19 Şubat 2020

Rainer Maria Rilke'nin Franz Xaver Kappus'a Mektubu

Andrew Wyeth, 1965.



Rainer Maria Rilke'den Franz Xaver Kappus'a 
Sekizinci Mektup 

Borgeby Gard, Flädie, İsveç
12 Ağustos 1904

Size yardımcı olabilecek herhangi bir şey söyleyemesem de, söylediklerim işe yarar şeyler olmasa da sizinle yeniden konuşmak istiyorum sevgili Kappus. Çok sayıda ve büyük üzüntüler atlattınız. Ancak bu üzüntüleri atlatmış olmanızın sizi zorladığını, keyfinizi kaçırdığını söylüyorsunuz. Ancak lütfen bu büyük üzüntülerin doğrudan kalbinizden geçmemesini mi yeğlerdiniz, onu bir düşünün. İçinizdeki çoğu şeyin değişip değişmediğini düşünün. Sadece başkalarının seslerini bastıracak kadar güçlü hissedilen üzüntüler tehlikeli ve kötüdür. Bu üzüntüler, yüzeysel ve aptalca tedavi edildiğinde yeniden ortaya daha acı verici bir şekilde çıkan hastalıklara benzerler, bu şekilde sürdükleri sürece insanın içinde birikirler. Yaşam, yaşayamadıklarımız, yaşamayanlar verebilir bu üzüntüleri bize ve bizleri de yaşatmayabilir. 

Bildiklerimizden çok daha ötesini görebilseydik, hatta görebildiklerimizden biraz daha fazlasını görebilseydik bile, yaşayacağımız üzüntülere neşelerimizden daha kolay katlanırdık belki de. Çünkü üzüntüler, hayatımıza bilinmeyen yeni bir şey girdiğinde ortaya çıkar. Duygularımızın sesi, kafa karışıklığımız tarafından bastırılır, her şey bir anda yok olur, bir durgunluk gelir ve hiç kimsenin bilmediği yeni şey sessiz bir şekilde bütün karışıklığın ortasına oturur. 

Yaşadığımız bütün üzüntülerin, hayatımızı durduran gerginlik anlarından ibaret olduğunu düşünüyorum. Evet, hayatımızı durduruyorlar; çünkü şaşkınlık içerisindeki duygularımızın artık var olup olmadıklarını bilemiyoruz böyle durumlarda. Çünkü içimize giren yabancı şeyle baş başa kalıyoruz; çünkü alışkın olduğumuz ve samimi bulduğumuz her şey bir anlığına kayboluyor; çünkü sabit kalamadığımız bir geçiş sürecinin ortasında kalıyoruz. Üzüntüleri geçici kılan şey de budur. İçimizdeki yeni şey, kalbimize sonradan giren şey bir anda kalbimizin en derin noktalarına girer, ararız fakat bulamayız çünkü kanımıza karışmıştır bile. Ve bu şeyin ne olduğunu öğrenemeyiz. Hiçbir şey olmadığı konusunda ikna edilebiliriz ama buna rağmen çoktan değişmişizdir; tıpkı gelen misafirin evi de değiştirdiği gibi değişmişizdir işte. Kimin geldiğini söyleyemeyiz, belki de hiçbir zaman bilemeyeceğiz fakat çoğu durum aslında geleceğin içimize bu yolla girip, kendimizi yaşanacakların gelişine hazırlıyor olduğunu gösteriyor. İşte üzüldüğümüzde bu yüzden yalnız kalmalı ve dikkatli olmalıyız. Çünkü geleceğimizin içimize doğru adım attığı o durgun ve karamsar an, sanki bizlere dışarıdan yaşanıyormuş gibi görünen gürültülü ve tesadüfi zaman diliminden çok daha yakındır yaşamın kendisine. Üzgün olduğumuzda ne kadar durgun, sabırlı ve açık olursak, içimize yeni giren şey de o kadar derinlere iner ve sabit olur, o kadar bu yeni şeyi sahiplenir ve bu geleceği kaderimiz olarak kabul ederiz. 

İleride bir gün kaderimiz "yaşandığında" (yani bizden çıkıp başkalarına görünür olduğunda), yaşananlar böylelikle bize daha samimi ve aşina gelir. Bu durumun yaşanması gereklidir. Yaşanmalıdır ki –gelişelim– başımıza aşina olmadığımız şeyler gelmesin, uzun süredir bir parçamız olan geleceği deneyimleyelim. Şu ana kadar doğru olduğunu düşündüğümüz hareket yasalarının bile farklı olduklarını gördük, aynı şekilde kader dediğimiz şeyin de aslında başkalarından bize gelmediğini, içimizden çıkıp başkalarına göründüğünü yavaş yavaş anlayacağız. Birçok insanın kaderlerini kabullenip, sindire sindire yaşayamamaları, içinden çıkan ve başkalarına görünen şeyi tanıyamamalarına sebep oldu. Kaderleri onlar için o kadar alışılmadık bir şeydi ki, korkudan hayretler içinde kalmış bir şekilde kaderlerini "başlarına gelen" bir şey sandılar. Çünkü daha önceden içlerinde böyle bir şeyler hissetmediklerine dair yemin ediyorlardı. İnsanlar güneşin hareketi hakkında uzun süre yanıldıkları gibi, geleceğin ve yaşanacakların hareketi konusunda da yanıldılar ve yanılacaklar. Gelecek sabit bir şekilde bizleri bekliyor, sevgili Kappus fakat bizler sonsuz uzayda hareket ediyoruz. Bu bizim için nasıl zor olmasın? 

Yalnızlıktan yeniden bahsedecek olursam, yalnızlığın bir seçim meselesi olmadığını anladığınızda durumu daha iyi anlayacaksınız. Hepimiz yalnızız. Kendimizi kandırıp yalnız olmadığımızı iddia edebiliriz. Ancak yalnızlığa karşı yapabileceğimiz tek şey bu. Fakat yalnız olduğumuzu anlamak, hatta yalnız olduğumuzu varsayarak işe başlamak çok daha iyi. Bunun ardından elbette kafamız karışacak. Çünkü görmeye alıştığımız şeyler bir anda elinizden alınacak, etrafınızda hiçbir şey kalmayacak ve her şey size sonsuz uzaklıkta olacak. Bir anda evi elinden alınan, herhangi bir hazırlanmaya veya alışma sürecine bile izin verilmeden bir anda dağlık bir bölgeye tek başına yaşaması için bırakılan bir insan da benzeri duyguları hissederdi; eşi benzeri olmayan bir emniyetsizlik, ifade edilemeyecek bir şeyden uzaklaşmak içini dağlardı adeta. Kendisini yüksek bir binadan düşüyor, uzayın boşluğunda sürükleniyor ya da binlerce parçaya ayrılıyor gibi hissederdi. Yaşadığı duygulara bir açıklama getirmek için acaba beyni nasıl da vahşice bir kurgu yaratırdı! Yalnızlaşan insan için de tüm mesafeler ve ölçütler değişir. Bu değişim de bir anda yaşanır ve ardından tıpkı dağa bırakılan kişide olduğu gibi sıra dışı hayaller ve katlanılamayacak kadar güçlü tekil duygular oluşmaya başlar yalnızlaşan kişinin kalbinde. Ancak bu duyguları da deneyimlememiz gereklidir. Varlığımızı mümkün olduğu kadar kapsamlı kabul etmeliyiz; öyle ki her şey, hatta duymadıklarımız ve bilmediklerimiz bile varlığımızla beraber mümkün olmalıdır. İşte bunu yapmamız için de bize gereken tek şey cesarettir: En yabancı, en cesur olmaktır gereken. 

İnsanoğlunun bu konuda cesur olmaması hayata sonsuz sıkıntılar katmıştır. Mesela yaşanan deneyimler "sanrı" olarak adlandırılmış, bütününe ise "ruh dünyası" adı verilmiştir. Aslında aşina olduğumuz ölüm ve bütün bu kavramlar, hayatın günlük kovalamacası içinde geriye ötelenmiş ve hissedebileceğimiz ve tutunabileceğimiz duygular böylelikle körelmiştir. Tanrıdan bahsetmiyorum. Fakat bilinmeyenin korkusu sadece varlığı köreltmekle kalmamış, aynı zamanda iki insan arasındaki ilişkileri de durdurmuştur. Sanki sınırsız olasılığın olduğu bir yerden alınmış ve hiçbir şeyin yaşanmadığı başka bir yere götürülmüştür ilişkiler. İlişkileri birbirinin benzeri, aşırı monoton ve değişmez kılan sadece atalet değildir; kişinin mücadele edemeyeceğini düşündüğü yeni ve görülmez şeyler karşısındaki çekingenliğidir. Fakat her şey için hazır olan, en esrarengiz durumları bile cesaretle bekleyen bir insanın ilişkisi daha yaşam dolu olacak ve elinden geldiğince ilişkiye kendi varlığından bir şeyler katmaya çalışacaktır. 

(...) 

Size bunların dışında söyleyebileceğim tek şey ise şudur: 

Sizi rahat ettirmeye çalışan ve tavsiyeler veren insanın, bazen size yardımcı olan basit ve sakin cümleleriyle iç içe dertsiz ve tasasız bir şekilde yaşadığını düşünmeyin. Kendisinin hayatı sizinkinden çok daha zor ve üzüntülerle dolu. Eğer öyle olmasaydı, size bu sözleri de söyleyemezdi.

Benzer okumalar:

Blog Üzerindeki Mektup Yayınları

__________________________________
(*) Rainer Maria Rilke, Genç Şaire Mektuplar, Çev. Berkay Tartıcı, SUB.

Yazının yayınlanmasında gösterdiği incelikten ötürü değerli dostum Gökhan Özcan'a teşekkür ederim.

16 Şubat 2020

Daryush Shayegan — İran'da Heidegger

Martin Heidegger'in Zaman Kavramı üzerine İran'da baskısı yapılan bir kitabı.

Heidegger İran'da özellikle 1970'li yıllarda çok moda olmuştu. Ünlü İslamcı Heideggerciler grubu ilk o dönemde ortaya çıkmıştı; bu grup, devrimden sonra ülkenin kültürel sahnesinden yok olmadığı gibi, bilakis İslam Cumhuriyeti'nin yardımıyla daha da güç kazanmıştır.

Varlığını koruyan ve çok gerici bir maskeye bürünen bu düşünce akımını anlamak için, tuhaf bir şahsiyet olan kurucusu Ahmed Ferdid (1912-1994) hakkında etraflı bilgi sahibi olmak gerekir. Ferdid'i kişisel olarak tanıdım. Dostumuz Hüseyin Cihanbeglu'nun evinde düzenli olarak toplanırdık ve o akşamlara, ortamı canlandıran kişi nedeniyle Ferdidiye adı verilmişti. O dönemde zihinleri bölen tüm çatışmaların; yani modernlikle gelenek, mutlakıyetçilikle demokrasi, liberalizmle komünizm arasındaki çatışmaların doğal ortamda tecrübe edildiği bir laboratuvardı o akşamlar.  Ferdid sürekli olarak Freiburglu ustanın aşırı tutumlarına atıfta bulunur, onun fikirlerini kendi özel amaçları için fütursuzca kullanır ve bunlardan baş döndürücü sonuçlar çıkarırdı. Bu çalkantılı teatral ve çoğu zaman maskaralık derecesinde gülünç akşamlardan hatırladığım, takışmalar, sözlü çatışmalar, çark edişlerdir. İnsanı hem zenginleştiren hem de bunaltan akşamlardı bunlar. Ferdid doğuştan provokatördü; insanı afallatan deha şimşekleri ve baş döndürücü sezgileri vardı. Sokrates geleneğine sadık kalarak, düşüncesinin çarpıtılması korkusuyla tek bir satır yazmaya tenezzül etmeyen bir tür şaman-filozoftu. Tutarlı bir serimlemede bulunamadığından, daha bir fikre kendini kaptırır kaptırmaz başka fikirler de fışkırır ve söylemini yolundan saptırarak bazen sonunda haince imalara varırdı. Fikir kıvılcımları, hatta yangınları taslak halinde bırakılmış kavramlarla, ölü doğmuş fikirler ve hınçla karılmış bir magma tabakası altında havasız kalıp sönüyordu; her şeyin temeli de Batı'nın bütün entelektüel tarihini, Varlığın esirgenmesi ve unutulması (Seinsvergessenheit) gibi Heidegger'in bazı temel kavramlarına getirdiği şahsi tefsir ışığında yorumlamak için duyduğu muazzam arzuydu.

Varlığın tarihinin azalmakta olan bir hakikatin "tarihkâr" aşamaları olması, ya da Varlığın geri çekilip unutuluyor olması, tarihteki her hareketi, insanın her ilerlemesini, Aydınlanma'nın her kazanımını olumsuzun inanılmaz çalışması gibi, hatta nihilizmin maskesi gibi gören Ferdid'in mistik zihnine cuk oturuyordu. Zira herhangi bir devirde herhangi bir hakikat üzerindeki perdeyi kaldırarak gerileyen bir ilkenin gizlenmesi ve varlık-olmayan'ın karanlıklarına gark olup giden bir dünyanın yok olması, Ferdid'in ak-kara zihniyetiyle çok iyi uyuşuyordu. Bu ontolojik bakışı kendine eksen alan Ferdid, Batı felsefesinin tarihini kendi tarzında yorumluyor; bakışını desteklemek ve ona İslam tasavvufunda öncü örnekler bulmak amacıyla da, Sufiliğin İbn Arabi gibi büyük kaynaklarından beslenip Hafız'ın o paradoksal şiirlerinden ilham alıyordu. Biz de böylelikle tarihsel bölünmeleri, epistemolojik kopmaları bir çırpıda elinin tersiyle silen hayret verici karışımlara tanık oluyorduk; tasavvufla felsefe kavuşup birbirine sirayet ediyor, Allah bilir ne tuhaf bir karışıma yol açıyorlardı. Düşünme tarzında iki tür kifayetsizlik vardı: Birincisi, Ferdid ortak yanları olmayan dilsel ve felsefi mefhumları birbirleriyle özdeşletirdiği için (Raymond Aron'un L'Opium des intellectuels'de [Aydınların Afyonu] işaret ettiği) "zincirleme özdeşleştirmeler"; bir de dışakestirim yoluyla eleştiri. Yurtsuzlaşmış, Batı nazarında ayrı düşmüş olan kendi dünyasının şifre-çözümünde ise bambaşka bir bağlama ait kavramsal araçları uyguluyordu. Mesela Heidegger'in teknik üzerine eleştirileri, Batı düşüncesinin oluşumuna değinirken Sokrates-öncesi filozofların physis'inden yola çıkarak art arda ricatlarıyla Nietzsche'deki güç istencine varır, bu arada Platoncu ideadan, ortaçağın skolastik tözlüğünden, Descartesçı öznellik ve Hegel diyalektiğinden de söz ederdi. Bütün bu gelişim Ferdid'in beslendiği, bütünüyle farklı bir episteme alanına giren geleneğin yörüngesi dışında kalmaktaydı.

Ferdid ve takipçisi olan hakikaten vasat çömezleri, bu temel ayrımlara kulak asmıyorlardı. Ferdid'i asıl büyüleyen, metafiziğin sonuydu ve Heidegger'in Der Spiegel adlı haftalık dergiye verdiği söyleşide, beklenmedik şekilde, bizi ancak bir Tanrı'nın kurtarabileceğini (nur ein Gott kann uns retten) beyan etmesiydi. Ferdid'in gözünde, modern Fars dünyasındaki bütün edebi ve sanatsal üretim, Batı metafiziğinin atığı ve yan-ürünüydü. Dolayısıyla mademki metafiziğin sonuna ulaşılmıştı ve yeni bir tanrısallığın elikulağında tezahürü bekleniyordu, bu tanrısallık sonunda kendini açığa vurduğu vakit dünyanın çehresi ne olacaktı? O zaman, diyordu Ferdid tumturaklı bir havada, Varlığın "ertesi günü"nün (pes ferdâ) nihai noktası, kaçınılmaz bir biçimde "evvelki günü"nün (perî rûz), yani başlangıcının ilk noktasına kavuşacaktır. Bunun sonucunda da halka tamamlanmış olacak ve Varlığın insanın selametini bir kurtarıcıya bağlayan mesajının içerdiği mesihçilik tamamına erecek, hatta Hakikati'nin ilk ortaya çıkışına dönecektir.

Heideggerci Ferdid'de iki unsuru birlikte buluruz: Düşüncenin mitolojikleştirilmesi ve ahiretle ilgili bir vaadin mesihçi içeriği. Ferdid gibi, üstelik İranlı da olan iflah olmaz bir ak-karacı için bulunmaz nimettir bu; zira böylelikle, Alman filozofun büyütücü yorumbilgisi sayesinde, dünya kadar eski bir mesihçi bakışı "modernleştirebilmektedir". Zira mesihçilik fikrinin Mehdi figürüyle İran kolektif hafızasında derinlemesine yer etmiş olduğunu unutmayalım. Heidegger'in bakışındaki düşünceyi mitolojikleştirme tehlikesini Adorno daha o zamandan algılamıştı. Şöyle demişti: "Bilebildiğimiz kadarıyla düşünmenin tarihi, Aydınlanma'nın diyalektiğidir. Bunun içindir ki Heidegger, kararlı bir biçimde, gençliğinde cazibesine kapılmış olabileceği gibi bu safhaların herhangi birinde durmaz, fakat Wells'vari bir zaman makinesinin yardımıyla, her şeyin her şey olabildiği ve her anlama gelebildiği arkaizmin uçurumuna atlar. Mitosa el uzatır; fakat kendi mitosu da 20. yüzyıla ait bir mitos olarak kalmaktadır; maskesi tarih tarafından düşürülen yanılsamadır ve içinde her tür bilince varılan gerçekliğin aklileştirilmiş çehresiyle mitosun katiyetle bağdaştırılamaz özelliği bu yanılsamayı gün gibi aşikâr kılar.[1]

Bekleyiş zamanından ilham alan Ferdid, Varlık döngüsünün "ertesi günü" ile kendi "evvelki gününü" çakıştırarak, bir bakıma bu beklenen tanrısallığın gelişini öngörür. Bu kavramı hem Şii düşüncesinde hem de İran'daki eski Zerdüşt dininde buluruz. Gelip bizi kurtarabilecek bir Tanrı'dan söz eden Heidegger'in düşüncesini Ferdid koşulsuz benimser, zira bir döngünün son bulması eninde sonunda dünyanın çehre değiştirmesi değil midir? İran düşüncesinin kendini Şiiliğin mesihçi ikliminde bu kadar evinde hissetmiş olması hiç sürpriz değildir. Dünyanın nihai çehre değiştirmesine varan Zerdüştçü kozmolojideki on iki bin yıl döngüsü onu buna hazırlamıştı. Kuşkusuz biçimler değişecekti, kuşkusuz dinsel çerçeve İbrahimî dinlerin döngüsüne kayacaktı, ama –insanın bu dünyada sürgünde olduğu fikrinin onca kök salmış olduğu– İran bilincinde, dünyanın çehre değiştirmesinin büyük bir yoğunlukla yaşanan derin mesajı el değmemiş bir halde kalmıştır; Ferdid de bu konuda bir istisna değildir ve Heidegger'de, kendi metafizik saplantısına modern bir felsefi gerekçe bulmuştur.

Devrimden sonra işler tepeden tırnağa değişti. Ferdid, usta bir oportünist olarak yön değiştirdi ve kudurganlık derecesinde meczup bir devrimci haline geldi. Belki de onun düşüncesinde ertesi gün daha şimdiden Varlığın evvelki günüyle birleşmişti; belki de onca sabırsızlıkla beklediği tanrısallık, Yüce Rehber'in kutsal çehresine bürünmüştü. Ve nasıl ki ustasının gözünde, Alman Volk'unun (halkının) yenileştirici Geist'ının (ruhunun) tecessümü Führer idiyse, Ferdid için de kurtarıcı, aynen, yeni bir düzen kurmaya gelen rahip-kral çehresine bürünüyordu. Devrimle birlikte Ferdid bir peygambere, yeni çağın keramet sahibi ulularından birine dönüştü; yeni manevi düzenden aldığı manyetik çekicilik sayesinde bütün dindar gençlik için karizmatik bir figür haline geldi. Bu ender görülen olayın sihrine kapılmış, kelimenin klasik anlamıyla artık bir sınıf mücadelesi değil de benzersiz bir mesihçi ütopyanın kuruluşu olan o büyük sarsıntıyla büyülenmişti gençlik. Bu nesil kendini dünyaya bağlayacak modern bir kaçış yolu arıyordu, Ferdid de ona bunu temin edecekti.

Devrimin zaferinden sonra Tahran Üniversitesi'nde verdiği, benim de katıldığım ilk konferansta, bu yeni ruh halini belli etmişti. Özellikle tüylerimi diken diken eden bir cümlesini açık seçik hatırlıyor ve hafızadan zikrediyorum: "İnsan hakları, yani Aydınlanma'nın kazanımları, alt-bilincin (nefsü'l-emmâre) üst bilince, yani huzura kavuşmuş ruha (nefsü'l-mutmainne) uyguladığı bir siyasi sansürdür." Salondan çıkarken ona dediklerimi çok iyi hatırlıyorum: "Bütün laik aydınların ölüm fermanını çıkardınız." Ve onu son görüşüm oldu bu. Kendine bilge-filozof diyen bir insanın alelacele infazları desteklemiş ve terör hükümdarlığına kendince zemin hazırlamış olmasını anlayamazdım. Buraya vardıktan sonra, caniyane, tehlikeli ve taassup dolu bir hale gelen bu düşüncenin, siyasi arenaya baskın yapan kutsalın şiddetini haklı göstermek için modern bir söylem arayan radikal gençler güruhunu çekebilmiş olması pek şaşırtıcı değildir. Ferdid'in saf insanları, yolunu şaşırmış devrimcileri, Batı kültürü görgüsünden yoksun olanları, ülkeyi kıyameti andıran bir savaş meydanına çeviren bu yeni mesihçi dünya anlayışıyla keskinleşmiş ideologları etkileyebilmiş olması da hiç şaşırtıcı değildir. Bu Heidegger'vari Ferdidciliğe her çeşidinden İslamcılar safları sıklaştırarak üşüştüğü gibi, huzura ermiş yüce ruhun kurban edilmesiyle sansür doruk noktasına vardığı gibi, Aydınlanma ve insan haklarıyla ilgili her şey şeytani sapkınlık derekesine atıldığı gibi, bu çağrıya icabet eden saygıdeğer ve ciddi aydınlar da çıkmıştır. Böylece geçen yıllar içinde, onun etrafında neredeyse mafyavari bir şebeke oluşmuştur. Devlet organlarına, medyaya, basına sızan bir şebeke, "sapma gösteren liberallerin" peşinde olup onları ihbar etmekten, çirkefte süründürmekten, itibarlarını lekelemek ve hatta onları mahvetmekten başka derdi olmayan koca bir sansürcü ve engizisyoncu korteji ortaya çıkarmıştır. Günümüzde geçerli olan aydın ihbarları büyük ölçüde onların eseridir.

Başlarda Ferdidci filozof, Batı sanatından bahsederken şöyle akıl yürütür: Batı'nın sanatı şeytani bir sanattır, zira benlik, kibir ve nefs gibi biçimlerle hakikati perdeler. Buna karşılık, gelecek sanat rahmani bir sanattır. Çağ sempati, diyalog ve doğrudan gönül gözüyle seyredalış çağıdır. Fakat din sürgüne gidip de Tanrısallık kendini geri çektiği zaman, o zaman sanatçılar, özellikle de şairler, Ahitleşme'yi tekrar kurmak (tecdid-i ahd), kutsalı diriltmek için çabalayıp dururlar. Bu yenilenme İslam Cumhuriyeti'nin kurulmasıdır. Kendi payıma şu sonucu çıkarıyorum bundan: "Filozofumuzun yüce usavurumunun tamamı, hakikatin Heideggerci yorumuna dayanmaktadır. Netice itibariyle, 20. yüzyılda yaşamış bir Alman filozofunun 'tarihsel evreleri' üzerine eğilmesi, Batı felsefesini Varlığın Örtülmesi anlamında yorumlaması, bu felsefenin zaman içindeki farklı söylemlerini kendi tarzında açığa vurması gerekiyormuş ki, bu dünyanın karşı kutbunda yer alan bir İranlı bunu Fransızca çeviriler sayesinde öğrenip, kendi sorunu bile olmayan bir sorunun kendini ilgilendirdiğine hükmetsin; ve üstelik, bu yetmiyormuş gibi, Alman'ın peygambervari açıklamalarında İslami yenilenmenin manevi hakikatinin ortaya çıktığına inansın."[2]

Ferdid'in mesihçi şifre anahtarıyla çözdüğü, çömezlerinin de neredeyse peygamberimsi bir şahsiyet haline getirerek ilahlaştırdıkları Heidegger,, bizimki gibi ülkelerin o kadar duyduğu eleştirel anlayışı ve bütün Aydınlanma geleneğini içeriden kemiren bir hastalıktır. Ferdid'in Heidegger'i bu şekilde yorumlayabilmiş olması, Adorno'nun da dediği gibi, mitsel boyutu gereği Heidegger düşüncesinin buna çanak tutmasındandır. Başka deyişle, muazzam meziyetlerine rağmen bence Heidegger düşüncesi bu tür karışımlara, daha eleştirel ve daha sakin olan Kant düşüncesinden daha çok mahal vermektedir. Eleştirel düşüncenin nice zorluklara adım atabildiği bizimki gibi gelenekler için, Kant felsefesi diğer düşünürlerin felsefelerine nazaran zihinsel açıdan daha "sağlıklı"dır. Öncelikle Kant'ın sayıklamamıza engel olmasındandır bu; sonra da, bilginin sınırlarını göstermesindendir. Akıl bazı sınırların ötesine fantazmalara gömülmeden, yani çözülmez çatışkılara varmadan geçemez. İyi ki de bu böyledir, zira hakikaten düşünmek ve serinkanlı kalmak istediğimiz zaman bu sınırlar içinde kalmak evladır.

Benzer okumalar:

Daryush Shayegan ile Söyleşi: Işık Batıdan Gelir

________________________________
(*) Daryush Shayegan, Melez Bilinç, çev. Haldun Bayrı, Metis, 2013, s. 61-66.

[1] Dialectique négative, Paris, Payot, 1978, s. 99.

[2] Yaralı Bilinç, s. 129.