27 Eylül 2017

Postmodern Dilemma


Detay: Adriana Zehbrauskas

Harun Tan


"Eşi benzeri olmadığını herkese ispatlayacağım, 
sahte para basan bir kurum inşa ediyorum..."

Jacques Derrida, The Postcard


"Skandal gerçekleşeceği için absürdün tecellisi beklenir."

Frithjof Schuon, Logic and Transcendence

Türkiye'nin yakın tarihinde Müslüman fikir çevrelerinde modernizme karşı geliştirilen entelektüel, sosyal ve siyasal tavrın bugün şiddeti azalmış olarak sürdüğünü düşünebiliriz. Toplumsal parçalanma, yabancılaşma, bireyselcilik, dünyevilik gibi tüm ayrılıkçı kavramların menşei olarak inananların zihinlerinde yer eden modernitenin birkaç asırdır bireylerin ve toplumların ruhlarında açtığı derin yaralar, aydınlanma fikrinin ve bu fikrin toplumsal belirleyiciliğinin tüm çağrışımlarının topyekün eleştirisini de zorunlu hale getirmişti. Bu eleştirel süreç, modernizmin işlevlerini ters yüz ettiği dinin kurucu ilkelerini yeniden keşfetmek üzere, modernliğin karşısına dinin fütüvvetçi tabiatından mülhem modern zamanlara özgü tepkisel bir siyasi tecrübeyi koyan düşünürlerin yanı sıra, yitirilmiş değerlerin geri kazanımını irfani bilincin bireysel 'diriliş'inde arayan münevverlere de sahne olmuştu. Kuşkusuz modernizme karşı gözlemlenen yaygın refleks sadece Müslüman çevrelerle sınırlı kalmamış, neredeyse sömürgeciliğin tahakkümünden nasibini almış tüm geleneksel toplumları yakından ilgilendiren ontolojik bir itiraza dönüşmüştü. 

Aydınlanma Felsefesi'nden neşet eden bilgi ve değerler hiyerarşisinin İslam düşüncesinin kurucu ilkelerine zıt düştüğünü ima eden bu yeni itirazcıların hedefinde, modernizmin kurucu ideolojisinin kavramsal çerçevesini oluşturan katı 'pozitivist' söylem vardı. Son birkaç yüzyılın hakim kavramsal paradigması olarak ve sirayet ettiği tüm sosyal-siyasi alanlarda bireylerin ve toplumların seküler pozisyonlanmasına yol açan bu söylem, bilhassa inananlar tarafından, dogmatik bir niteliğe büründürülmüş ve toplumsal, kültürel, siyasal süreçler üstünde tahakküm kurmayı elverişli hale getiren sinsi, emperyal bir proje olarak algılanmaktan kurtulamamıştır. Modernizme karşı dinden kaynaklanan yeni ve köklü bir duruşun sergilenmesi bu yüzden kaçınılmazdı. Kaç zamandır Batı'nın epistemik tahakkümüne maruz kalmış olmasından ve toplumun kendi kadim kavramlarıyla çatışık ilişki biçiminden kaynaklanan gerekçelerle bu süreç beklenilenden daha sancılı olacağının sinyallerini veriyordu. Kutsal'la giriştiği savaşta tüm sermayesini pozitivist ilkelerin bilim, felsefe ve sanat gibi disiplinlere yedirilmesi yoluyla bütüncül bir diskur geliştirmeye harcayan bu modern söylemin dinî ve ondan neşet eden geleneksel normları ötekileştirme çabası bu çatışmayı varoluşsal bir alana taşımaya yetmişti. Dini ve düşünceyi derinden etkileyen söylemleri vulgarize eden akılcı söylemin, 'modern'i 'gelenek'in bağlamı yerine, 'gelenek'i 'modern' in bağlamında ele almaya iştahlı tabiatı, geleneksel toplumlarda vahyin idraki noktasında yeni fikrî ve siyasî bakış açılarının ortaya çıkmasına yol açtı. Peyami Safa gibi moderniteyi Avrupa'nın Türkleşmesi serüveni ya da asla rücu olarak tasavvur edenler hariç tutulursa, 'modernlik' hangi fraksiyona bağlı olursa olsun İslam'la ilişkili çevrelerin kendilerine nispet etmek istemedikleri decadence bir kavram olmaktan hiçbir zaman kurtulamadı. Modern düşüncenin İslam'ın içerdiği kavramlara ve onların epistemolojik temellerine kökten itirazı, İslam toplumlarını modernizm karşısında pozisyon almaya zorladığı halde postmodernizm tecrübesi sözkonusu olduğunda da benzer bir refleks ortaya konabilmiş miydi? 

Batı'da 90'lı yıllardan itibaren tartışılmaya başlanılan bu kavramın mahiyeti konusunda Türkiye'deki fikir ve sanat çevrelerinde -sınırlı sayıda olsalar da- tartışmalar yaşandı. Fakat bu tartışmalar, postmodernizmin mahiyetine ilişkin derli toplu sonuçlar çıkarmanın kavramsal zorlukları nedeniyle önemini yitirdi. Manidar olan, postmodern düşüncenin göreceli düalizmi temel aldığı ve disiplinlerin özündeki keskin alanların muğlaklaştığı çarpık bir bilgi ve değer anlayışına sahip olmasıydı. Postmodernizmin telkin ettiği yorumlama biçiminin modernliğin kavramlarına yaptığı atıflar onun modernizmin devamı olup olmadığı tartışmasını da doğurmuştu. Postmodernizmin baskıcı modernitenin bir uzamı olduğunu düşünenler, sömürgeciliği Batılı olmayan 'öteki'nin sınırlarının 'fizikî' işgali olarak görürken, moderniteyi bilinçsel işgale, postmodernizmi ise her ikisinin topyekün gerçekliğine gözünü dikmiş bir disipline yormuşlardı. Başka bir görüş ise postmodernizmin yine modernizmin felsefî eğilimli kavramlarıyla kurduğu ilişki sonucunda sistematik bir felsefe gibi davrandığı yönündeydi. Fakat postmodernizmin doğruluğun nosyonlarının varlığına duyduğu derin kuşkular nedeniyle felsefî bir sistem olarak ortaya konması oldukça zor görünüyordu. Nitekim Aydınlanma düşüncesinin temel dayanakları olan kavramların postmodern düşüncede artık tümüyle işletilemez hale gelmesi postmodernizmin klasik anlamda felsefe yapmasının olanaklarını da ortadan kaldırmıştır.

Yeni dünya düzeninin bilgi ayağını tesis ettiği ve kutsalla ilişkili olanı 'ötekileştirme'ye meyyal oluşu gerekçe gösterilerek postmodernizm ikonaklastisizmle de suçlanmıştır. Postmodern düşüncenin kurucu babalarının gelenek eleştirilerinde, putların kırılışını dolaylı olarak 'ilahi hakikat'lerin ya da 'asli cevher'in kırılışına indirgemeleri tuhaf değildir. Bir hakikat, episteme, mutlak arayışı sözkonusu olduğunda, Baudrillard'ın parlak iddiasına göre 'gerçek' artık nihai paranoid irtifasını kaybetmek zorundadır. 'Tanrı simüle edilebilir yani işaretlere indirgenebilirse ne olur? Kuşkusuz o zaman tüm sistem hafifler ve artık gerçeğiyle değiştirilemeyen fakat kendi içinde değişebilen, sürekli kendi etrafında dönen sahici, devasa bir gölgeden başka anlam taşımaz." Metafiziğe ait kavramların restorasyon adına semavî boyutundan gündelik kullanımına indirgenmesini öngören bu tür söylemler, postmodernizmin 'yıkım'ı ya da 'yıkımlar'ı ima eden ikonoklastik karakterinin varlığına ilişkin ipuçları taşıyor. 'Terör'le yapılan yeni Kutsal Savaş'ın, Ortaçağ'da Haçlıların Ortadoğu'da yarattıkları dinî çatışmaların çağdaş bir uzamı olduğu fikri Doğuluların yabancısı olmadığı imalar içeriyor. Huntington'un 'Medeniyetler Çatışması' tezinin indirgemeci yönünü bir kenara bırakarak bu tezin geçerliliğini Amerika ve müttefiklerinin bilhassa dış politikada kullanmakta ısrarcı oldukları 'İslami terör' retoriğinden anlamak mümkün. Bu fikrin paranoid bir kurgudan, fantastik bir önyargıdan öteye geçemedigi farz edilse bile, Bush'un 11 Eylül sonrasında yaptığı konuşmalarda Müslümanlar'ı 'öteki'leştirip İslam'ı terörle savaş bağlamında hedefe koyması ve çözüm olarak yeni bir 'Haçlı Seferi'ni ima etmesi olan bitenin inananlar için bir ön yargıdan müteşekkil olamayacağı tezini güçlendiriyor.

Nietzsche'nin 'Putların Alacakaranlığı' imgesinin, öldüğü ilan edilmiş felsefe ve metafiziğin yapısöküm programlarının birinin mottosu olarak kullanılıyor olmasına şaşırmamak gerek. Nitekim bu motto, bütünüyle kavramsal gerekçelerle 'her şeyin mümkün' olduğunu ima eden tuhaf paradigmasından ötürü her an kendine cephe alabilir. Acaba bu teoriler gerçek mi oluyor? Putperestlik konusundaki teolojik tartışmalar çoğunlukla doktrinin niteliksel yönleri, tapınılacak Tanrı'nın doğru ya da yanlış Tanrı olup olmadığı gibi ilkesel, apostolik problemlerle sınırlı olduğu halde bugünlerde ona çok daha dolambaçsız, fonksiyonel ve operasyonel bir anlam verme teşebbüsüne şahit oluyoruz. Kimi entelektüel çevrelerde global dünya düzeninin yapısalcı ayağını temsil ettiği düşünülen bu bakış açısı, bir kelamcınınkinden farklı olarak putperestin neye inandığını değil onun ne yaptığı ve putkırıcıların ona nasıl karşılık verdiğini sorunsallaştırmaktadır. Batı putperestçiliğinin/putkırıcılığının ters imgeleri olarak dikilmiş/yıkılmış Dünya Ticaret Merkezi'nin adım adım 21. yüzyılın en asli ikonik sembolüne dönüştürülmesi, zihinlerdeki asli gerçeklik fikrinin üretilmiş imajlar yoluyla nasıl bir 'yıkıma' tabi tutulabileceğinin güzel bir örneğidir. 

Söyleminin müphemliğinin doğal bir sonucu olarak modernite-postmodernite ilişkisinin bir sürekliliği mi yoksa bir kopmayı mı ifade ettiği yeterince anlaşılabilmiş değildir. Aydınlanma geleneğini çok iyi analiz eden düşünürler dahi postmodern söylemin belirsizliğini ve yorumlama açısından müspet bir referans çerçevesine sahip olmadığını belirtmek ihtiyacını duyuyorlar. Farklı disiplinlerin aralarındaki bağlamları postmodern kavramıyla ilişkilendirip ortaya koyabilmenin güç yönleri var. Nitekim bu kavramın çoğu zaman dualist ve kuşkucu bir karaktere sahip olduğu akıldan çıkarılmamalıdır. Bu kuşkuculuğun ardında, ayrım yapılmaksızın her tür epistemolojik gerçekliğin sorgulanabilirliğini mümkün kılan bir diskurun yattığı aşikardır. Peki o zaman kavramsal düzeyler arasındaki hiyerarşinin ortadan kalktığı bir durumda meseleleri hangi zeminde mülahaza etmek gerekir? Belirli bir bilgi kuramının tartışılması yerine, kuramın kendisinin soruşturulmasını talep eden postmodernizmin zaviyesinden bu soruya verilebilecek yanıtın önündeki en büyük engelin 'zemin'in bizatihi kendisi olduğu anlaşılıyor. Kendi kendine çelme takıp tökezleyen, Derrida'nın tabiriyle 'argümantasyon bağlamlarını yeniden tartışmaya açacak' döngüsel ve neredeyse absürd bir paradoks bu. Postmodernizm'i, toplumların irdelendiği yeni bir 'toplumsal düşünce süreci' olarak tanımlamak doğru bir saptama olabilir. Bunun bir toplum mühendisliği çabası olup olmadığı sorusunun yanıtını da yine bu sürecin kendisi belirleyecektir. Varlık kazanmış bir 'durum'un adı olarak postmodernizmin, entelektüel olmaktan çok 'gerçeklik' hakkındaki algı biçimlerimizi belirleyen, sınırlarımızın, algılarımızın tartışılabilirliğini sorunsallaştıran yeni bir tür imajinatif gerçeklik öneriyor. Bu gerçekliğin bir gelecek ütopyası ya da bir gelecek ideolojisinin başatlaştırılması anlamını taşıyıp taşımadığını henüz bilmiyoruz. Felsefî bir diskuru yahut Frankfurt Okulu'ndakine benzer ilkesel bir eleştiri geleneğini benimsememiş olması, postmodernizm için geliştirilecek karşı reflekslerin her seferinde de facto bertaraf edilmesiyle sonuçlanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder