Fransızcadan çeviren: Ali Hasar
(Bu çeviride Fransızca söyleşi temel alınmıştır.)
Yusuf Üçlemesi'nden bahseder misiniz? Gösterim tarihine kadar gizli tutulmuş bir hikaye olduğunu bir kenara koyarsak, böylesine dram senaryosunun oluşumundaki temel bakış açınız neydi? Fecr'e katılımınızı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Semih Kaplanoğlu: Bir gün genç bir şair hakkında bir yazı yazmıştım. Kahramanım arkadaşlarıyla bir olup değişime, başka bir ifadeyle, yaşadığı yurdundaki modernleşmeye karşı çıkan 18-19 yaşlarında bir şairdi. Buradan yola çıkarak senaryoyu yazdım. İlk önce 40 yaşındayken ne yaptığını düşündüm, sonraysa 6-7 yaşlarındayken tam olarak neye benzeyebileceğini kendime sordum.Yumurta-Süt-Bal'ın senaryoları bu şekilde gün yüzüne çıktı. Üçlemenin alt-metninde taşralarımızın son 20 yılda karşılaştığı hızlı bir değişim yatıyor. Anne-baba-çocuk üçgenindeki sıkı ilişkileri yansıttığı gibi geleneksel ve manevi olanı da bir bozuma uğratıyor. Yusuf tüm bu karmaşanın içinde tek başına. Şairane ruhu geleneksel ve modern yaşam arasında çatışıyor. Bundan dolayı üçlemeye "Yusuf ve Modern Yaşam" adını da verebiliriz. Benim payıma, modernizm yeryüzüne düştüğümüzden beri karşılaştığımız bir çatışma. Bu çatışmaysa, sanatın tam kalbinde.
Süt'ün Fecr Film Festivali'ne katılımı benim için olduğu kadar Yusuf Üçlemesi için de önemli, çünkü İranlı sinemaseverlerle buluşacak. Ödüllerin, onların bu saygın ülkelerinde, değerli filmlere büyük çaplı katkıda bulunacağını düşünüyorum. Umarım filmlerim İran'da büyük bir kesime ulaşır, İran'ın zengin ve yaşayan bir sinema kültürü var zira.
Üçlemenizin manevi ve ahlaki temelinde; dünya çapında yankısı, bilinirliği açısından başat bir sebep görüyor musunuz?
Semih Kaplanoğlu: Eleştirmenlerin ve insanların filmlerimi anladıklarını düşünüyorum. Bana göre, ne maneviyatı ne de metafiziği işlemeyen filmler bizi görünenin ötesine taşıyamaz, kalplerimizi de aydınlatamaz.
Bir tarafta içselliğin, güzelliğin sineması; diğer taraftaysa şiddet, saldırı ve bozulmanın sineması var. Bunlar genç-yaşlı, kadın-erkek, hemen hemen herkesin önünde gösterilebiliyor. Tüm bu olanlar ne derece sağlıklı ve uygun? İki tarafın ilişkisi için ne düşünüyorsunuz?
Semih Kaplanoğlu: İnsanı merkezine alan medeniyetin bizi sürüklediği ve sonra da terk ettiği bir nokta bu. Her şey artık maneviyatımızdan ve benliğimizden uzaklaşmamıza yardımcı oluyor. Oysaki sanat, bütün biçimleri altında daha da benmerkezcileşiyor. Diğer gerileme, sanatsal yaratım düşüncesinin sanatın kendi kalbinin tam ortasında ölüyor olması. Sonuç, gelenek ve belirli bir bakış açısı böylelikle yok oluyor. Kendi varlığımızı öylesine bir materyalist dünyaya sürüklüyoruz ki onları hissedebilmek ve içimizde yaşamak son derece zorlaşıyor. Diğer taraftan, görüntülere bir doyum söz konusu, bu da onların farkındalığını algılamayı güçleştirmeye yetiyor. Hakikati saklamayı ya da en azından onu reddetmeyi amaçlayan büyük bir güç var işin altında. Hakikat, bizi bir noktaya ulaştırdığı için yapay bir yeni dünyaymış gibi algılanıyor. Her birimiz ölüme ve şiddete alışmışız. Hiçbir şey artık bizi heyecanlandırmıyor. Aptalca bir yarışma programı ya da medeniyetimizin kurban edilen çocukları için televizyon kanallarında kolayca zapping yapabiliyoruz. Hakikat vicdanınıza dokunmuyor, sizi reddediyorsa neden bir film çekiyorsunuz o zaman? Sinema ve diğer tüm sanat türleri, acınası ve zavallı hâlimize karşı artık yetersiz. Ölmüş çocukların; Filistinli, Iraklı, Lübnanlı, Afgan ya da Afrikalı mültecilerin hâlleri üzerimizde bir etki bırakmıyor, kendi varlığımız hiçliğe sürükleniyorsa, hangi sanatçı ya da yönetmen bizim kalbimize dokunabilir? Bu dünyaya karşı daha sağlam ve bilinçli durmamız gerektiğini düşünüyorum. Şu iki şeyi aklımızdan hiç çıkarmamalıyız: Allah'ın birliği ve O'nun rızası. Ben, filmlerimi bu düşünceler üzerine oturtuyorum.
Türkiye, Doğu'dan Batı'ya kültürlerarası bir köprü pozisyonu işlevi görüyor. Ama sizin kültür modeliniz henüz yeterince değişime uğramamış, başka bir ifadeyle tam olarak batılılaşmamış. Özellikle sinemadaki kültürel prototip tarzınız hâlâ korunur bir hâlde. Bunun için ne diyeceksiniz?
Semih Kaplanoğlu: Üçlemeyi henüz izlemedim, o yüzden size net bir şey söylemem oldukça zor. Ama Batı'nın ve Doğu'nun bu kültür olgusundan bahsedebiliriz. Medeniyetimizi diğerlerinden farklı kılan zaman kavramını düşünmeyi ve sinema için bunu özellikle yansıtmayı seviyorum. Zaman, günde beş kez Kadir ve Şahid olan Allah'a yaklaşmak için bir şeydir. Zamanın kıymetli ve sonsuz olduğu doğru değil mi? Zamanımız sadece bu dünyayla sınırlı değildir. O, (ezeli olan) Allah'a aittir ve yine O'na döner. Bizim algımız ve düşüncemiz hangi şekilde perdeye yansıyor? Hangi doğru ya da hakikat, bunu yansıtırken geçmişimizi anlatmaya çalışan zamanın batıcı algısına temellendirilmiş bir sinema diline sahip olabiliyor? Filmlerimin belirgin özelliklerinden biri, onların oluşturduğu, benim bahsettiğim ilahî/kutsal anları anlaşılabilir kılan zaman kavramıdır. Bunun üzerine düşünmeye ihtiyacımız var, sanıyorum.
Size göre, sanatın nihai amacı nedir? Sanata yaklaşımımız tam olarak neyi amaçlamalıdır? Bir saatlik bir filmi izleyerek geçici bir eğlence arayışında mıyız ya da daha başka şeyler mi var?
Semih Kaplanoğlu: Sanat filminin zamansallığı, içimizle uyuşmadığında bizi yaşadığımız zamandan sıyrılma eşiğine sürüklüyor. Varlığımız kavga, gürültü ve şamatanın endüstrileşmiş dünyasında savrulup duruyor, ne üzücüdür ki ölmek de istemiyor. Onun için, ölme düşüncesi bile korkunç. Ama başkalarının ölümünü görmek istiyor. Size şunu diyorum, zamanın akıcılığı ve algısı kayboldu. Şöyle diyorlar: "Öyle bir film izledim ki zamanın nasıl geçtiğini anlamadım." Buna karşılık, zamanın akıp gittiğini de söylememiz gerekiyor. Aristotelesçi sanat düşüncesi, duyguların arınmasını amaçlıyordu. Sinema, ruh ile benlik (nefs) arasındaki o boşluğu doldurur. Benlik, kendisiyle örtüşür. Diğer türlüsü, bilgi de sanat da anlamsızdır. İnsanların isteklerine uyduklarını biliyorum, çünkü bu tip filmler insanları söz konusu etmez, onlardan katkıda bulunmaları istemez. Ama bundan dolayı yılmamalıyız. Onlara ulaşmamız için bir yol bulma hassasiyetine sahip olmalıyız. Bildiğiniz gibi, madalyonun iki yüzü vardır.
Türkiye'deki ve bölgemizdeki diğer ülkelerin sinemaya bakışlarını nasıl buluyorsunuz? Gözle görülür ya da en azından hissedilebilir bir ilerleme var mı? Yurtdışında Doğu Sineması üzerine muhtelif yorumlar yapılıyor...
Semih Kaplanoğlu: Batı'da bizim filmlerimize karşı oryantalist bir yaklaşım var. Bizimki gibi ülkelerdeki filmleri bazen aldatıcı ya da çok içten bir anlatım biçimi olarak görebiliyorlar. Festivallerde bazı bölümlerde yer verip çok hızlı bir şekilde gösterdikten sonra kaldırıyorlar. Daha çok hakikati anlatmaya çalışan yönetmenlerle ilgileniyorlar. Beni nasıl anladıklarını, nasıl sınıflandırdıklarını biliyor olmamın benim açımdan çok da önemi yok. Ben daha çok bizimle, Doğu'nun insanıyla ilgileniyorum. Birbirimizi karşılıklı olarak nasıl görüyoruz? Bizleri ayıran bu engelleri nasıl kaldırabiliriz? Medeniyetimizin bu değişimi beni kaygılandırıyor. Bu toprakların insanları tek başına dimdik ayakta durmasaydı, kültürel yaşantımız daha farklı olurdu. Orta Doğu'nun insanları kendi aralarında anlaşırlarsa, anlamlı ve büyük bir gelişmenin olabileceğini umuyorum. İran Sineması'nın uluslararası başarısı, öncü Türk yönetmenler, kültürel zenginliğimizi yansıtmakta önemli bir yere sahip. Ama, uzun vadede, filmlerimiz Batı'nın insanlarına ulaşmalı, onları kuşatmalı. Bunun için bir yol bulmalıyız. Hem de -çarpıcı bir şekilde- acilen. Belki bir Doğu Sinema Merkezi ya da bütün ülkelerin katkı sağlayacağı bir kuruluş altında. Bu çok geçmeden olmalı. Aksi takdirde, kültürel bozulmanın kalplerimizi körleştireceğini, bize daha da karşı çıkacağını düşünüyorum.
Medialeft
Benzer okumalar:
[Eylül 2013'te Heyula Eleştiri'de yayımlanmıştır.]