29 Ocak 2013

Semih Kaplanoğlu Röportajı — Yusuf Üçlemesi


Fransızcadan çeviren: Ali Hasar

(Bu çeviride Fransızca söyleşi temel alınmıştır.)

Yusuf Üçlemesi'nden bahseder misiniz? Gösterim tarihine kadar gizli tutulmuş bir hikaye olduğunu bir kenara koyarsak, böylesine dram senaryosunun oluşumundaki temel bakış açınız neydi? Fecr'e katılımınızı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Semih Kaplanoğlu: Bir gün genç bir şair hakkında bir yazı yazmıştım. Kahramanım arkadaşlarıyla bir olup değişime, başka bir ifadeyle, yaşadığı yurdundaki modernleşmeye karşı çıkan 18-19 yaşlarında bir şairdi. Buradan yola çıkarak senaryoyu yazdım. İlk önce 40 yaşındayken ne yaptığını düşündüm, sonraysa 6-7 yaşlarındayken tam olarak neye benzeyebileceğini kendime sordum.Yumurta-Süt-Bal'ın senaryoları bu şekilde gün yüzüne çıktı. Üçlemenin alt-metninde taşralarımızın son 20 yılda karşılaştığı hızlı bir değişim yatıyor. Anne-baba-çocuk üçgenindeki sıkı ilişkileri yansıttığı gibi geleneksel ve manevi olanı da bir bozuma uğratıyor. Yusuf tüm bu karmaşanın içinde tek başına. Şairane ruhu geleneksel ve modern yaşam arasında çatışıyor. Bundan dolayı üçlemeye "Yusuf ve Modern Yaşam" adını da verebiliriz. Benim payıma, modernizm yeryüzüne düştüğümüzden beri karşılaştığımız bir çatışma. Bu çatışmaysa, sanatın tam kalbinde.

Süt'ün Fecr Film Festivali'ne katılımı benim için olduğu kadar Yusuf Üçlemesi için de önemli, çünkü İranlı sinemaseverlerle buluşacak. Ödüllerin, onların bu saygın ülkelerinde, değerli filmlere büyük çaplı katkıda bulunacağını düşünüyorum. Umarım filmlerim İran'da büyük bir kesime ulaşır, İran'ın zengin ve yaşayan bir sinema kültürü var zira.

Üçlemenizin manevi ve ahlaki temelinde; dünya çapında yankısı, bilinirliği açısından başat bir sebep görüyor musunuz?

Semih Kaplanoğlu: Eleştirmenlerin ve insanların filmlerimi anladıklarını düşünüyorum. Bana göre, ne maneviyatı ne de metafiziği işlemeyen filmler bizi görünenin ötesine taşıyamaz, kalplerimizi de aydınlatamaz.

Bir tarafta içselliğin, güzelliğin sineması; diğer taraftaysa şiddet, saldırı ve bozulmanın sineması var. Bunlar genç-yaşlı, kadın-erkek, hemen hemen herkesin önünde gösterilebiliyor. Tüm bu olanlar ne derece sağlıklı ve uygun? İki tarafın ilişkisi için ne düşünüyorsunuz?

Semih Kaplanoğlu: İnsanı merkezine alan medeniyetin bizi sürüklediği ve sonra da terk ettiği bir nokta bu. Her şey artık maneviyatımızdan ve benliğimizden uzaklaşmamıza yardımcı oluyor. Oysaki sanat, bütün biçimleri altında daha da benmerkezcileşiyor. Diğer gerileme, sanatsal yaratım düşüncesinin sanatın kendi kalbinin tam ortasında ölüyor olması. Sonuç, gelenek ve belirli bir bakış açısı böylelikle yok oluyor. Kendi varlığımızı öylesine bir materyalist dünyaya sürüklüyoruz ki onları hissedebilmek ve içimizde yaşamak son derece zorlaşıyor. Diğer taraftan, görüntülere bir doyum söz konusu, bu da onların farkındalığını algılamayı güçleştirmeye yetiyor. Hakikati saklamayı ya da en azından onu reddetmeyi amaçlayan büyük bir güç var işin altında. Hakikat, bizi bir noktaya ulaştırdığı için yapay bir yeni dünyaymış gibi algılanıyor. Her birimiz ölüme ve şiddete alışmışız. Hiçbir şey artık bizi heyecanlandırmıyor. Aptalca bir yarışma programı ya da medeniyetimizin kurban edilen çocukları için televizyon kanallarında kolayca zapping yapabiliyoruz. Hakikat vicdanınıza dokunmuyor, sizi reddediyorsa neden bir film çekiyorsunuz o zaman? Sinema ve diğer tüm sanat türleri, acınası ve zavallı hâlimize karşı artık yetersiz. Ölmüş çocukların; Filistinli, Iraklı, Lübnanlı, Afgan ya da Afrikalı mültecilerin hâlleri üzerimizde bir etki bırakmıyor, kendi varlığımız hiçliğe sürükleniyorsa, hangi sanatçı ya da yönetmen bizim kalbimize dokunabilir? Bu dünyaya karşı daha sağlam ve bilinçli durmamız gerektiğini düşünüyorum. Şu iki şeyi aklımızdan hiç çıkarmamalıyız: Allah'ın birliği ve O'nun rızası. Ben, filmlerimi bu düşünceler üzerine oturtuyorum.
Türkiye, Doğu'dan Batı'ya kültürlerarası bir köprü pozisyonu işlevi görüyor. Ama sizin kültür modeliniz henüz yeterince değişime uğramamış, başka bir ifadeyle tam olarak batılılaşmamış. Özellikle sinemadaki kültürel prototip tarzınız hâlâ korunur bir hâlde. Bunun için ne diyeceksiniz?

Semih Kaplanoğlu: Üçlemeyi henüz izlemedim, o yüzden size net bir şey söylemem oldukça zor. Ama Batı'nın ve Doğu'nun bu kültür olgusundan bahsedebiliriz. Medeniyetimizi diğerlerinden farklı kılan zaman kavramını düşünmeyi ve sinema için bunu özellikle yansıtmayı seviyorum. Zaman, günde beş kez Kadir ve Şahid olan Allah'a yaklaşmak için bir şeydir. Zamanın kıymetli ve sonsuz olduğu doğru değil mi? Zamanımız sadece bu dünyayla sınırlı değildir. O, (ezeli olan) Allah'a aittir ve yine O'na döner. Bizim algımız ve düşüncemiz hangi şekilde perdeye yansıyor? Hangi doğru ya da hakikat, bunu yansıtırken geçmişimizi anlatmaya çalışan zamanın batıcı algısına temellendirilmiş bir sinema diline sahip olabiliyor? Filmlerimin belirgin özelliklerinden biri, onların oluşturduğu, benim bahsettiğim ilahî/kutsal anları anlaşılabilir kılan zaman kavramıdır. Bunun üzerine düşünmeye ihtiyacımız var, sanıyorum.

Size göre, sanatın nihai amacı nedir? Sanata yaklaşımımız tam olarak neyi amaçlamalıdır? Bir saatlik bir filmi izleyerek geçici bir eğlence arayışında mıyız ya da daha başka şeyler mi var?

Semih Kaplanoğlu: Sanat filminin zamansallığı, içimizle uyuşmadığında bizi yaşadığımız zamandan sıyrılma eşiğine sürüklüyor. Varlığımız kavga, gürültü ve şamatanın endüstrileşmiş dünyasında savrulup duruyor, ne üzücüdür ki ölmek de istemiyor. Onun için, ölme düşüncesi bile korkunç. Ama başkalarının ölümünü görmek istiyor. Size şunu diyorum, zamanın akıcılığı ve algısı kayboldu. Şöyle diyorlar: "Öyle bir film izledim ki zamanın nasıl geçtiğini anlamadım." Buna karşılık, zamanın akıp gittiğini de söylememiz gerekiyor. Aristotelesçi sanat düşüncesi, duyguların arınmasını amaçlıyordu. Sinema, ruh ile benlik (nefs) arasındaki o boşluğu doldurur. Benlik, kendisiyle örtüşür. Diğer türlüsü, bilgi de sanat da anlamsızdır. İnsanların isteklerine uyduklarını biliyorum, çünkü bu tip filmler insanları söz konusu etmez, onlardan katkıda bulunmaları istemez. Ama bundan dolayı yılmamalıyız. Onlara ulaşmamız için bir yol bulma hassasiyetine sahip olmalıyız. Bildiğiniz gibi, madalyonun iki yüzü vardır.

Türkiye'deki ve bölgemizdeki diğer ülkelerin sinemaya bakışlarını nasıl buluyorsunuz? Gözle görülür ya da en azından hissedilebilir bir ilerleme var mı? Yurtdışında Doğu Sineması üzerine muhtelif yorumlar yapılıyor...

Semih Kaplanoğlu: Batı'da bizim filmlerimize karşı oryantalist bir yaklaşım var. Bizimki gibi ülkelerdeki filmleri bazen aldatıcı ya da çok içten bir anlatım biçimi olarak görebiliyorlar. Festivallerde bazı bölümlerde yer verip çok hızlı bir şekilde gösterdikten sonra kaldırıyorlar. Daha çok hakikati anlatmaya çalışan yönetmenlerle ilgileniyorlar. Beni nasıl anladıklarını, nasıl sınıflandırdıklarını biliyor olmamın benim açımdan çok da önemi yok. Ben daha çok bizimle, Doğu'nun insanıyla ilgileniyorum. Birbirimizi karşılıklı olarak nasıl görüyoruz? Bizleri ayıran bu engelleri nasıl kaldırabiliriz? Medeniyetimizin bu değişimi beni kaygılandırıyor. Bu toprakların insanları tek başına dimdik ayakta durmasaydı, kültürel yaşantımız daha farklı olurdu. Orta Doğu'nun insanları kendi aralarında anlaşırlarsa, anlamlı ve büyük bir gelişmenin olabileceğini umuyorum. İran Sineması'nın uluslararası başarısı, öncü Türk yönetmenler, kültürel zenginliğimizi yansıtmakta önemli bir yere sahip. Ama, uzun vadede, filmlerimiz Batı'nın insanlarına ulaşmalı, onları kuşatmalı. Bunun için bir yol bulmalıyız. Hem de -çarpıcı bir şekilde- acilen. Belki bir Doğu Sinema Merkezi ya da bütün ülkelerin katkı sağlayacağı bir kuruluş altında. Bu çok geçmeden olmalı. Aksi takdirde, kültürel bozulmanın kalplerimizi körleştireceğini, bize daha da karşı çıkacağını düşünüyorum.

Medialeft

Benzer okumalar:


[Eylül 2013'te Heyula Eleştiri'de yayımlanmıştır.]




19 Ocak 2013

Victor Erice Röportajı

1992 Cannes Film Festivali’nde üçüncü filminiz Ayva Ağacının Güneşi ile Jüri Özel Ödülü’nü kazanmıştınız. Bu noktaya gelmenizi sağlayan neydi?

Bilmiyorum, ilk kez Jüri Özel Ödülü alıyorum. Sanırım, bu oldukça güzel.

Filmlerinizde genel olarak çocukluk teması hakim. Siz nasıl bir çocuktunuz?

Aslında tema olarak biraz uzak. Çocukluğu biraz kaybettim diyebilirim. La morte rouge adında sinema deneyimimi anlatan bir film çekmiştim. Üçüncü tekil şahıs üzerineydi daha çok, çünkü oradaki çocuk benden biraz uzaktı. Altı yaşındaydım. Benim için köklü bir deneyim, bir dışavurum, şiddetin bir geçmişi olan başka bir film vardı.

Hangi filmdi?

Bir Amerikan filmi: Roy William Neill’in The Scarlet Claw’ı. Sinema Tarihi açısından kayda değer bir film değildi ama benim çocukluğum için manidardı.

Cannes Film Festivali’ne dair hatırladığınız ilk şey nedir?

Cannes’a tecrübesiz bir gazeteci olarak gitmiştim ilk kez. O zamanlar 20 yaşındaydım. Bu, benim için büyük bir tecrübeydi. Robert Bresson, Luis Bunuel, Antonioni, Berlanga gibi usta yönetmenler vardı. İlk filmim Arı Kovanının Ruhu ile La Semaine de la Critique’e katılmıştım ayrıca. Benim için Cannes, güzel karşılaşmaların olduğu önemli bir yer.

Ne tür sinemayı seviyorsunuz?

Milli olmayan, evrensel bir dili olan kaliteli sinemayı. Çocukluğumun sineması Kuzey Amerika Sineması’ydı, çünkü bugün olduğu gibi o dönemlerde de müthiş bir Amerikan filmleri furyası vardı. 1940’lı yılların filmlerini izlemeye gittim ilk olarak. John Ford, Howard Hawks, Michael Curtis, Victor Fleming… kim olduklarını bilmiyordum, oyuncular için gidiyordum, yönetmenler için değil. Bilirsiniz, bunlar her zaman bir çocuğun tercihleridir. O dönemlerde, sinemayla tanışmak halkın bildiği, gördüğü bir şeydi. Bugünse, çocuklar evlerinde, televizyonlarda sinemayı görüyorlar, bu da böylelikle genelden ziyade daha özele inmiş oluyor. Sanırım aradaki farkı oluşturan bu.

Bugün usta yönetmenlerden biri olarak gösteriliyorsunuz, ayrıca birçok yönetmeni de etkiliyorsunuz…

Belki İspanya’da. O da, İç Savaşlarla dolu İspanya Tarihi’nden dolayı ortaya çıkan gerçek bir sinematografi geleneği eksikliğinden. Bugün, Luis Bunuel gibi yurdundan sürgün edilmiş bir büyük yönetmenin sinema hassasiyetine sahip olmamız gerektiğini düşünüyorum.

40 yıla yaklaşan yönetmenlik geçmişinizde 3 film çektiniz. Filmlerinizin uzun süren bir etkisi mi var?

Çektiğim filmlerde, her zaman, benim asla oluşturmayı başaramadığım izler var. Bir filmi yazdığımda, düşündüğümde, o tamamlanmasa da onun içinde kalan bir şeyler oluyor. Bu küçük ve başarısız deneyimi, tamamladığım filmde görebilirsiniz.

Neden bazı filmlerinizi tamamlayamadınız?

Maddi açıdan. Sinema, biraz para meselesidir. Şöyle, benim yapımcılarım her zaman kendi yatırımlarını bir araya getirmişlerdir. Benim için bu önemli.

Neden film çekiyorsunuz?

Tam olarak bilmiyorum. Belki, hayatımın çoğunu adadığım bir şey olduğundan, sadece bu da değil, seyirci olarak film çektiğimden belki. Belki de, seyirci tecrübem yönetmen tecrübemden daha önemlidir.

Film çekmediğinizde ne yapıyorsunuz?

Sinema üzerine yazılar yazıyorum. Yönetmen olmadan önce sinema yazıları yazmaya başlamıştım. Sinema atölyelerine gidiyorum, gençlerle tanışmayı, onlara tecrübelerimi anlatmayı seviyorum. Ne var ki, İspanyol gençlerin gerçek bir sinema kültürü yok. Sinema, eğitim sistemiyle iç içe geçmemiş. Fransa gibi değil.

Projeleriniz var mı?

Bir yıldır bir ressam gibi kısa filmler çekiyorum, bunu sevdiğimi söylemeliyim. Hatıra ve Düş adını verdiğim dokümanter bir seri. Üçünü çektim, 10’a ulaştığımda yayınlamayı düşünüyorum. Bunlar seyahatlerimden yararlandığım dünya üzerine kurulu küçük anlatılar. Kim bilir, belki burada, Cannes’da da bir şeyler çekebilirim.

Bu kısa filmler ne kadar sürüyor?

Değişiyor. Kimi 5, kimi 20 dakika. Sinema süresi, sinemanın geneli üzerine de bir düşünce diyebilirim bunlar için. Kendimin kamera başında olduğu ve bir ses mühendisiyle çalıştığım zanaatkar filmler aynı zamanda. Bu bağlamda; Roberto Rossellini’nin düşüncesini benimsiyorum: İçimiz ne denli yoksul olursa, özgürlüğümüz de o denli zengin olur. Özgürlük bir bakıma arınma sorunudur. Şunu da söylemeliyim ki klasik bir film çekmeyi de severim. Ama sanırım, bunun için biraz bekleyeceksiniz. (Gülüşmeler)

Fransızcadan çeviren: Ali Hasar

Bkz: El Espiritu de la Colmena

Leos Carax Röportajı — Holy Motors

Neden çok az röportaj teklifi kabul ediyorsunuz? Sesiniz soluğunuz hiç çıkmıyor…

Bir düşünür olmadığım için; sonra, televizyon programları beni ürkütür. Filmim bitti mi gözden kaybolurum. Genelde böyle olur. Nasıl olduğunu az çok biliyorum ama neden olduğu daha çok önemli. Herman Melville'in şu sözünü hiç unutmam: "Portre, dâhileri ölümsüzleştirmek yerine, sadece aptalları sıradanlaştırmaya yaramıştır."

Holy Motors, sizin beşinci filminiz. Son 20 yılda çekemediğiniz filmler hangileriydi?

1980’lerde, Johnny Hallyday’li, Nastassja Kinski’li Fritz Lang’ın ­Règlement de comptes’un bir uyarlaması. 1990’larda birçok proje. Bunlardan öne çıkanlar: Vanessa Paradis, Iggy Pop ve David Bowie ile ankakuşu misali bir film: Strong Girl; George du Maurier’in romanının serbest bir uyarlaması, Peter Ibbetson’ın tamamıyla Sharon Stone’nun hayalleri üzerine kurulu olan Aladin & Cardea’sı. 2000’lerdeyse başrolünde bir kadının yer aldığı, 11 Eylül sonrası Amerika’sında geçen Dr. Jekyll and Mr. Hyde; Denis Lavant’lı, Kate Moss’lu Monsieur Merde’in maceralarının devamı Merde in USA. Ve de Henry James’in La Bête dans la jungle’ın bir uyarlaması. Ama bunlar için hiçbir zaman oyuncu bulamadım.

Bu projelerin hiçbiri neden gerçekleşmedi?

Bana göre bir filmin çekilebilmesi için dört temel unsur var: sıhhat, ortak, para, oyuncu. Bendeyse sürekli olarak en az ikisi bulunmuyordu.

Fransız Sineması’nın sizin sinema anlayışınıza mesafeli durmasına ne diyorsunuz?

Benim onların anlayışına tarafsız olduğum kadar onlar bana tarafsız olmadı. Ben yalnızım, onlarsa herkes.

Daha açık konuşursak, film çekmekte neden bu kadar yetersizsiniz?

Uzun bir süre, kuralların (pahalı, karışık olmayan vb) önceliğinde beni yoğunlaştıracak bir projeyi hayal etmekten uzaktım. Çevremle ve bu camianın insanlarıyla ilişiğimi kestiğim bir dönemde, her şey imkansızlaşıyor, yolumu kapatıyordu. Tokyo filmine katılışım beni özgürleştirdi diyebilirim. Tokyo’da üç yönetmenin 40 dakikalık çekimleri filmin temasını oluşturuyordu. Hayal etmem gerektiğini düşünüp hızlıca filmi çektim. Yetenekli olduğumu ve bu hızda film çekmenin beni aynı zamanda başka türlere yönelttiğini anladım. Ayrıca bir ödülü de vardı bana: boş filmlerimin sayısında bir azalma oldu. Holy Motors’daki bu sıradışılığa gelince, motorlara ve hareketlere kamerasız çekilmiş bir anma töreni. Numerik kameralar bilgisayardır, kamera değil.

Tokyo’nun kontrol edilemeyen kahramanı Monsieur Merde, Holy Motors’da yine karşımıza çıkıyor. Monsieur Merde, siz misiniz?

O benim çirkinliğim, büyük bir bozulma. Tıpkı yaşadığımız çağ gibi, bazense benim gibi.

Holy Motors’u hayata geçiren neydi?

İlk olarak, film çekmiyor oluşumun bir isyanı. Sonra, arkadaşım ve ortağım Albert Prévost. (Holy Motors’un çekimlerinden sonra yaşamını yitirdi.) Projenin tutmayacağını bilmesine rağmen, Paris Meydanı’ndaki bütün yapım şirketlerinden aldığı ret cevabını önemsemeyip projeyi Pierre Grise Productions’taki Martine Marignac ve Maurice Tinchant’a kadar taşıdı, onlar da kabul etti. Ekibi kaynaştıran oydu, öncelikli olarak (stüdyoda limuzini çekmek gibi) küçük bütçemizin yeterli olabileceği seçenekleri ortaya koydu. Ve elbette Denis Lavant, sadık ve bir o kadar kendinden emindi. Genç olarak seçtiğim ekibim sonra. Ve kızım, bu filmi çekmem gerektiğini anlamıştı, bundan dolayı uzun bir süre ayrı kaldık.

Holy Motors, çekemediğiniz filmler arasında bir gezinti mi?

Hayır. Sadece Eva Mendes’li sahne hiç çekilmemiş Merde in USA ile bir nebze ilişkilendirilebilir. Holy Motors ne sinema ne de oyuncular üzerine bir film. Oyuncunun ustalığı önemli değil. O bir anda, birkaç haftada şekillenebilir. Bu uzun limuzinler aklımı kurcalıyordu. Benim için yeni bir tür olacağını hissedip, “anlatılacak hikâye”nin tam olarak bunun etrafında şekillenebileceğini düşündüm. Film bir hikâyeyi mi anlatıyor? Hayır, bir yaşamı. Bir yaşamın hikâyesi mi? Hayır, var olmanın bir tecrübesini.

Günümüz dünyasına bir yorum mu peki?

Yaşanmış tecrübelere bir ağıt Holy Motors. Tecrübeler artık korkutuyor çünkü günden güne cesaretimizi, yaşamaya cesaretimizi yitiriyoruz. Thomas Paine’nin birkaç yüzyıl önce söylediği gibi: “Dünyayı kurtarmak bizim elimizde.”

Cosmopolis’in olağanüstü otomobilleri için ne düşünüyorsunuz?

Sıradan. Holy Motors’un uzun limuzinleri yaşadığımız çağın araçları, ama sahte lüksleri var: acıklı ve dokunaklı. Dışarıdan mükemmel gözüküyorlar, ama içerisi oldukça boğucu. İki dünya arasındaki ince yola aitler: bir tarafta gözle görülebilir, çevreyi kirleten, motorlu büyük araçlarıyla ölüler; diğer taraftaysa gözle görülemeyen, televizyonlara hapsolup gözaltı torbaları çıkan diriler.

La Samaritaine’nin içinde geçen sahne ile Les Amants du Pont-Neuf (Köprüüstü Aşıkları) arasında bir bağ var mı?

Hayır, yok. La Samaritaine’ni hep sevmişimdir, sadece bundan dolayı. Yedi yıl önce kapatılmasının ardından çıkan olayları takip etmiştim. Taşınmaz mal yüzünden çeşitli süreçler yaşanmış, yüzlerce işçi işten atılmıştı. O günden beri, lüks bir hotele dönüşmeden oraya gitmeyi arzuladım. İki sevgilinin buluşmalarının en uygun sahnesi olarak bana ilham kaynağı oldu böylelikle.

Seyircinin filminizi savunmasında neyi seviyorsunuz?

Susamışlığını. Toplum nedir? Cannes’da söylemiştim: bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey, onu ölümlü insanların oluşturduğu. Seyirci bir filmin yapımından sonra canlanır. Ölüler için film çekiyorum, diriler izliyor. Filmden her çıkışımda, bir doğruymuş gibi şu düşünceye kapıldım: bir yerlerde birileri, erkek veya kadın bilmiyorum, birazdan bu filmi izleyecek ve sonra, benim için -büyülü bir şekilde- var olma sebebini aydınlatacak. Gözlerine, yüzüne, dilinin ucundaki ismine sahipmişim gibi sürekli olarak onun gölgesini arayacağım. Ama bu olmuyor.

Sizi sinemaya sürükleyen esas şey neydi?

Yalnızlık. 14-15 yaşlarındaydım, bir filmin çıkışında (Charles Bronson ya da Marilyn Monroe’nun filmiydi sanırım, tam hatırlamıyorum) bir adam görmüştüm. Bu görünmeyen adam, görünmeyen şeyleri görünür yapabiliyordu. Tuhaf bir şekilde, seyirciyle yönetmenin tecrübesi taban tabana zıt olabilir. Seyirci; arkasında bir makine, karşısında ona göre daha büyük bir perde olan, tanımadığı insanlar arasında karanlıkta tek başına oturmuş, hareketsiz birisidir. Yönetmen; başka bir makinenin arkasında, sürekli olarak hareket hâlinde olup seçtiği insanları kucaklayan, binlerce zahmetin –tripod, ışık, dekor- karşısında etten kemikten oluşan birisidir. Her yönetmen önce bir seyirci olmuştur.

Seyircilikten yönetmenliğe geçişiniz nasıl oldu?

Gizemli. Bu gizem, sanırım, sinemanın kendisiyle görülmeli; özel olanın genele yansıması. Bu bir devrim. Sinemanın çeşitli insan tecrübelerini yansıttığını çoğu zaman unutuyoruz. Sunabildiği bir görülmemişlik. Elbette yeni teknikler olduğu sürece, filmler olacaktır. Ama yıkıcı, ilkel, düş gücü kayboldu. Bu sinemanın sonu değil, sanatın çocukluğunun sonu. Bugün, belki “film” diyemeyiz, ama “gezinti” diyebiliriz. Ne “manivela” ne de “motor” olmadığından “film” çekmiyoruz. O yüzden artık “motor” da diyemeyiz. 

Peki, yönetmenlik serüveniniz nasıl başladı?

Bunu hiç düşünmedim. Çok gençken güçlü bir istekle başladım bu işlere. Ne sinema eğitimim ne de çekim tecrübem vardı. Her filmi bir ilk ve bir son olarak çektim. Hepsi de bir şekilde öyleydi.

Kimle sinema konuşursunuz?

Kimseyle.

Eski bir reklamda şöyle denirdi: “Hayatı sevdiğimizde sinemaya gideriz.” Şöyle de diyemez miyiz: “Hayatı sevmediğimizde sinemaya daha çok gideriz.” ?

Sinema bir adadır. Karanlık ormanlarıyla, güneş görmemiş parıltısıyla bir mezarlıktır. Oraya ustaları koyar, gizlice gömeriz. Bir kez oradaysak hayatın iyi ya da kötü olup olmadığı sorusunun önemi yok: sonu ve hayatı –sarsıcı, yıkıcı bir yüz veya manzara gibi- kendi önümüzde görmüşüzdür artık. “Önceden yaşadığımız gibi olacak.”

En son hangi filmi izlediniz?

Marvel’in süper çizgi karakterleri filmi, Avengers. İki saatlik laf ve gürültü kalabalığı filmlerden daha zevkli. Çocukken dergilerini okurdum. Benim beğendiklerim Spider-Man ve Daredevil’di. Ve sonra, Batman ve Catwoman. Ölmez de sağ kalırsam, ileride bir gün ikisinden birisini çekmek istiyorum.

Sinema iyileşiyor mu kötüleşiyor mu?

İki türlü sanırım. Çok az parayla hayal ettiklerinizin montajını yapabiliyorsunuz. Sonra, “sosyal ağlar”. Direnmenin öncülleri değiller. Tüketimin, bireysel yabanıl tüketimin en uç noktasındalar. Herkes kendisinin reklamcısı oldu. Bakışı kaybediyoruz, bakış olmadan aşk olmaz.

Diğerlerinden daha iyi olan yönetmen?

Hitchcock, çünkü Vertigo.

Niye Godard değil?

Yönetmen, reklamcı, düşünür, politikacı olarak halka mal olmuş birisi için oldukça güç. Godard artık bitti. Ne var ki, hiç yaşlanmıyor da. Çoğu yönetmen, bana göre, özgürlüklerinden bir kısmını ona vermeliler. Yıllar önce tartışmıştık, yollarımız ayrıldı. Ama bazen Les Amants du Pont-Neuf’ten sonra bana yazdığı mektup aklıma geliyor. Şöyle diyordu: “Şöhret, ölülerin üzerine doğan bir güneştir.”

Yönetmenliği bıraktığınızda ne yapacaksınız?

Nasıl bilebilirim? Artık hiç film çekmeyecek oluşumdan hiç emin olmadım. Belki de dünyada her yere “Kahretsin!... Motor!.. Kamera!” diye bağıran bir kör gibi başıboş dolaşacağım.

Gelecekteki projeleriniz için ne diyeceksiniz?

“2022’de ölmeden önce 7 film çekti. Daha sonra, onun en iyi filmi olarak gösterilen birini çekti.”

Télérama, Haziran 2012

Fransızcadan çeviren: Ali Hasar

[Ayraç Dergisi 52. sayısında -Şubat 2014- yayımlanmıştır.]


1 Ocak 2013

Andrey Tarkovski Röportajı

Fransızcadan Çeviren: Ali Hasar

Bu röportaj 28 Nisan 1986’da Andrey Tarkovski Paris’teki evinde hasta yatağındayken yapılmıştır.

İnsanlığın sizi hayal kırıklığına uğrattığını düşünüyor, filmlerinizi izlediğimizde onların bir parçası olmaktan utanıyoruz. Bu karanlık kuyunun dibinde bir ışık var mı hâlâ?
İyimserliği veya kötümserliği tartışmayalım. Bunlar anlamsız. İyimser olan insanlar politik ya da ideolojik amaçlar uğruna iyilik yapıyor. Düşündüklerini söylemiyorlar. Bir Rus atasözü şöyle der: “Bir kötümser, oldukça bilinçli bir iyimserdir.” İyimserin düşüncesi ideolojik olarak zararlı, yapmacık ve bütün bir samimiyetten yoksundur. Buna karşılık, umut insanın gerçekliği. İnsan olmak büyük bir nimet. İnsan, umutla doğuyor, gerçeklik karşısında umudunu yitirmiyor, çünkü onun akıldışı olduğunu biliyor. Bütün mantığa karşı kendinde yoğunlaşıyor. Tertullian: “saçma olduğu için inanıyorum.” derken haklıydı. Umudumuz, günümüz kirlenmiş toplumlarına karşı güçlü olmalı. Çünkü; kötülük, her iyilik gibi, umudunu koruyan inançlı bir insanda duyguları harekete geçirir.
Hayatınızda sizi en çok etkileyen rüyalar hangileriydi? Saplantılarınız var mı?
Rüyalarımdaki çoğu şeyi biliyorum. Onlar benim için çok önemli. Ama açıklamayı sevmiyorum. Rüyalarım iki kısımdan oluşuyor. Birincisi; gaybdan, başka âlemden gelen peygambervâri rüyalar. İkincisi; gerçeklikle ilişkilerimden gelen anlamsız rüyalar. Peygambervâri rüyalar, uykuya daldığımda geliyor. Ruhum, yeryüzünden ayrılıp dağların zirvelerine doğru çıkıyor. İnsan, yeryüzünden ayrıldığında, yavaşça uyanmaya başlar. Uyandığında ruhu hâlâ temiz, gördükleriyse hâlâ anlamlıdır. Bunlar, bizi derinden özgürleştiren rüyalardır. Ama bu rüyalar çok hızlı bir şekilde yeryüzü görüntüleriyle karıştığı için, tekrardan hatırlanması oldukça zor. Derinlikleri, çizgisel; zamanları içe doğru, sarmal. Emin olduğum bir diğer nokta, zaman ve mekânın sadece onların maddi somutlaşmasında var olması. Zaman, nesnel değil.
Neden Solaris’i sevmiyorsunuz? Acı verici olmadığı için mi sadece?
Solaris’in alt-metnindeki bilinç kavramının oldukça iyi yedirildiğini düşünüyorum. Filmde aşırı derece bilimsel terimlerin olduğu doğru. Uzay istasyonları, uydular, bunlar beni ciddi bir şekilde rahatsız ediyor. Modern ve teknolojik hileler bana göre insanın yanlış düşüncesinin bir göstergesi. Modern insan; seküler gelişimiyle, gerçekliğin çıkarcı tarafıyla çok meşgul. Sadece beslenmeyi bilen yırtıcı bir hayvan gibi… İnsanın âleme ilgisi kayboldu. Şimdilik bir toprak solucanı gibi büyüyor: toprak yutuyor, sonra arkasında pek çok küçük pislik bırakıyor. Bir gün hepsini yediği için toprak kaybolursa, buna şaşırmayalım. Bizi hakikatten uzaklaştırıyorsa evrenin derinliklerine gitmenin pek de anlamı yok.
Bu modern çağda, siz kendinizi nasıl konumlandırıyorsunuz?
Bir ayağı birinci geminin güvertesinde, diğer ayağı ikinci geminin güvertesinde olan bir insan olarak… Gemilerden biri dümdüz gidiyor, diğeriyse sağa doğru sapıyor. Yavaş yavaş suya düştüğümü fark ediyorum. İnsanlığın geldiği nokta bu. Eğer suya düşmek üzere olduğunu fark etmezse, onu oldukça karanlık bir gelecek bekliyor. Ama eminim ki er ya da geç bilinçlenecek. Uykusunda kanaması hiç dinmiyor insanın, uyumadan önce de yara bere içinde kalıyor. Sanat, insanın manevi bir varlığını, sonsuz ve kudretli İlah’ın bir parçası olduğunu ve de sonunda tekrar O’na döneceğini hatırlatmak için var. İnsan, bu sorularla ilgilenir, kendine bu soruları sorarsa, manevi olarak zaten kurtulmuştur. Cevabın hiçbir önemi yok. Biliyorum ki bu andan itibaren artık eskisi gibi yaşamayacaktır.
Filmlerinizi beğenenler, Spielberg’in filmlerini de beğeniyorlar. Spielberg’in filmlerini izlediniz mi? Ne düşünüyorsunuz?
Bu soruyu sorarak, söylediklerimi hiç dikkate almadığınızı gösteriyorsunuz. Spielberg, Tarkovski… Bunlar sizin için birbirine benzeyebilir, ama yanılıyorsunuz!  İki türlü yönetmen vardır: Sinemayı bir sanat görüp kişisel sorular soran; onu bir acı, armağan, zorunluluk olarak kabul eden yönetmen! Diğeriyse, sinemayı para kazanma aracı olarak gören yönetmen! Bu ticari sinemadır. E.T. mesela. İnsanları memnun etmek, eğlendirmek için çekilmiş bir filmdir. Spielberg amacına ulaştı, yeteri kadar para kazandı. Bu benim hiç tenezzül bile etmediğim bir amaç. Bana göre tüm bunlar özgünlükten yoksun olmak demek. Örnek vereyim, Moskova’da turistler dâhil 10 milyon kişi yaşıyor ve sadece üç adet klasik müzik konser salonu var. Çaykovski Salonu, Konservatuarın büyük ve küçük salonu. Küçük yerler ama herkesi memnun edebiliyor. Şimdiye kadar, kimse kalkıp da bana Sovyetler Birliği’nde müziğin hiçbir rol oynamadığını söylemedi. Bu manevi, kutsal sanatın varlığı bile yeterli. Bana göre,kitlelere yönelik sanat anlamsız. Sanat, asil ve manevi olandır.
Yine de Sovyetler Birliği’ndeyken tanınıyordunuz. Filmlerinizi izlemek isteyenler, gişe önlerinde kavga ediyordu…
Birincisi, Sovyetler Birliği’nde film çekmesi yasaklanmış bir yönetmen olarak tanınıyordum. İkincisi, benim için olduğu kadar seyircilerim için de önemli olan ruhun derinliklerinden gelenleri çekmeye çalışıyorum. Üçüncüsü, filmlerim bir ifade biçimi değil, bir duadır. Film çektiğimde bu benim için bir düğün gecesi gibi oluyor. Bir resmin önüne yanan bir mum ya da çiçek koyduğum zaman, seyircim onunla bütün samimiyetiyle konuşur, hâl dilini anlar. Çok basit, kötü ya da zeki bir biçimde ortaya bir dil koymam, çünkü düşüncelerdeki tiranlık diyalogu bozar. Ayrıca, şuana kadar zamana yayıldım. İnsanlar bir benzerini yapmayıp doğal bir dille konuştuğumu, onları aptal yerine koymadığımı anladıklarında çektiğim filmlerle ilgilenmeye başladılar.
Soljenitsin, Batı’nın felakette olduğunu, hakikatin sadece Doğu’dan gelebileceğini söyler. Katılıyor musunuz?
Bu tip şeylerin benim açımdan bir önemi yok. Bir Ortodoks olarak Rusya’yı benim manevi vatanım olarak görüyorum. Bir daha orayı göremeyecek olsam da bunu reddedemem. Kimi, hakikatin Doğu’dan, kimi Batı’dan geldiğini söylüyor. Ama ne var ki tarih bizleri şaşırtabiliyor. Sovyetler Birliği’nde dini ve manevi bir uyanışa tanıklık ediyoruz artık. Bu göz ardı edilebilecek bir şey değil.
Ölümün ötesinde ne görüyorsunuz?
İnsan ruhunun ölümsüz olduğuna inanıyorum. Ölüm, ölüm değil. O yeniden bir doğuş. Bir tırtıl nasıl bir kozaya dönüşüyorsa, ölümden sonra da bir hayat var ve bu, insanda korku verici şekilde kendini gösteriyor. Telefonun fişini prizden çekmek kadar basit aslında. İstediğimiz gibi yaşayabiliriz. Tanrı’nın bizim yaptıklarımıza hiç ama hiç ihtiyacı yok.
Kendinizi insanlığa neden borçlu hissediyorsunuz?
Bu ilk başta Tanrı’ya, sonraysa insanlığa karşı bir hizmetim. Sanatçı, insanlardaki düşünceleri toplayıp bir noktada yoğunlaşır. Sanatçı, insanların sesidir. Gerisi, sadece iş ve tutsaklıktır. Benim etik ve estetik duruşum bu bilinçle şekilleniyor.
Ölmeden önce insanlara söylemek istediğiniz son şey nedir?
Söylemek istediklerimi filmlerimde söyledim. Ben, beni inşa etmeyen insanların kürsüsüne çıkamam.

Mühürlenmiş Zaman kitabınızda “Baksanıza, bu benim! Nasıl da acı çekiyorum! Nasıl da seviyorum! Ben! Ben! Benim…!” şeklinde ifadeler kullanıyorsunuz. Ünlü bir sanatçı olarak bu ego sorununu nasıl çözdünüz?
Henüz çözmüş değilim, ama Doğu kültürünün gizemini ve etkisini sürekli üzerimde hissettim. Doğu insanı, birbirini yardımlaşmaya davet eder. Halbuki Batı’da insanların yaptığı; gösterişte bulunmak, kendini belli etmek. Bu bana sahte, yapmacık geliyor; ayrıca hem manevi hem de insancıl değil. Bundan dolayı gittikçe Doğu’ya kayıyorum.
Hoffman’ın hayatını çekmekten neden vazgeçtiniz?

Vazgeçmedim, daha sonraya ertelemiştim. 
Kurban’ı çekmek daha önemliydi. Hoffman’ın hayatı romantik bir film olarak çekilmişti. Romantizm, tipik olarak batı yaşantısına ait. Bu bir hastalık. İnsan yaşlandığında gençliğini dünyayı romantiklerin gördüğü gibi görüyor. Romantik dönem manevi olarak zengindi, ama dinamizmini olması gerektiği gibi kullanamadı. Romantikler, nesneleri güzelleştirir. Romantizm, kendime yetmediğim zaman yaptığım şeyin aynısı yapıyor: kendim, kendimi keşfediyorum, yeni bir dünya kurmuyorum, onu keşfediyorum.
Neden “Başlangıçta söz vardı…” ?
Söze karşı her birimiz suçluyuz. Söz, hakikatli olduğunda güçlü bir etki bırakıyor. Günümüzdeyse düşünceleri gizlemek için kullanılıyor. Afrika’da yalanı bilmeyen bir kabile bulmuşlar. Beyazlar, onlara yalanı anlatmaya çalışmış ama anlamamışlar. Böylesine yaratılışların mükemmelliğini görmeye çalışın, o zaman başlangıçta neden sözün olduğunu anlayacaksınız. Sözle onun manası arasındaki mesafe artık büyüyor. Çok ilginç, değil mi? Bir bilmece gibi!
Dünyanın sonunu mu yoksa bir dünyanın sonunu mu yaşıyoruz?
Nükleer Savaş mı çıktı? Bu, şeytanın kendi zaferi olamaz, olsa olsa kibritle oynayıp evi yakan bir çocuk olabilir! Ama onu yakma delisi olduğu için suçlayamayız. İnsan, kendi bombalarını patlatmaya henüz hazır değil, ölmeye de. Tarihten öğreneceği daha çok şey var. Öğrendiğimiz bir şey varsa, o da tarihin bize asla bir şey öğretmediği. Oldukça kötümser bir sonuç belki bu, insan hatalarını sürekli yineliyor. Ürkütücü… Yine bir bilmece! Tarihin, en sonunda bir üst mertebeye çıkabilmesi için bize çok önemli bir manevi zemin sağlaması gerektiğini düşünüyorum.  Bundan da önemlisi, bilgiye doğrudan ulaşmak için bir bilgi özgürlüğü. Tek yol bu. Zira, saf bilgi  özgürlüğün başlangıcıdır.
[Kasım 2013'te Heyula Eleştiri'de yayımlanmıştır.]

Bkz: Ivanovo Detstvo