Andrew Wyeth, 1965. |
Rainer Maria Rilke'den Franz Xaver Kappus'a
Sekizinci Mektup
Borgeby Gard, Flädie, İsveç
12 Ağustos 1904
Size yardımcı olabilecek herhangi bir şey söyleyemesem de, söylediklerim işe yarar şeyler olmasa da sizinle yeniden konuşmak istiyorum sevgili Kappus. Çok sayıda ve büyük üzüntüler atlattınız. Ancak bu üzüntüleri atlatmış olmanızın sizi zorladığını, keyfinizi kaçırdığını söylüyorsunuz. Ancak lütfen bu büyük üzüntülerin doğrudan kalbinizden geçmemesini mi yeğlerdiniz, onu bir düşünün. İçinizdeki çoğu şeyin değişip değişmediğini düşünün. Sadece başkalarının seslerini bastıracak kadar güçlü hissedilen üzüntüler tehlikeli ve kötüdür. Bu üzüntüler, yüzeysel ve aptalca tedavi edildiğinde yeniden ortaya daha acı verici bir şekilde çıkan hastalıklara benzerler, bu şekilde sürdükleri sürece insanın içinde birikirler. Yaşam, yaşayamadıklarımız, yaşamayanlar verebilir bu üzüntüleri bize ve bizleri de yaşatmayabilir.
Bildiklerimizden çok daha ötesini görebilseydik, hatta görebildiklerimizden biraz daha fazlasını görebilseydik bile, yaşayacağımız üzüntülere neşelerimizden daha kolay katlanırdık belki de. Çünkü üzüntüler, hayatımıza bilinmeyen yeni bir şey girdiğinde ortaya çıkar. Duygularımızın sesi, kafa karışıklığımız tarafından bastırılır, her şey bir anda yok olur, bir durgunluk gelir ve hiç kimsenin bilmediği yeni şey sessiz bir şekilde bütün karışıklığın ortasına oturur.
Yaşadığımız bütün üzüntülerin, hayatımızı durduran gerginlik anlarından ibaret olduğunu düşünüyorum. Evet, hayatımızı durduruyorlar; çünkü şaşkınlık içerisindeki duygularımızın artık var olup olmadıklarını bilemiyoruz böyle durumlarda. Çünkü içimize giren yabancı şeyle baş başa kalıyoruz; çünkü alışkın olduğumuz ve samimi bulduğumuz her şey bir anlığına kayboluyor; çünkü sabit kalamadığımız bir geçiş sürecinin ortasında kalıyoruz. Üzüntüleri geçici kılan şey de budur. İçimizdeki yeni şey, kalbimize sonradan giren şey bir anda kalbimizin en derin noktalarına girer, ararız fakat bulamayız çünkü kanımıza karışmıştır bile. Ve bu şeyin ne olduğunu öğrenemeyiz. Hiçbir şey olmadığı konusunda ikna edilebiliriz ama buna rağmen çoktan değişmişizdir; tıpkı gelen misafirin evi de değiştirdiği gibi değişmişizdir işte. Kimin geldiğini söyleyemeyiz, belki de hiçbir zaman bilemeyeceğiz fakat çoğu durum aslında geleceğin içimize bu yolla girip, kendimizi yaşanacakların gelişine hazırlıyor olduğunu gösteriyor. İşte üzüldüğümüzde bu yüzden yalnız kalmalı ve dikkatli olmalıyız. Çünkü geleceğimizin içimize doğru adım attığı o durgun ve karamsar an, sanki bizlere dışarıdan yaşanıyormuş gibi görünen gürültülü ve tesadüfi zaman diliminden çok daha yakındır yaşamın kendisine. Üzgün olduğumuzda ne kadar durgun, sabırlı ve açık olursak, içimize yeni giren şey de o kadar derinlere iner ve sabit olur, o kadar bu yeni şeyi sahiplenir ve bu geleceği kaderimiz olarak kabul ederiz.
İleride bir gün kaderimiz "yaşandığında" (yani bizden çıkıp başkalarına görünür olduğunda), yaşananlar böylelikle bize daha samimi ve aşina gelir. Bu durumun yaşanması gereklidir. Yaşanmalıdır ki –gelişelim– başımıza aşina olmadığımız şeyler gelmesin, uzun süredir bir parçamız olan geleceği deneyimleyelim. Şu ana kadar doğru olduğunu düşündüğümüz hareket yasalarının bile farklı olduklarını gördük, aynı şekilde kader dediğimiz şeyin de aslında başkalarından bize gelmediğini, içimizden çıkıp başkalarına göründüğünü yavaş yavaş anlayacağız. Birçok insanın kaderlerini kabullenip, sindire sindire yaşayamamaları, içinden çıkan ve başkalarına görünen şeyi tanıyamamalarına sebep oldu. Kaderleri onlar için o kadar alışılmadık bir şeydi ki, korkudan hayretler içinde kalmış bir şekilde kaderlerini "başlarına gelen" bir şey sandılar. Çünkü daha önceden içlerinde böyle bir şeyler hissetmediklerine dair yemin ediyorlardı. İnsanlar güneşin hareketi hakkında uzun süre yanıldıkları gibi, geleceğin ve yaşanacakların hareketi konusunda da yanıldılar ve yanılacaklar. Gelecek sabit bir şekilde bizleri bekliyor, sevgili Kappus fakat bizler sonsuz uzayda hareket ediyoruz. Bu bizim için nasıl zor olmasın?
Yalnızlıktan yeniden bahsedecek olursam, yalnızlığın bir seçim meselesi olmadığını anladığınızda durumu daha iyi anlayacaksınız. Hepimiz yalnızız. Kendimizi kandırıp yalnız olmadığımızı iddia edebiliriz. Ancak yalnızlığa karşı yapabileceğimiz tek şey bu. Fakat yalnız olduğumuzu anlamak, hatta yalnız olduğumuzu varsayarak işe başlamak çok daha iyi. Bunun ardından elbette kafamız karışacak. Çünkü görmeye alıştığımız şeyler bir anda elinizden alınacak, etrafınızda hiçbir şey kalmayacak ve her şey size sonsuz uzaklıkta olacak. Bir anda evi elinden alınan, herhangi bir hazırlanmaya veya alışma sürecine bile izin verilmeden bir anda dağlık bir bölgeye tek başına yaşaması için bırakılan bir insan da benzeri duyguları hissederdi; eşi benzeri olmayan bir emniyetsizlik, ifade edilemeyecek bir şeyden uzaklaşmak içini dağlardı adeta. Kendisini yüksek bir binadan düşüyor, uzayın boşluğunda sürükleniyor ya da binlerce parçaya ayrılıyor gibi hissederdi. Yaşadığı duygulara bir açıklama getirmek için acaba beyni nasıl da vahşice bir kurgu yaratırdı! Yalnızlaşan insan için de tüm mesafeler ve ölçütler değişir. Bu değişim de bir anda yaşanır ve ardından tıpkı dağa bırakılan kişide olduğu gibi sıra dışı hayaller ve katlanılamayacak kadar güçlü tekil duygular oluşmaya başlar yalnızlaşan kişinin kalbinde. Ancak bu duyguları da deneyimlememiz gereklidir. Varlığımızı mümkün olduğu kadar kapsamlı kabul etmeliyiz; öyle ki her şey, hatta duymadıklarımız ve bilmediklerimiz bile varlığımızla beraber mümkün olmalıdır. İşte bunu yapmamız için de bize gereken tek şey cesarettir: En yabancı, en cesur olmaktır gereken.
İnsanoğlunun bu konuda cesur olmaması hayata sonsuz sıkıntılar katmıştır. Mesela yaşanan deneyimler "sanrı" olarak adlandırılmış, bütününe ise "ruh dünyası" adı verilmiştir. Aslında aşina olduğumuz ölüm ve bütün bu kavramlar, hayatın günlük kovalamacası içinde geriye ötelenmiş ve hissedebileceğimiz ve tutunabileceğimiz duygular böylelikle körelmiştir. Tanrıdan bahsetmiyorum. Fakat bilinmeyenin korkusu sadece varlığı köreltmekle kalmamış, aynı zamanda iki insan arasındaki ilişkileri de durdurmuştur. Sanki sınırsız olasılığın olduğu bir yerden alınmış ve hiçbir şeyin yaşanmadığı başka bir yere götürülmüştür ilişkiler. İlişkileri birbirinin benzeri, aşırı monoton ve değişmez kılan sadece atalet değildir; kişinin mücadele edemeyeceğini düşündüğü yeni ve görülmez şeyler karşısındaki çekingenliğidir. Fakat her şey için hazır olan, en esrarengiz durumları bile cesaretle bekleyen bir insanın ilişkisi daha yaşam dolu olacak ve elinden geldiğince ilişkiye kendi varlığından bir şeyler katmaya çalışacaktır.
(...)
Size bunların dışında söyleyebileceğim tek şey ise şudur:
Sizi rahat ettirmeye çalışan ve tavsiyeler veren insanın, bazen size yardımcı olan basit ve sakin cümleleriyle iç içe dertsiz ve tasasız bir şekilde yaşadığını düşünmeyin. Kendisinin hayatı sizinkinden çok daha zor ve üzüntülerle dolu. Eğer öyle olmasaydı, size bu sözleri de söyleyemezdi.
Benzer okumalar:
—Blog Üzerindeki Mektup Yayınları
Benzer okumalar:
—Blog Üzerindeki Mektup Yayınları
__________________________________
(*) Rainer Maria Rilke, Genç Şaire Mektuplar, Çev. Berkay Tartıcı, SUB.
Yazının yayınlanmasında gösterdiği incelikten ötürü değerli dostum Gökhan Özcan'a teşekkür ederim.
Yazının yayınlanmasında gösterdiği incelikten ötürü değerli dostum Gökhan Özcan'a teşekkür ederim.