. Alışkanlıkları yoktu. Bağdaş kurup otururdu. Sonra koşmaya başlardı. Saçının bir tutamı hiç yatmazdı ve fotoğraf çektirirken poz vermezdi...

Ünlü Alman Yönetmen Wim Wenders'in 1987 yılı yapımı siyah beyaz ve renkli filmi Der Himmel über Berlin. Filmde Almanca dışında Fransızca, İngilizce ve Türkçe konuşmalar da yer almakta. Der Himmel über Berlin, (Wings of Desire – Arzunun Kanatları) iki meleğin bakış açılarından oluşan, Berlin, Almanya bugünü ve geçmişi üzerinden ilerleyen bir öyküye sahip. Wenders, zaman – mekan bağıntısını bozuyor bu filminde. Arzunun Kanatları, ulusal kimlik sorunları taşıyor. Wenders, Savaş sonrası Almanyası'ndaki giderek etkisini gösteren popüler Amerikanist kültürün temasını işler ve kendisi şunu ifade eder: "Başından beri emin olduğum ve faşizmle bir ilgisi olmadığını düşündüğüm tek şey rock müzikti."

Müspet olmayan etkiler ile Wenders, filmlerinde bir bakıma protest bir dil koyar. Soft müzikler, kişiliksizleştirilmiş sesler aracılığıyla amaçlarına ulaşır. Arzunun Kanatları bu açıdan Henri Alekan'ın Berlin'in siyah beyaz fotoğraf kareleri ile geçmiş – gün çizgisinde cirit atar. Postmodern bir sinemasal dilinin hakim olduğunu söylemek hata olmayacaktır. Wenders tarih, savaş, barış, arzu, kimlik, eylem, estetik kavramlarının arasındaki savaşı ele alır Arzunun Kanatları'nda ve film boyunca bizim şahitlik ettiğimiz insanlar, kareler bunu onaylamaya yeter. Wenders'in bu filminde alttan alta popüler kültüre nasıl bir tavır koyduğu nettir. Kişisel istekler, insanların geçmiş ve tarih ile nasıl bir bağın olduğu, rock müzik ve bunun peşine sıralanan yıkılmış bir Berlin manzarası bizim filmden aldığımız öteki bir yansıma. Ulusal Kimlik sorununun bir bakıma iyi – kötü olgusu çerçevesinde şekillenmesi ve masumiyetin ardında yatan kötü potansiyelinin varlığı Arzunun Kanatları'nı vitrine çıkarmayı sağlıyor. Kişiliksizleştirilmiş monologların ve zaman – mekan mefhumunun ve de özellikle Wenders'in Melekler'in zaman – mekan dışında bulunduğu gerçeğiyle kendi gayesini filmin geneline yaymayı başarabilmesi oldukça yerindedir.

On bin kez aklımdan geçirdim, ama bu defa yapacağım. Bu kadar sakin olmam çok tuhaf. Neden acaba bu siyah ayakkabılarla, bu kırmızı çorapları giydim? Ne kadar salağım! Hava sisli, soğuk. Soğuk olacağını biliyordum, kazak giyseydim keşke. Aslında bu ceketim fena değil. Ucuzluktan almıştım. Yalnız çanta açılıp duruyor. O hediye etti. Neyse. Uçmayı çok isterdim. Ne kadar sürer acaba? Uçak Berlin'in üzerinde sürekli daireler halinde uçuyor. Birazdan düşer. Ne kadar da soğuk. Benim ellerim hep sıcak olurdu. İyi bir işaret galiba. Ayaklarımın altı gıcırdıyor. Acaba saat kaç oldu? Güneş batmak üzere. Herhâlde batı burası. Neyse, en azından artık batının nerede olduğunu biliyorum. Trenle eve giderken hep doğuya gitmişim. Onluk kart alıp bir mark kazançlı oluyordum. Güneş arkamda, yıldız solumda. Fena değil aslında. Güneş ve bir yıldız. Küçücük ayakları. Nasıl da hep bir ayağından diğerine sıçrardı, ne hoş dans ederdi. Baş başaydık. Mektubumu aldı mı acaba? Umarım henüz okumamıştır. Berlin, benim için hiçbir şey ifade etmiyor. Havel nehir miydi yoksa göl mü? Bunu hiçbir zaman kavrayamadım. Arka tarafa da Wedding mi diyorlardı? Peki doğu? Aslında her taraf doğu. Tuhaf insanlar. Bağırıyorlar. Bırak bağırsınlar. Bana ne, bana ne. Tüm bu düşünceler. Aslında artık düşünmek istemiyorum. Gidiyorum. Peki neden?

Arzunun Kanatları, bireyselliğin ötesinde toplumsal yıkımın gediklerinin peşine düşmekte. Filmdeki flu görüntüler, siyah beyazlık, kullanılan monologlar, siyah beyazlıktan renkli anlara geçiş aralığı, mesafe yoklamaları ve çatının omurgasını oluşturan Wenders sancıları ile Kanatlar harekete geçiyor. Her kanat çırpılışı, bizi Alman tarihine, bilinçaltlarının sömürülüşüne götürmekte. Wenders, sessizce ve anarşiyle hareket ediyor. Anarşi ve içsel hareket intihar eşiğiyle, toplumun kendi sancıları yaşlı adamla, kör kadınla, trapez sanatçısıyla, soğuk ve yıkık Berlin ise fotoğraf karelerinden gün yüzüne çıkıyor. Wenders biraz da filmin içinden çıkıp bir başka boyuta geçiyor. Arzunun Kanatları, sadece süredizimsel düzlemde değil, o zamanın zamansızlığında bir konumda. Yelpazenin genişliği, Berlin üzerindeki Gökyüzü gibi. Der Himmel über Berlin, radikalleştirilmiş anlatı ile görüntüler arasında tıkılıp kalmış bir film değil, bunların sınırlarını aşan bir yapım özelliği taşımakta ve aynı zamanda da modern toplum ile 1945'lerin Almanyası'nın arasındaki bir gelgitin gölgesi olmaktadır. 

İçsel eylemin direnişi ve yitirilişi hâkim. İnsanlar sevgi, arzu, keder ve özleme mengene ile sıkıştırılmış. Soğuk metropol vicdanlarından kaçmaya çalıştıkları yer de ise kendilerinin geçmişte bıraktıkları var. Zaman ve mekan kavramı bu noktada devreye giriyor. Arzunun Kanatları kendi örgüsünü sarmallaştırıyor ve Melekler ile biz iyiye dönüyoruz. Wenders; Bruno Ganz, Solveig Dommartin, Otto Sander, Curt Bois gibi usta oyuncuların başarılı performanslarıyla filmin siyah beyazlığını bize unutturuyor. Renkli kısımların az kullanılışı, perdeden perdeye geçişleri rahatlatıcı kılmakta, boyuta derinlik kazandırmakta. 

Wenders ulusal kimlik arayışının ötesinde kent mekanları, etik, estetik ile bir öykü anlatıcısı. Vurguladıkları kendi ülkesinin hikâyesi, hikâyeleri ve ötesi. Öyküsündeki kavramların kendi aralarındaki gerilimini tırmandırır, onların potansiyelini şekillendirir. Anlam ve görüntülerin gücü ile kendini konumlandırır. Arzunun Kanatları, salt Alman toplumuna değil, giderek yalnızlaşan modern Avrupa'ya da ışıklar gönderir. Tüm bunlara ek olarak, Wenders ve Der Himmel über Berlin'i, gerek temasıyla gerekse atıfta bulunduklarıyla izlenilmesi ve üzerinde düşünülmesi gereken bir yapım. Öykü yazanlar ölürse, çocukluk öyküleri de ölür.

Yasujiro, François ve Andrej'ye...

Aralık 2011

3 Ekim 2016

Mahmud Erol Kılıç — Kerbela

İslam tarihinin "yara"larından bir konu... Bu yaradan sızan hâller Müslüman hissiyatta bir şekilde karşılık bulmuş. Kerbela'dan bu yana müminin kalbi de biraz Kerbela'dır. Hz. Hüseyin (ra) ismi bir sızının adı olmuş, bir tarih inşa etmiştir.

"Ah, keşke olmasaydı!" dediğimiz türden bir vakıa…

Hadisenin bugünün Müslümanları tarafından nasıl yorumlandığı meselesi hayatidir. Sadece "yas"ın zemini mi olmalıdır, yoksa bir ders konusu mu? Hassas bir soru!

Hadisede bir çınar gibi duran Hz. Hüseyin'den bahsediyoruz. Efendimizin, "Cennet delikanlılarının efendisi" dediği bir şahsiyetten... Her şeye rağmen böylesi bir şahsiyetin mirasına sahip çıkma anlamına geliyor Kerbela anlatısı… Ve doğrusu müminin kalbi bu konuda Hz. Hüseyin'den taraftır; mazlumdan yana zalime karşı... Müslüman dediğimiz özne, durumlar karşısında dünyevi kaygıyla yerini belirlemez; adaletten hareketle kalbini ayarlar. Tercihi, kendisine kimi kayıplar getirse de...

Hz. Hüseyin kimdir?

Hayır, onu sıradan biri olarak işaret edemeyiz. Yezid'e karşıtlığı veya yönetim mantığı üzerinden bir okumayla yetinmek doğru değil. O, Hz. Fatıma Zehra (ra)'nın ciğerparesi, mirasıdır başta. Hz. Ali (kv) kim? Efendimizin (sav) amcaoğlu, Hz. Fatıma validemizin kocası... Hz. Peygamber'in mahremiyeti demektir bu. Hürmet ve hassasiyetle konuşmayı gerektiren bir fark... Hz. Peygamber'in "çevresi" var; buna "sahabeler" deniyor. Bir de mahremiyeti; ehl-i beyt-i Mustafa... Hadisenin tarihsel gerçekliğine bakarsak, sorulacak soru şudur: Ne oldu da bu hadise meydana geldi? Hz. Hüseyin üzerinden giderek şunları söyleyebiliriz: Peygamber Efendimizin hususi ilgisine mazhar olmuş bir torun... Secdeye giderken, Efendimizin omzunda Hz. Hasan (ra) ve Hz. Hüseyin (ra)'i görüyoruz. Hz. Hüseyin'e, "savaş" anlamına gelen bir isim veriliyor. Savaşın üzerini çizer gibi, bu isme onay vermiyor Hz. Peygamber, "Hasan"dan hareketle "Hüseyin" ismini uygun görüyor torununa. Kulağına ezan okuyarak Hüseyin ismini verdiği torununa, "Bu benim oğlumdur!" dediğini, sonra da hüzünlendiğini biliyoruz. Bunu merak edenler olunca şu denmiştir: "Torunum yol kesiciler tarafından şehit edilecektir!" Efendimiz, gerçekleşeceği yere kadar hadiseyi anlatmış. Hadisenin gerçekleştiği yere geldiğinde, Hz. Hüseyin, Efendimizin işaretini hatırlıyor mesela.

Oğlu, Ahmet b. Hanbel'e soruyor; "Peygamberimizin arkadaşları arasında en faziletlisi kimdir?" diye… "Birincisi Ebubekir'dir" diyor baba, "sonra Ömer ve Osman gelir." Oğlu, Ahmet b. Hanbel'e burada şunu soruyor: "Ya Ali!?" Hanbel, şu önemli farka işaret ediyor: "Evladım, sen Peygamber'in arkadaşları arasında en faziletli olanı sordun. Hz. Ali, Efendimiz'in arkadaşı değildir; ehl-i beyti, mahremidir."

Muharrem ayı, -bu ayın öne çıkan konusu Kerbela- bu fark üzere karşılık buluyor. Şii, Caferî, Alevi iklimde; özellikle tasavvufun içinden geçen Sünni Anadolu coğrafyasında. Mısır, Cezayir ve Fas gibi ülkelerde, kimi tasavvufi gruplarda… Mevlitler okunuyor; özellikle Caferîlerin yoğun olduğu yerlerde bildiğimiz taziye ritüelleri yapılıyor, sineler dövülüyor.

Kerbela'ya nasıl gelindi? Doğrusu, öncesinde ihtilafların su yüzüne çıktığını söylemek kolay değil. Şii ve Sünni kaynaklar bu konuda farklı şeyler söylüyor. Kimileri hadisenin başlangıcını Efendimizin vefatına kadar götürüyor. Bu tartışmalara girmeden, Hz. Hüseyin dönemine geldiğimizde şunu görüyoruz. Yezid, babası Muaviye tarafından kendisinden sonrası için uygun görülmüş; "Yerime oğlum Yezid geçecektir!" denmiş.

Mekke'de bir meşakkat yaşanmış. Yıllar sonra Medine dönemi gelmiş; Müslümanların sayısı artmış, arkasından Mekke'nin fethi gerçekleşmiş. Bu fetihle birlikte, o güne kadar Müslümanlardan uzak kimileri de Müslüman olmuş. Bu ayrıntı önemlidir. Hz. Peygamber'e ve arkadaşlarına her türlü eziyeti yapmış kimseler, Mekke'nin fethiyle birlikte İslam'a geçer. Önceki durumlarına işaret edilerek, "Hayır, sen Müslüman olamazsın!" denmez. Nasıl denilsin ki!? Kimi Sünni kaynaklar, özetle; "Müslüman olduktan sonra sahabe arasında ayrım yapamayız!" der. Bu böyle, ama yine de ehl-i beyt-i Mustafa, yani Efendimizin mahremi hassasiyeti hak ediyor. Hz. Ali Efendimizin Müslüman oluşunu, hayatı boyunca ortaya koyduğu fotoğrafı unutamayız.

Kerbela öncesinde, Hz. Hüseyin'den, Yezid'e biat isteniyor. Yönetim mantığı ve o günkü şartlar Yezid'e biat etmeyi gerektiriyor. Hem Şii hem de Sünni kaynaklar, dinin hassasiyetlerinden uzak bir Yezid'e işaret ediyor; zorba bir yöneticiye… (İlginçtir; sonraki tarihte, Müslüman kültürde Yezid ismiyle karşılaşamıyoruz.) Hz. Hüseyin, şartlar bu durumda iken, "Kufe seni bekliyor, sana biat edilecektir!" şeklinde bir davet alır. Bu davete icabet eder. Hâlbuki Kufe'de Yezid’in güçlü bir valisi var. Hz. Hüseyin ve yanındakiler ise, silahlı bir grup havasında değil, daha çok erenlerin oluşturduğu bir topluluk... Bu topluluk Kerbela denen bölgeye geldiğinde bir süre dinlenmek için çadır kurulur. Bu esnada etrafta köpeklerin uğultusu duyulur. Hz. Hüseyin, Hz. Peygamber'in önceden söylediklerini hatırlar: "Bir bölgeye varacaksın; ıssız ve çorak... O yerde konakladığında köpekler uluyacak!" Hz. Hüseyin bunu hatırladığında durumu fark eder ve etrafındakilere, "İsterseniz benimle olmaktan vazgeçebilirsiniz" der. Kimse ayrılmaz, herkes kendisiyle kalır.

Hz. Hüseyin, ağabeyi Hz. Hasan gibi davranabilirdi, ama öyle davranmamış, hayatı pahasına zalime boyun eğmemeyi yeğlemiş. Adalet ve hak adına canından vazgeçmek -dikkat, can almak değil, can vermek- yüce bir hâl!
Tuval üzerine yağlıboya: Kerbelâ Savaşı'na işaret eden 19. yüzyıla ait İran tablosu.
Tropenmuseum, Hollanda.




Yezid'in güçleriyle karşı karşıya gelindiğinde, Hz. Hüseyin'in söylediği bir şey var. O kadar kıymetli bir şey ki… "Allah’tan korkun bana kılıç çekmeyin. Benim kanım size helal değildir. Çünkü ben, Peygamber'in kızı Fatıma'nın oğluyum. Büyük annem Hatice, Hz. Peygamber'in hanımıdır. Babam Hayber kahramanı Ebu Talip oğlu Ali, büyük amcam Allah'ın Aslanı Hamza'dır. Bir bakın kimim ben, kime kılıç çekiyorsunuz. Allah'ın elçisi Peygamber'in benim ve ağabeyim için 'Bunlar cennet ehlinin ulularıdır' dediğini duymadınız mı?"

71 veya 300 kişi, Yezid'in tarafından kendisinin tarafına geçer. Sonra o feci hadise gerçekleşir. Hz. Hüseyin'in tarafında, çadırlarda çocuklar var. Üç gün kimse içecek su bulamamış. Ali Asgar, susuzluktan ölmek üzere... Onu gösterir, "Bakın çocuk! Susuzluktan ölmek üzere!" der. Ali Asgar'a su gelmez, Yezid'in tarafından cevap olarak ölüm gelir. Hz. Hüseyin’in altı aylık oğlu Ali Asgar, bir okla Kerbela'nın en küçük şehidi olur. Bunun üzerine söz biter, Hz. Hüseyin Efendimiz ve yakınları hayatları pahasına mücadeleye başlar. Ölüm korkusu, dünyevi kaygılar geride bırakılır. Sonuç, tabii ki şehadet! Hz. Hüseyin'in cesedi parçalanır, kendisinden bir parça Şam'a doğru yola çıkarılır.

Doğrusu kolay karşılanacak bir durum değildir bu. Kerbela'dan sonra yaşanan kimi ayrışmalara rağmen Sünni ve Şii kaynaklar, Hz. Hüseyin Efendimizin mazlum, mağdur ve şehadetinde ittifak eder. Evet, Haricîler denen bir grup çıkmış, bunların hadiseye yaklaşımı olmuş, ama İslam dünyası çoğunluk olarak Hz. Hüseyin konusunda hassasiyeti korumuştur. Hz. Hüseyin'in mağdur ve şehit, Yezid tarafının ise zalim olduğu konusu neredeyse ortak paydadır.

Kerbela'nın hatırlanmasına dönük uygulamalar bu tarih ve hassasiyete yaslanır. Uygulama zaman içinde bir ritüele kavuşmuş. Tartışma burada başlıyor: Hadise ibret alınacak ders mi, yasın zemini mi yapılmalı? Şüphesiz ders olmalı. Hissiyatın geliştirdiği cevaplar iyi sonuçlar doğurmuyor. Evet, sızıp duran bir yara... Ama olanı düşünmek ve buradan dersler çıkarmak bütünlüğü yeniden inşa edebilir. Hadiseyi okuyarak vicdani duyarlık oluşturulmalı. Ehl-i irfan olanlar derler ki "Yezid'e lanet okumakla vakit geçireceğine Hüseyin'e rahmet oku."

Bu anlamda kimi Şii-Alevi ve Sünni okumalar da eleştiriyi hak ediyor. Mesela sağlıklı bir eğitimden geçmemiş kimi Şii-Alevi; her Sünni'yi, Hz. Hüseyin'in katlinde mesuliyeti varmış gibi görüyor. Sünni'nin Yezid olarak işaretlenmesi kabul edilemez. Hadisede Sünnilik tartışması yok ki!? Sünni veya Şiiliğin ismi dahi yoktu o dönem. Hem Sünni kesimde bir Yezid seviciliği yaşanmıyor, aksine daha çok Hz. Hüseyin'e yakın olunuyor. Kimi değerlendirmeler olmamış değil, ama bu her zaman istisna olarak kalmış. Dahası, tasavvufun beslediği ve daha çok Anadolu'da karşılık görmüş İslam pratiğinde ehl-i beyt-i Mustafa'ya muhabbetin ayrıcalığı göz ardı edilemez. Anadolu'daki tarikatların hepsinde Hz. Hüseyin'e mersiyeler yazılmış.

Bu kabul edilemez durumun arkasında siyaseti görmek lazım. Alevi, Sünni'ye; Sünni, Alevi'ye gönlünü açmalı; Muharrem'i birlikte karşılamalılar. Hz. Hüseyin hepimizin ortak paydasıdır. Osmanlı'da böyleydi. Büyük Rifaî şeyhlerinden Hayrullah Taceddin Hazretleri'nin, Nakşî şeyhi Alvarlı Lütfî'nin şiirlerine bakıldığında bu hassasiyet görülecektir. Hakeza, Mevlâna ve Yunus şiirinde… Ve bu çok doğaldır; Alevilik, ehl-i beyt-i Mustafa muhabbetiyle oluşmuş bir tasavvuf ocağıdır; Aleviler Caferî fıkhına bağlı Erdebil tekkesi dervişleridir. Sünni kesim de; tarih, sosyoloji ve kimi siyaset biçimlerinin iğvasına kapılarak Şii-Alevi hassasiyetini gözden geçirmelidir.* 

Benzer okumalar:

_____________________________________

(*) Mahmud Erol Kılıç, Hayatın Satır Araları: Modern Zamanda Kendini Bulmak, s. 125-129, Sufi Kitap, İstanbul, 2013.