3 Kasım 2019

Peter Mendelsund — Okurken Ne Görürüz

Türkçe: Tolstoy'un metnindeki betimlemelere dayanılarak ve polislerin kullandığı robot-resim yazılımından yararlanılarak çizilmiş Anna Karenina. (Ben hep saçını daha kıvırcık ve daha siyah hayal etmiştim...)
Bu çeviride Ağustos 2014'te The Paris Review'de yayınlanan metinde Anne Karenina ile ilgili kısımlar temel alınmıştır. 
İngilizceden çeviren: Gökhan Özcan, Heyula Eleştiri, Ağustos 2014.
Türkçede Peter Mendelsund, Okurken Ne Görürüz, Metis Yayınları, Kasım 2015.
Heyula Eleştiri kapandıktan sonra, bu çeviriyi geçen 5 yılın ardından yeniden yayınlama inceliğini gösteren değerli dostum Gökhan Özcan'a teşekkür ediyorum.

Eğer size "Anna Karenina'yı tasvir edin", deseydim, muhtemelen onun güzelliğinden dem vururdunuz. Eğer dikkatle bir okuma yaparsanız, onun 'dolgun kirpiklerinden', kilosundan, belki de kısa tüylü bıyıklarından (evet öyle bir şey var) dahi bahsedebilirsiniz. Mesela, Matthew Arnold, dikkatini Anna'nın omuzlarına, saçlarının sıklığına ve yarı kapalı gözlerine yoğunlaştırır. 

Peki, Anna Karenina neye benzemektedir? Kendinizi, gayriihtiyari –ayrıntıları ile beraber– bir karaktere yakın hissedebilirsiniz, ancak esasen bu, bir kişiyi tahayyül ettiğiniz anlamına gelmez. Hiç de kesin olmayan şekliyle... 

Birçok yazar (isteyerek ya da istemeyerek) kurgusal karakterlerini fiziksel tasvirden ziyade davranışsal tasvir ile oluşturur. Bu, fiziksel tasvirde çıta atlamış bir yazar dahi olsa, yine de bizler, aylak beden kısımlarının ne idüğü belirsiz tertipleri ve rastgele detayları ile baş başayızdır (Yazarlar bize her şeyi anlatamaz). Boşlukları doldurur, onları gölgeler, üzerlerini örtüp ihmal etmekten de geri durmayız. Anna: saçı, kilosu bunlar sadece görünen özelliklerdir ve birinin gerçek suretini yansıtmazlar. Onlar bir vücut tipi ortaya koyar, bir saç rengi... Anna neye benzemektedir? Bilmiyoruz – karakterlerimizin zihinsel şemaları robot resimlerden daha berbattır.

*** 

Okuyucularla müzakere eder, onlara, onların en sevdikleri karakteri açık bir şekilde tahayyül edip edemeyeceklerini sorarım. Bu okuyuculara göre, zülfüyâre dokunan bir karakter, William Shakespeare'in lafzına sadık kalarak, "bedene bürünmüştür". Bu okuyucular, bir kurgu işindeki muvaffakiyetin karakterlerin varsayımsal otantikliğine bağlı olduğu konusunda mutabıktırlar. Bazı okuyucular daha da ileri gider ve bir romandan keyif almanın tek yolunun, ana karakterlerin kolayca görünebilir olduğuna bağlı olduğunu iddia eder: 

"Zihninizdeki Anna Karenina neye benzemektedir, resmedebilir misiniz?" diye sorarım. Onlar da "Evet" derler, "Burada, önümde dikiliyormuş gibi." 
"Onun burnu nasıldır?"
"Bunu boylu boyunca düşünmedim; ama şu an düşünüyorum da, herhangi birinin burnuna sahip olabilir." 
"Ama durun– Ben sormadan önce nasıl tahayyül etmiştiniz? Burunsuz mu?"
"Şey..." 
"Dolgun kaşları mı var? Kakülleri? Neresi daha kiloludur? Ağırkanlı mıdır? Gülme çizgileri var mıdır?" 

(Bunun bir karakterden daha fazlası olduğunu sadece çok sıkıcı bir yazar söyleyebilir. Tolstoy bile Anna'nın narin ellerinden bahsetmekten usanmaz. Bu simgesel tasvir Tolstoy için ne anlama geliyor?) 

Bazı okuyucular bu karakterleri sadece okuma yapıyorken tahayyül edebileceklerini iddia ederler. Bu konuda kuşkuluyum, ancak karakterlere ait suretlerimizin buğulu olmasının an itibariyle hayreti içindeyim çünkü görsel belleklerimiz genel manada buğuludur. 

*** 

Fikirsel bir tecrübe: Annenizi tahayyül edin. Şimdi de en sevdiğiniz edebi karakteri tahayyül edin. (Veya: Evinizi tahayyül edin. Sonra da Howards End'i.) Annenizin görüntü izi ile sevdiğiniz edebi karakterin arasındaki fark, daha fazla odaklanmanız, annenizin (zihninizde) daha fazla aydınlanmasıdır. Bir karakter kendini kolayca afişe etmeyecektir. (Daha yakından bakman, onu –Anna'yı– daha da uzak kılar.) 

(Aslında, bu bir tesellidir. Kurgusal bir karakterin yüzüne ağırlık verdiğim zaman, mesele tanıma meselesi değildir de uyumsuzluktur. Tanıdığım kimseleri tasavvur etmeye son veririm. Ve sonra düşünürüm de: Bu Anna değil!) 

*** 

Bir okuyucu bana, William Faulkner'in Ses ve Öfke’sinde Benjy Compson'ın "hantal, dengesiz" olduğunu söyledi. 

Tamam da o (Benjy Compson) neye benzemektedir? 

Edebi karakterler fiziksel olarak buğuludur. — Onlar sadece birkaç çizgiye sahiptir ve bu çizgilerin dişe dokunur bir şey olması çok zordur, ya da daha ziyade, bu çizgiler sadece, bir karakterin anlamını zenginleştirdiği ölçüde önem arz eder. Karakter tasviri, sınır çekme gibi bir şeydir. Bir karakterin çizgileri, (o karakterin) sınırlarını çizmesine yaramaktadır. –Ama bu çizgiler bir kişiyi tam manası ile resmetmemizi sağlamaz. 

*** 

Muhakkak ki, bir metin, muhayyilemize gelen çağrışımı izah edemez. Bu yüzden kendi kendime sorarım: Bir yazarın en bastırılmış ve sınırlı hali, en canlı kanlı tahayyül ettiğimiz şeyi mi olmaktadır?

2 Kasım 2019

Dagur Kari — Noi Albinoi, Buzdan Hayaller




—Dinle, senden bir mezar kazmanı istiyorum. Biraz doğuya gitmelisin. Hayır, hayır, hayır. Doğuya dedim.
—Beni görüyor musun?
—Elbette.
—Şu anda seni izliyorum.
—O zaman buraya gelip neden yeri göstermiyorsun?
—Şu an çok uzaktayım. Dürbünle bakıyorum. Şimdi doğudaki mezarlığın oraya git ahbap.
—Neresi doğu?
—Yönleri bilmiyor musun, evlat?
—Bana sıcaksın ya da soğuksun der misin?
—Tamam, şu anda donuyorsun... Sıcaklaşmaya başladın... Hayır, hayır şu an sıfırın altındasın! Yeniden ısınmaya başladı... Hayır, hayır! Ne kadar beceriksizsin, oraya geliyorum. 


Özgürlük biriktirir insan. En uzaklar için. Oradaki muhteşemliğin hayalini kurar ve orayla mutlu olur. Zira bir yanı daimi eksiktir insanın. Orayla tamamlamak ister zihnini, rüyalarını. Özgürlüğe kaçmak, bir soğuk atlastan ötedir. Bir adımdır, miladın mührüdür bu. Kendi biriktirdikleri kalbinin doğrultusunda büyür ve gelişir. Bir fanusun içindeki steril bir hayat misali, saf ve dokunulmamış. Dünya bir kirlenmişliğin aynası. Noi de kaçmak istiyor, kendi ufuklarına, kendi gökkuşağının altına bakmak istiyor. Ona göre düzen denilen bir kara ağıt. 

Noi ile yaşadığı coğrafyanın zıtlığı ve beyazlığın içindeki sıkıntı. Noi'nin iç dünyası karmakarışık, siyah ve dağılmış bir yaşantı varken kalbinde, yaşadığı kasaba ona baskın gelir. Her yer bembeyazdır, soğuktur ve kar yağar. Noi burada sadece siyah nokta olarak kalır. Yalnızdır. Yönetmen Dagur Kari, parçacıkların filmini yapar, bütünlemeyle hareket etmez. Bir başka deyişle, Noi albinoi'deki seyrin gücünü, kalp atışlarını küçük ama tamamlayıcı unsurlar destekler. Noi, toplumun ona verdiği statünün dışında, düzensizliğin içinde bir kaçış ile, sevgiyle sürekli bir başka evrenin rüyasını kurar. Belirlenmiş, dayatılmış düzen prototiplerini reddeder. Okula gitmez artık Noi, ses kayıt cihazını arkadaşından masasına koymasını rica eder. Bu minimalist bir devrimcinin ateşidir. O, dayatılmış sisteme kendince böyle seslenir. 

Toplumdaki yalnızlık. Noi, hep kendi sığınağına kaçar, orada düşünür, sigara içer. Böyle mutlu olur. Ne acıdır ki herkesin birbirini tanıdığı bu küçük İzlanda kasabasında herkes birbirine yabancıdır. Aşağılara inmekle, kaçmakla, toplumun ne kadar da bozulmuşluğunu, bir canlının onurunun hiçe sayıldığı anlar resmedilir. Kasabadaki kimseyle ciddi manada bir düzgün iletişimi olmaz Noi'nin. Buzullar ülkesinde buzdan prangalarla bir genç Noi. Noi'nin babası, babaannesi (ki duruşuyla kendisi Werckmeister Harmoniak'ın Tünde Teyzesi'nden farkı yoktur kanımca. Fassbinder'in sevdiği bir oyuncudur Hanna Scyhgulla.) Iris ve onun babası, bütün bu karakterler Noi albinoi'nin renklerini kendi emekleriyle oluşturur. Noi albinoi'deki kitapçıdaki Kierkegaard atfı ve öğretmenin Fransızca dersinde mayonez yapımını anlattığı sekans, Dagur Kari'nin Paris doğumlu olmasıyla ve sinema eğitimini Danimarka'da almasıyla bir nebze olsun ilişkilendirilebilir. 

Palmiye. Noi albinoi'deki bu metaforun derin yalnızlığı bastırmaya çalışan bir anlatısı vardır ki filmin üç ayrı kısmında kullanmıştır bunu Dagur Kari. Birincisi, Noi televizyon odasındayken duvar kağıdındaki palmiye, ikincisi babaannesinin yaptığı pastanın üzerindeki palmiye, bir üçüncüsü de babaannesinin Noi'ye hediye ettiği dürbündeki kumsalda gözüken palmiyeler. Tüm bunlar kaçış duygusunun sevgiyle kesinleştirilmiş çizgisi içindir. Noi, Iris'in benzin istasyonu gibi bir yabancılığı taşır hep kalbinin bir köşesinde. O istasyon ne para kazanır, ne de gelen geçer uğrar. Iris sevgisi bundandır. Müzedeki canlıların sesi yok. Noi ve Iris bir çığlığın çok ötesindeler. Birbirlerini zıtlıkla tamamlar. Iris, metropol yaşamından bıkmışken, Noi taşra sisteminden kurtulmak ister. Yalıtılmış kasabada yalıtılan insanların gölgeleri geziyor. Noi, kasabanın tekelinden kurtulamıyor, kurtulamayacak. Banka ve vinç sekansları buna birer örnektir. 

Noi'nin dünyası, buzdan hayallerle: kırılgan. Noi bir savaşın ortasında kalmış, mayın tarlalarının tesiri altında çürümüş, ruhuna o görkemli vincin ağları saplanıyor sürekli. Iris, onun gölgesinde boyun eğiyor. Mezarlıkların soğuğu yatıyor az ileride. Kurtulamadığı bu kasabaya onu prangalayan türlü çıkmazlar var. Kaçma arzusu bu dünyanın kirlenmemişliğini isteyişinden. Denize taş atıyor, gökkuşağı belli ediyor kendisi. Çaresizliği bir taşla isyan bulabiliyor o soğuk ellerinde. Açtığı mezarlar, siyah bir çığın habercisi. Kaos. Ölümden önceki titremeler bunlar. Dagur Kari mezarlıkları, çukurları, ölümü beyaza büründürmeyi seçiyor ve bundan kaçışın olamayacağının altını çiziyor. 

Noi biliyordu gerçeğini. Zekiydi ama başarısızdı. Yaşamın kendi çizgisi, ona ağırdan tokatlar indirirken parçalanmış kalbini bu yabanıl kasabadan atmak istiyordu sadece. Özgürlük biriktirişi bir tekmeye dönüşüyordu. İstenmiyordu çünkü, barda babası şarkısı söylerken o dışarı atılıyor, kapıyı tekmeliyor, nezarethanede özgürlüğünü alanlara kapıya tekme vurarak gösteriyordu. İzlanda sırtını dönüyor Noi'ye. Mezarlıkların uğultusu karlar altında daha belirgenleşiyor. Palmiyeler çok uzaklarda. Dünya, bir kaçışın ve kurtuluşun yeri. Savaşın rengi yok. Sessizlik ve derin yalnızlık yerleşiyor. Mayonezlerin tadı yok, formüller 0 ile 5 arasında, Kierkegaard çoktan uykuya dalmış durumda. Benzin istasyonlarındaki siyahlık kaybolmuyor. Gökkuşağı selam veriyor Noi'ye, deniz bugün bir kez daha şahitlik ediyor çığa. Fiyort, serçelerin şarkısının arkasında, İzlanda'ysa bugün biraz daha puslu. 

Aim for a smile.

Mart 2012