27 Ağustos 2017

Rene Guenon — Fethi Gemuhluoğlu'nun oğlu Ali Gemuhluoğlu'na Mektubu

Vücûd'un temel mertebelerine işaret eden bir detay.


[...] Guénon, René Guénon çok önemli bir müslümandır. Derviş olmuş ve velî olmuştur. Fransa'da bildiğim kadar Korsika ve Bask özgürlük hareketleri, Normandiya'nın problemleri gibi Guénoncu Fransız aydınları da Fransa'yı çok rahatsız etmektedir. Guénon tercümesi herhalde çok güç olmalıdır. Tasavvufu iyi bilmek gerek, İslâm'ı iyi bilmek, tarikatları bilhassa Şâzeliyye'yi iyi bilmek gerekir. Ben Batı'yı, Almanya'da bir müddet kaldığım halde biliyor sayılmam. Batı dillerini de bilmediğim için utanıyorum. Sen bana bir şey almak istiyorsan kendine kitap, lûgat, ansiklopedi, plâk al. Bu aldıkların bana alınmış sayılır. Son devirde bir Hıristiyan mistiği Blondel ve bir büyük müslüman Guénon iki büyük Fransızdır bildiğimce. Tarih, coğrafya, siyasal durum ve etnik gruplanmanları ihtiva eden ansiklopedi ara. Bir ömür ihtiyacın olacaktır.

[...] Mistik insanlar özgürdür Ali. Yalnız onlar özgürdür. Bu konuyu düşünmeye çalış. Artık arkadaş olacağımız günler geldi. ben yaşlandım. İyi okumuş bir insan da değilim. Sana, Siz'e yetişemem. Ama sizinle iftihar etmeme, sizin için şükretmeme, hamd etmeme kimse mâni olamaz ya.

Ben yaşlandım ve zamanından önce cesedim göçtü. Bu da normaldir. Çok kahırlı yaşadığım için, çok yokuş yukarı tırmandığım için oldu. Şikâyet etmiyorum. Hikâyet ediyorum.

Seni hasret ve muhabbetle öperim oğlum. Kavuşacağım günler yakınlaştı. Kararlı, iradeli, sabırlı olmanı niyaz ederim. Geleceğin cümle aydınlık günleri üzerine, üzerinize doğsun. Hayra karşı gelmen dileği ile Ali'm benim.

Fethi 
_____________________________________


Fethi Gemuhluoğlu'nun oğlu M. Ali Gemuhluoğlu'na mektubu, 10 Eylül 1977 — Dostluk üzerine, Fethi Gemuhluoğlu Kitabı, İz, s. 207-208 

Benzer Okumalar:



Mahmud Erol Kılıç: René Guénon Üzerine...

11 Ağustos 2017

Platon'un Porphyrios'a Mektubu

Feniks'e işaret eden bir detay.
Üzüntü ile Kederin Kaldırılması ve Zühdün İsbatı Hakkında Sorulmuş Bulunan Bir Soruya Cevap Olarak Filozof Eflatun (Platon)'un Ferfiryus (Porphyrios)'a Mektubu

Allah'ın adı ile… Gerçek Melik, Hakiki İlah! Ayrı kelimelerle çağrılan ve ittifakla istenen tek Maksud! İlk hareketlerin başlangıçlarının tükenmez kaynağı olan Kadim. Yapıcı ve bozucu zıtların yaratıcısı. Böylece kuvvetini ortaya koyup kudretini açıkladı. Akıl, düşünce ve hayal sınırlarını aştı. Sıfatlandırılamayan Zat ve kavranamayan sıfat. Şanı Yüce, unsurların unsuru, kuvvetlilerin kuvvetlisi, hareketlerin hareket ettiricisi. İsmi mukaddes, kadri yüce. Nurların nuru, zamanların zamanı ve dehrlerin dehri. Ulu ve mutlak münezzeh. Değişikliği olmayan, müddetinin kopukluğu bulunmayan daimiliği ile ebedi ve kusursuz olarak kusursuz. 

Yalnız O'na el açar; beni ve seni (kendinden olan ve kendisine uygun bulunan) tertemiz akıl ile iyi ve doğru işe tahsis kılmasını sadece O'ndan isterim. Zira O, iyiliği elinde tutandır. O, iyiliğin kendisidir. O her şeye kadirdir. 

Mektubun geldi. Allah, seni başarının sırrına ulaştırsın. 

Sana açıklama yapmamı istiyorsun: Âlemde çoğuna arız olan pek azının kurtulup uzak kalabildiği keder ve üzüntünün (mahiyeti) nedir? İsmi aklın ve idrakin ötesinde olan Rabb'ın onları da faziletli ve üstün kılmış olmasına rağmen keder ve üzüntünün çoğunluk üzerine hâkimiyeti nasıl olur? Üstelik O Yüce yarattıklarında yersiz ve faydasız bir şey yapmamıştır. Aksine, O'nun yarattıklarının hepsinin kendi kendine yeterli olduğu, hiçbir canlının başkasına muhtaç bulunmadığı görülür. Üstelik O, insanı da; akıl, ifade gücü, delillerin ve burhanın bilgisi ile üstün kıldı. Amma, yaratıkların en şereflisi olmasına ve üstün akla sahip bulunmasına rağmen yine de ona keder ve üzüntü arız olmaktadır. Şu halde, realitede bu, acaba gerçek olarak mevcut mudur? Yoksa zatının bozukluğuna, aklın idrakini sağlayan ince aletlerin eksikliğine bağlı, dıştan gelen bozuk ve arızi bir fikirden mi ibarettir? 

Allah seni yüceltsin. Bildiğim ve düşünebildiğim kadarı ile sana cevap vermeğe çalışacağım. Zira, aklımızın erdiği budur. Eğer sonuna varalım dersek, ilmin sonu yoktur ki biz ona ulaşalım. O, sonların sonunun, gayelerin gayesinin ötesindedir. Allah, hayra yöneltip seni kendine dost kılsın. 

Şayet, her elemi sebepleri bilinmez ve şifası bulunmaz olarak kabul ediyorsan, bu takdirde sana, üzüntü ile kederin (mahiyetinin) ne olduğu ve şifaların bulunabilmesi için de sebeplerinin neden ibaret bulunduğunu açıklamam gerekiyor. Allah yardımcı olsun. 

Keder; fikirlerin dağınıklığı, nefsin şaşkınlığı, onun haraplığı; süratle gidip gelişi demektir. Üzüntü ise; büyük bir sarsıntı; gücü parçalayan, enerjiyi söndüren, cismi eriten, zamanları karartıp karıştıran, ömrün temelini kemiren şiddetli bir darbedir. Bu; sevilenin kaybından, istenilenin elden kaçırılmasından doğan, nefse ait bir elemden ibarettir. 

Eğer, bu geçici ve aşağılık dünyanın adamları, sahip oldukları ile içinde bulunduklarını iyice düşünebilselerdi, onların geçici görüntülerle değişen benzerliklerden ibaret bulunduklarını ve zamanın kendilerini halden hale koyacağını, farklı durumların onları kalıptan kalıba sokacağını anlarlardı. Öyleyse onlar, kendi nefisleri için üzülmekle işe başlamalıdırlar. Zira bu, onların sevdikleri ve istedikleri uğrunda duydukları elemin en yerinde olanıdır. Çünkü bu takdirde onlar, nefsi yok etmekle yok olacaklarını, onu kaybetmekle kaybolacaklarını anlarlar da marifetleri önce buna çevrilir, böylece nefislerin ve görüntülerinin baki olmadığının farkına varırlar. Zira oluş ve yok oluş âleminde her şey yok olup gidicidir. Öyleyse onların istekleri (aslında) yok olup gidecek olan fani şeyde sebat ve devam aramaktan ibarettir. Oysa devam ve sebat, ancak akıl âleminde vardır. Bu; zamandan, onda olmayan şeyi isteyerek, ondan, kendi tabiatında bulunmayanı istemiş olan kimse (nin haline) benzer. Tabiattan, tabiatta bulunmayan şeyi isteyen kimse (esasında) var olmayan şeyi istemiş olur. 

Diyorum ki: Zamanı tanımayan, değişikliklerin aslından habersiz olan kimse, bu dünyanın alışılagelmiş veçhesi değişince ancak ve bununla birlikte duygulara has olan zevklerden; yemedeki lezzetten, içmedeki keyiften, giyinmedeki gösterişten, evlenmedeki hazdan ve buna benzer şeylerden uzaklaşıp ayrılır ve o zaman kendisinin; bunların birer arazdan ibaret bulundukları ve kendilerinin zorbalıkla, ya da halkın ticaret ve sanat diye isimlendirdiği bir nevi kurnazlıkların dışında başka yollarla elde edilmelerinin mümkün olmadığı hakkındaki bilgisi kesinlik kazanmış olur. Sevdiği şeylerin muhakkak yok olup gideceğini de yakından anlar. Bunu idrak etmeyen, yukarıda da söylediğimiz gibi, bozulandan bozulmamasını, yok olup gidenden yok olmamasını istemiş gibidir. Musibete uğramamayı istediğimiz zaman, olmamayı istemiş oluruz. Zira musibetler ancak bozulanın bozulması ile olur. Eğer, fasit olmasaydı, oluş olmazdı. Şayet o, sevdiklerinde sebat ve bekayı aramış olsaydı, yolculuk için bekanın tabiatına yönelir, hemen nefsine kanaati yerleştirir, hırsın getireceğini beklemez ve kendini yok olup gidecek, nefsini pişmanlıkla üzüntü içinde bırakacak şeylerle yormazdı. Aksine o, nefislerini gerçekten terbiyeye almış, gözünü geleceğe dikmeyen, gidene hayıflanmayan parlak gönüllü uluların terbiyesiyle nefsini terbiye ederdi. İnsanların zaafı, düşkünlük ve ahmaklığı; her gidenin ardından ve her gelenin önünden koşturmasıdır. Oysa insan, hakiki olarak nefsini terbiye edip ona doğrunun yollarını gösterince, önce de belirttiğimiz gibi, üzüntüyü atmayı, kederi dağıtmayı gerçekleştirerek kısa zaman içinde hayatını değerlendirir. 

Görülüyor ki insanda alışkanlıklar huy ve mîzaçla birlikte, onun yolunda ve gidişinde yürür. İnsan alışkanlıkları kazanarak onları tabiatla kaynaştırıp kedere bağlar da ona bulanır. Şayet o, kendisini lezzetli yemeğe alıştırdığı halde, lezzetlisini yemiş olsa, bu da o işi görür ve onu doyururdu. Çünkü bir süre sonra (lezzetli ve lezzetsiz) ikisi de eşit hale gelir ve ikisi de aynı şekilde tokluk duygusunu meydana çıkarırlar. Lezzet ise burada sadece bir an için ortaya çıkar. Hatta isteyip hoşlandığı şey ortada dursa da insan doyunca onu bırakır ve iter. Giyilecek şeyler de böyledir. İnsan, gönlünün arzu ettiği, örf ve âdetin güzel bulup kendisine hoş gösterdiği şeylere karşı hırsla sarılır. Fakat böyle olmayanını giyse, bu da onu kandırabilir. Ayıp yerlerin örtülüp âdetin yerine getirilmesinde hepsi birdir. 

Eğer insan, hikmete bürünüp gıdaların en iyisi, giyim ve süslerin en üstünü olan ilimle ziynetlenirse, elbisenin yokluğundan gam duymaz. Nitekim hikâye edildiği üzere Kral Antiyakhos yanına geldiği zaman hâkim Diogenes, onun için ayağa bile kalkmamıştı. Yaver ona ayağı ile dürtünce Hâkim ona; bu, insan işi mi, yoksa hayvan işi mi? Ban yaptığın sana hangi sıfatı yükler? dedi. Öteki: Krala ta'zim için ayağa kalkmadın, dedi. Hâkim cevap verdi: Kölemin kölesi için neden ayağa kalkayım? Kral, olanları görüp konuşulanları duyunca Hâkim'e, ben neden senin kölenin kölesi oluyorum? dedi. Hâkim şöyle cevap verdi: Sen dünyanın kölesi ve hizmetçisisin. Bir şeyi terk eden ondan güçlü ve ona hâkim demektir. Ben dünyayı bilerek ve isteyerek bıraktım. Oysa sen ona mecburi olarak hizmet ediyorsun ve ister istemez onun kölesi olmak durumundasın. Kral, onun demek istediğini anlamıştı. Çünkü o da hâkim idi. Sonra sözü kendisine çevirdi ve "benimle dost olursan, altın ve gümüş hazinelerini önüne sererim" dedi. Hâkim ona dedi ki: Onların kendi değerleri olsaydı, en önemsiz şeylerle değiştirilmezlerdi. Kral ona: "Sana güzel yemekler ikram ederim" dedi. Kral: Sana en güzel elbiseler giydiririm, dedi. Hâkim: Bedenlerimizi ilim ve takva elbisesiyle süslemememiz hususunda bizden önce gelen hâkimlerin öğütleri vardır, diye cevap verince, Kral, üzüldü, ağladı ve çekip gitti. 

Görüyoruz ki insanların bir sürü adet ve alışkanlıkları arasında mal toplayıp biriktirmeye karşı büyük hırsları vardır. İçinde ümit ışığı olan şey, kendileriyle birlikte gelişip büyüyünce ona bağlanırlar. Aslında, bunda engellenselerdi, onu da bir musibet ve bir üzüntü olarak kabul ederlerdi. İşte alçaltıcı ve adi davranışlara karşı olan hırsı ile –saçını sakalını yolan- bu kadınsı adam, şayet o, bu hareketlerinden vaz geçirilip büyük insanların sırasına konularak onların huy ve ahlak libasına bürünmeye zorlansaydı, bunun için de kederlenir, bunu da bir musibet olarak görürdü. Ahlaksız kişi, yürüdüğü bu çirkin yolda, bunca hatalı davranışları ve tutarsız tavırlarıyla çok üzücü sonuçlara uğrar. İşi, ölüme, idama, rezalete, aleme ibret olacak bir hale dönebilir. Şayet, herhangi bir bela, bir musibet kendisini kurtuluşa yönelmeğe çağırsaydı, o, bunu da bir eksiklik, bir üzüntü sayardı.

Öyleyse, şimdi düşünelim: Onun üzüntüsü akıldan gelen bir zaruret midir? Yoksa bu, asılsız bir arazdan ve fasit bir duygudan mı ibarettir. 

Sözü edilen alışkanlıklar, onları tabiat haline getirmiş ve onların peşinde koşmayı kendine vazife edinmiş kimselerde cereyan eder. 

Alışkanlığın, tabiatın yolunda yürüdüğünü göstermekle biz, alışkanlığın, tabiatı düzelttiğini ya da bozduğunu onu üzüntüye ya da sevince soktuğunu belirtmiş oluyoruz. 

Şu halde nefisler için gerekli olan; iyi ve kanaatkâr bir tabiatla, kötü huy ve isteklerin getirdiği üzüntünün ortadan kaldırılmasından ibarettir. Zira duygu olarak beğenilen ya da çirkin bulunan, tabiatın kendinde gerekli olan şey değildir. Aksine bu, alışkanlıklardan ibarettir. Öyleyse gayemiz, nefislerimizi gönül huzuruna ve riyazete alıştırmak olmalıdır. Şayet nefis zahmet ve yorgunluğa uğrarsa kendisini hemen ya da ileride rahata kavuşturmak için onun zahmetine ve onunla mücadeleye katlanmalıyız. Nitekim hastalıklara maruz kalan nice kimsenin, acısına katlanarak, uzvu dağılıp organı kesmeye giriştiğini ya da yarmaya, sarmaya başvurup yaranın kapanmasını ve ızdırabın dinmesini çabuklaştıracak tedavinin acılarına katlanarak, neticede rahata kavuşmak ümidiyle söylenenlere sabrettiğini görmüyor musun? Öyleyse biz, hak ve kurtuluş yoluna kavuşmak için kötüye ve batıla karşı mücadelede nefsin acılarına nasıl katlanmayız? Zira nefsin tedavisinin tehlikesi az, işi daha hafif kıymeti ise daha büyüktür. Çünkü o, bedenin hükümdarıdır. Hükümdarın bozulmasıyla halkın işleri de bozulur. Şehvetler, nefse hükmedici ve ona musallattırlar. Akıl ise, hepsinin hâkimi ve temelidir. Aklı olan kimse, nefsinin fesadını önleyip onu hastalıklara karşı korur. O, hakikat ilacı ile acı sabırla, gerçeği ve külfeti yüklenerek nefsini tedavi etmeli ki, nefis kendine teslim olsun da gamı, kederi atarak ölmez arzulara ve beka âleminin sükûnuna dönsün. Zira onlar, açıkladığımız üzere, Hâkim Hermes'den edilen şu rivayete benzer: O der ki, merhamete en çok muhtaç olan kimse, kötü bir melekenin içine düşmüş olandır. Ona; kimdir bu? Denildi. O şöyle dedi: Şehveti arttıkça üzüntüsü çoğalan kimsedir. O, bütün kazancı ile birlikte, yokluk damgasını yemiştir. Aklı nefsini yenen, idraki nefsine hâkim olan, hür akıllı kişidir. Akıl, temel ve asıl olan şeydir. 

Allah'ın merhamet edip bu dünya sıkıntılarından koruduğu kimse, merhamete ve öbür dünya sıkıntılarından kurtarılmaya daha çok layık olan kişidir. Hak yolunu arayan kimse! İsteyen için o, apaçıktır. Öyleyse kişi, kendisi için gerçekten lüzumlu bulunan şeyi istemekte samimi olabilmek için nefsini üzüntü bağlarından koparsın ve bu aşağı, fani alemin ağırlılarından aldığı yükünü azaltsın. Rivayet edildiğine göre Sokrat, kör bir kuyuya girip kıvrılır. Üzerini toprakla örter ve oradakilere: Sıkıntısının azalmasını isteyen, üzerindekini azaltsın, der. Bazıları; ey efendi! Ya kuyunun sağlam kısmı göçerse? O şöyle der: Şayet göçerse, yer neden göçsün, toprak neden yok olsun! 

Yine Rum Kralı Elzer'den rivayet edilir ki kendisine değerli, kıymetli, güzel bir taht hediye edildi. O, buna pek sevindi, memnuniyeti arttı. Yanındakiler de güzelliğini takdir ettiler. Topluluk için bir hakim bulunuyordu. Kral ona, sen konuşmuyorsun! Bu taht hakkında sen ne dersin? Dedi. Hâkim ona: Ben derim ki; o, sendeki bir yokluğu, bir fakirliği ortaya çıkardı. Arızi bir sevinç de ona eklenince, sendeki musibetin büyüklüğünü gösterir, dedi. Hikaye edildiğine göre Kral, bu toplantıdan bir süre sonra bazı adalarda bir gezintiye niyetlenir. Seyahatinde, makam olarak kullanılmak üzerse, bu tahtın da alınmasını ister. Gemi, taht ile birlikte parçalanır ve batar. Kral, büyük bir üzüntüye kapılır. Ölünceye kadar bu üzüntüden kurtulamaz. Dolayısıyla o, Hakim'in hikmet gözü ile önceden gördüğü duruma düşer. 

Şu halde bilmek gerekir ki, her musibet ve üzüntü, sözünü ettiğimiz gibi, gelip geçici şeylerdendir. İyice düşününce bunu anlarız, kederimiz dağılır ve gönlümüzün gamı kalkar. Kesin olarak bunu kavradığımız zaman musibetlerin içindeki acı kalkar ve nimetin özüne dönüşür. Bundan da, akıllı kişiler, musibetlerin aslında birer nimet olduklarını açıkça anlarlar. Dolayısıyla onlara şükür, çekip çevirenine ise hamd etmek gerekir. 

Ey dostum! Bu hükümleri nefsinde derin derin düşün! Böylece hüzün felaketlerinden kurtulup, şehvetin arazlarını nefsine yerleştirmeden, özellikle aklın tasvibine girmeyen gam vadilerine uğramadan, züht ve takva sahiplerinin derecesine yükselirsin. 

İşte Allah'ın yardımı ile biz, durup düşünecek kimse için delil olabilecek şeyleri açıklamış bulunuyoruz. Bununla birlikte biz, ya kendi fiillerimizden ya da başkasının fiilinden ötürü üzülmeden geri kalmayız. Ancak eğer üzüntümüz kendi fiilimiz için ise, bizi üzecek şeyi yapmamalıyız. Şayet biz, bizi üzecek bir şeyi yapar, onu yapmaktan kendimizi alıkoymaz isek, kendi istemediğimiz şeyi kendimiz için getirmiş oluruz. Durum bundan ibarettir. Eğer bizi üzen başkasının fiili ise, bize ait olmayan, bize yarar getirmeyen, biz üzülsek de utancı sahibin ait olacak olan şeye üzülmeliyiz. 

Açıklamış olduğumuz yolu benimseyen kimsenin geçici görüntülere karşı olan hevesi azalsın. O, öbür dünyanın gerçek delillerini düşünmeye koyulsun. Musibetler onu üzüntüye çekse de o, içine kederin karışmadığı, fesadın bulaşmadığı hazları bulmaya çalışsın. 

Çoğunlukla insanlar, ölümü bir musibet kabul ederek, ondan çekiniyorlar. Ben diyorum ki, alacaklıdan kaçan, yalnızca borcu ödemeye hazır olmayan kimsedir. Onu hazırlamış olan ise, onu ödemeyi alacaklıdan daha çok isteyen kimsedir. Şayet insanlar, ölüm hadisesini iyice kavrayabilselerdi, aşağılık değil, onun övülmeye değer bir şey olduğunu anlarlardı. Çünkü ölüm, tabiatımızın bütünleyicisidir. Eğer ölüm olmasaydı, insan olmazdı. Zira insanın tarifi ve vasfı şudur: İnsan, canlı, akıllı ve ölümlü bir varlıktır. O, ölümlü olmasaydı, insan olmazdı. Her ne kadar insanlar ondan kaçıyor ve gerçekten onun vukuunu istemiyorlarsa da bununla birlikte insan, öbür dünya evinin yolcusudur. 

İnsan bir akledip düşünse; o, acze ve eksikliğe bulanmış bir nutfeden ibaretti. Sonra kendisiyle imtizaç etmiş olan tabiatların özünden ayrılmakta serbest bırakıldı da o, içinde bulunduğu durumdan başkasını seçmedi. Sonra, Tanrı'nın arzusu, Yaratıcısı'nın iradesi tecelli ederek onu yumurtalarda oluşmaya sevk etti. Eğer nakli sorulsaydı, o bunu istemezdi. Sonra yumurtalardan daha geniş yer olan rahime yollandı. Şayet kendine teklif edilseydi, o, kalmayı isterdi. Sonra oluşum ve olgunluğun tamamlanması için zoru zoruna içeriye, rahimdeki çocuk kesesine gönderildi. Şayet geniş aleme gönderileceği söylenseydi o bunu istemez, yerini seçerdi. Fakat sonra da o, daha önce başkasına tercih ettiği, kendini sıkıştıran rahime dönmeye davet edilseydi, dönüşü tercih etmezdi. Sonra yaratıcı irade, onu annesinin karnından koparıp şu dünya hayatına çıkarmaya karar verdiği zaman, bu ona zor geldi. Oysa âlemin genişliğini gördükten sonra ona: "Annenin karnına, ihtirasla yapıştığın yere dön!" denilseydi, o bunu reddeder, kabul etmezdi.

İşte! Ben diyorum ki; beka âlemine, o geniş yere götürülen kimse, gidişin güçlüğünden ve ruhani bekanın devamı ile kendine ulaşacak olan refah ve saadet hususundaki bilgi kısırlığından ötürü başlangıçta bunu çirkin bulsa da, beka alemini gördükten sonra o, bu dünyaya dönmek üzere serbest bırakılsaydı, onun için bütünü ile durum, bu dünyayı gördükten sonra kendisine "annenin karnına dön" denilen kimsenin ki gibi olurdu. 

Öyleyse ölüm; ona yönelen, iyice düşünen, akledip araştıran kimse için istenmeyecek, çirkin bir şey değildir. Zira biz, sınırlı bir alemde, kapalı bir felekte, yıkılacak bir evde göçebe konuklar olarak bulunuyoruz.

İmdi biz, bütünü ile bu alemdeki üzüntü, sıkıntı, gam ve kederin gerçekte sabit olmayan şeyler olduğunu ortaya koymuş, tabiatın kedere teslim ve üzüntüye sebep olmaya sevk ettiği şeyi belirtmiş, onu arayan insanlardan hiçbirinin hakikatin arayıcısı değil, aksine batılın ve muhalin arayıcısı olduklarını göstermiş bulunuyoruz. Açıkladığımız üzere ölüm çirkin değildir. Akıllı bir davranışın ilk şartı şehvet ve arzulara tabi olmaktan vazgeçip nefsi boş emellerden ve yalancı vaatlerden alıkoymaktır. Zamanı aşıp gayeye ulaşmak kesindir. Nefsi ile arzuları başıboş bırakan kimse pişman olur. Aklın tedbirine uyan, doğru yolu bulur. Öğüt ve hikmet, kendilerini dinleyip de kendileriyle amel etmeyen kimsenin aleyhine şahit olurlar da o, bu iki şahitle mahkûm olur. 

(Mektubun sonunda Pythagoras'ın bir sözü de yer alır.)

Pythagoras der ki: Zengin olmak arzusunu attığın zaman, zengin olmuş olursun. Çoğu kimse zanneder ki fakir; hiçbir şeye malik olmayan, zengin ise, pek çok şeye sahip bulunandır. Bu zenginlik ve fakirlik arızidir. Tabii halde fakir; arzuları çok olandır. Tabii olarak zengin de; hiç kimseye muhtaç olmayan, yani; arzusuna sahip olup nefsini zapt edendir. Zira arzusuna sahip olabiliyorsan, işte bu, en büyük zenginliktir. Çünkü şehvetine sahip olan, bütünü ile âleme müstağni kalandır.

Benzer okumalar:



Platon, "Porphyrios'a Mektup", çev.: Fahrettin Olguner, Atatürk Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi Dergisi, sayı: 4, yıl: 1980, s. 251-259.

Elif Akyol, "Üzüntüyü Yenmenin Çareleri - Kindî Merkezli Bir İnceleme", (Yüksek Lisans Tezi, Hitit Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2015), s. 115-122.


9 Ağustos 2017

Guy Debord — Ayrışmanın Eleştirisi




Guy Debord, Directive n°1: "Dépassement de l’Art", Tuval Üzerine Yağlıboya, 17 Haziran 1963 

Ayrışmanın Eleştirisi (Critique de la Séparation)

Ne söyleyeceğimizi bilmiyoruz... Sözcüklerin sıralaması tekrar edilir; el kol hareketleri tanınır. Bizim dışımızda. Tabii ki bazı yöntemler öğrenilir, bazı sonuçlar doğrulanır. Çoğunlukla zevklidir, ama istediğimiz bir sürü şeye ulaşamayız ya da yalnızca kısmen, hayal ettiğimiz gibi değil.

Nasıl bir iletişim arzuluyoruz veya deneyimliyoruz ya da sadece taklit ediyoruz? Hangi gerçek tasarı kaybedildi? 

Sinemasal gösterinin kendi kuralları vardır, memnun edici ürünler üretmek için güvenilir yöntemler. Fakat temel olarak ele alınması gereken gerçeklik, tatminsizliktir. Sinemanın işlevi, kurgusal veya belgesel, var olmayan bir iletişim ve etkinlik yerine yanlış ve izole edilmiş bir tutarlılık sunmaktır. Belgesel sinemanın gizemini çözmek için onun "ana konu"sunu çözümlemek gerekir. Bir filmde, görüntülerle açıklanmayan bir ifadenin tekrarlanması gerekliliği önemli bir kuraldır, yoksa izleyiciler onu kaçırabilir. Bu, doğru olabilir. Fakat aynı iletişimsizlik günlük rastlantılarda devamlı yaşanır.

Bir şeyler belirginleştirilmelidir, ama yeterli zaman yoktur ve anlaşıldığınızdan emin olamazsınız. Siz gerekeni söylemeden veya yapmadan önce diğer kişi çoktan gitmiş olur.

Çağımız güçleri biriktirir ve kendisini rasyonel sanır, fakat kimse bu güçleri kendisine ait görmez. Yetişkinliğe geçiş imkansız. Olan tek şey, bu uzun süren huzursuzluğun bazen sonuç olarak alışılagelen bir uykuya dönüşmesidir. Çünkü herkes koruma altında tutulmak ister. Mesele, bazı insanların diğerlerinden daha çok veya daha az yetersiz koşullarda yaşaması değil; aslında hepimizin, denetimimizde olmayan biçimlerde yaşamamızdır.

Aynı zamanda, dünya bize şeylerin nasıl değiştiğini öğretir. Hiçbir şey aynı kalmaz. Dünya her gün biraz daha hızlı değişir ve hiç şüphem yok ki kendilerini günbegün yeniden üretenler onu kendilerine uydurabilirler. Tek serüven, diyelim ki, merkezinde böyle yaşamak olan bütünle mücadele etmektir; gücümüzü deneyebiliriz; ama, asla kullanamayız. Hiçbir serüven doğrudan bizim için yaratılmaz. Bize sunulan serüvenler, sinema ya da başka yollarla iletilen söylenceler yığınının bir parçasını oluşturur; tarihin gösterişli yapmacıklığının parçasını.

Çevre, toplu olarak egemen olunana kadar gerçek bireyler var olamaz — sadece, kendilerine anarşik olarak sunulan nesnelere dadanan hortlaklar. Rastlantı durumlarında, birbirinden ayrı, rastgele hareket eden insanlarla karşılaşırız. Birbirinden farklı duyguları birbirlerini etkisizleştirir ve katı sıkıntı ortamını güçlendirir.

Unutulamayanlar rüyalarda yeniden ortaya çıkar. Böyle bir rüyanın sonunda, yarı uykuluyken, olaylar kısa bir süre daha gerçek sanılır. Sonra verdikleri tepkiler belirginleşmeye başlar, daha açık, daha makul; pek çok sabah olduğu gibi... Sonra da tamamen yanlış olduğunun farkına varılır. "Sadece rüyaydı." denir, yeni gerçekliklerin aldatıcı olduğu ve onlara dönülemeyeceği anlaşılır. Hiçbir şeye tutunamazsınız. Bu rüyalar, azmedilememiş geçmişin parlamalarıdır; karmaşa ve şüphe içinde yaşanmış zamanları aydınlatan parlamalar, gerçekleştirilmemiş gereksinimlerimizin körelmiş bir ifşasıdırlar.

Bireysel varoluşumuzda meydana gelen olaylar, bizi gerçekten ilgilendiren ve katılımımızı gerektiren olaylar genellikle kayıtsızlığımızdan başka bir şey hak etmezler.


Paragraf notları, kısa filmdendir.

8 Ağustos 2017

Kindi — Üzüntüden Kurtulma Yolları



Üzüntünün Sebepleri

El-huzn (üzüntü), sevilen şeylerin elden gitmesinden ya da amaçlanan şeylerin gerçekleşmemesinden doğan nefsânî bir acıdır. Sevdiklerimizi kaybetmemek ve isteklerimizden mahrum kalmamak istiyorsak akıl âlemini gözetmeli; seveceğimiz ve istediğimiz şeyleri bizim için elverişli kılınmış olanlardan seçmek suretiyle elimizden geldiğince mutlu olmaya çalışmalı, mutsuz olmaktan kesinlikle kaçınmalıyız. Elimizden gidene üzülmemeli, duyusal varlıklardan olup sürekliliği bulunmayan şeyleri istememeliyiz. İstediğimiz şey olmadıysa olabilecek şeyi istemeli, böylece üzüntünün devam etmesini sevincin devam etmesine tercih etmekten kurtulmalıyız. Geçici nimetlerin elinden gitmesinden, zaten olmayacak şeylerin yokluğundan dolayı üzüntü çeken bir kimsenin üzüntüsü bitmez.

Alışkanlıkların Ahlâka Tesirleri

Yiyecek, içecek, elbise ve evlenme ile bunlara benzer daha başka hissî hazlardan yararlanıp bunlarla sevinen ve neşelenen kişinin, bunlara aykırı durumları eksiklik ve musibet saydığını görürüz. Duyusal bakımdan sevilen ve sevilmeyen şeyler tabiatın ayrılmaz bir unsuru olmayıp alışkanlıklara, çokça uygulamaya bağlıdır. Şu hâlde, sevinmenin ve kaybettiklerimizin üzüntüsünden teselli bulmanın yolu alışkanlık olduğuna göre, nefsimizi buna yöneltmeli ve bunu nefsimiz için terbiye konusu yapmalıyız ki teselli ve sevinme bizim için sürekli alışkanlık ve yararlı bir huy haline gelebilsin.

Nefsin Islahı

Nasıl ki ruh bedenden üstünse, ruhun menfaati ve elemlerden kurtulması da bedenin menfaatinden daha önemlidir. Çünkü ruh yöneten, beden yönetilendir; ruh bâkî, beden fânîdir. Ruhu iyileştirmek, bedenlerimizin yararlarını gözetmekten daha önemli görevimizdir. Bizi biz yapan bedenlerimiz değil, ruhumuzdur. Bedenlerimiz, ruhlarımızın fiillerini gerçekleştirmede kullandıkları araçlardır. Kişiliklerimizi iyileştirmemiz, araçlarımızı iyileştirmemizden daha önemlidir. Ruhlarımızın ıslahıyla uğraşırken katlandığımız acı ve sıkıntı, bedenleri iyileştirmek için katlandığımız güçlüklere göre önemsiz ve hafiftir.

Üzüntüyü Yenmenin Başlıca Yolları (Risâle fi'l-Hîle li-def'i'l-ahzân/رسالة في الحيلة لدفع الأحزان)

1. Üzüntü bizim yaptığımız bir işten, bir sebepten doğuyorsa bu işi yapmamalıyız. Yapmamak elimizde olduğu hâlde yapıyorsak, istemediğimiz şeyi istiyoruz demektir. Bu çelişki ise, akıldan yoksun kalanların işidir. Eğer sebep başkalarının fiili ise onu bertaraf etmeliyiz. Bertaraf edemiyorsak üzüntü gerçekleşmeden önce üzülmemeliyiz. Sebebin vukuundan evvel üzülmekle bu sebep ortadan kalkmaz. Sebebin vukuunu kesinlikle önlemek gereklidir. Üzüntü sebebi doğmadan önce üzülmeye kalkışmak fena ve utanç vericidir. Kendi nefsine üzüntü çektiren insan nefsine zarar vermiş olur. Nefsine zarar veren ise kendisine kötülük etmiş olduğundan cahil ve zalim sayılır. Zalim, belaya aldırmazlık eden yılgın kişidir; bedbaht ise belâyı gidermeye çalışmayan insandır.

2. Üzüntüyü yenmenin başka yolu, başkalarının uğradığı üzüntüleri düşünmektir. İskender, ölünce üzülmemesi için annesinden şunu istemişti: İskender'in ölüm haberini alınca "ömründe herhangi bir musibete uğramamış olanların yiyip içip eğlenecekleri bir toplantı düzenle, ki İskender'in matemi sürurla geçsin." Annesi bu emri ilan ettiğinde davete kimse gelmedi. Musibete uğramamış hiçbir insan bulunmadığından icabet olmamıştı. Bunun üzerine kadın şöyle dedi: "Anladım ki ilk musibete uğrayan ben değilmişim, musibet sadece tek kişinin başına gelen bir olay değilmiş."

3. Üzüntü tabiî değil ârizîdir. Birçok insanın kayıpları olmuştur. Kaybına veya mahrumiyetine razı olmuştur. Nitekim mülkünü kaybetmiş olmaktan dolayı üzüntüye düşen bir insan görürsek düşünmeliyiz ki, birçok insan bu servete sahip olmadıkları hâlde üzüntülü değildir. Demek ki üzülen insan üzüntüyü kendisi ortaya çıkarmıştır. O zaman kendimiz için böyle değersiz durumlar üretmemeliyiz. Âdi bir şeyi kendisine reva gösteren akılsızdır. Akılsız varlıklar olmaya razı olmamız bize yaraşmaz. Bu, son derece aşağılık bir durumdur.

4. Düşünmemiz gerekir ki, başımıza bir şey gelmesini istemiyorsak, hiç var olmak istemiyoruz demektir. Musibetler, bozulma niteliği taşıyan şeylerin bozulmasından ileri gelir. Musibetlerin olmamasını istersek, tabiattaki oluş ve bozuluş kanununun ortadan kalkmasını istemiş oluruz. Bu ise imkânsızı istemiş olmak demektir. İmkânsızı isteyen, muradından mahrum kalır. Bu da bedbahtlıktır. Böyle bir huydan utanmak gerekir. Cahillik ve bedbahtlık seviyesine düşmekten kaçınmalıyız. Cahillik alçaklık; bedbahtlık ise başkalarının acımasından memnun olma duygusu doğurur.

5. İnsanın ellerinde bulunan şeylere başkalarından daha layık değiliz. İnsan bunlara sadece elinde tuttuğu sürece sahip olur. Oysa asıl kazançlarımız, manevî hayırlarımızdır. Kaybedecek olursak üzülmekle mazur sayılacağımız şeyler manevî hayırlardır. İnsanlar tabiî olarak sahip olacakları şeyleri elde etmesinler diye kederlenmek hasetçinin işidir. Kıskançlık ise kötülüklerin en fenasıdır. Kendisi için faydalı olduğunu düşündüğü şeyden dostunun mahrumiyetini isteyen kişi, kötü olanı dostu için istiyor demektir. Dostlarının başına kötülük gelmesinden sevinen kişi kötüdür. Dostunun iyi şeylere sahip olmasından üzüntü duyan kişi tam bir hasetçidir. 

6. Elimizde bulunan her şey Hak Sahibi'nin bizdeki emanetidir. O, bizdeki emanetini geri alabilir ve dilediği bir başkasına verebilir. Emanetler bizden alındığı zaman üzüldüğümüzde kınanmaya ve hakarete müstehak oluruz. Çünkü bu tutum aç gözlü, cimri ve iyiliği kötüden ayıramayanların ahlâkıdır. Emanet Sahibi, bize verdiği emanetlerin en değerlilerini değil, aksine değersizlerini almaktadır. Memnuniyetimizi sürdürmek emanetin en değerlisidir. Şükür, O'nun rızasına uygunluğun bir ifadesidir. Kimsenin bizimle paylaşmadığı nimetleri (şükrü) bizde bırakmıştır.

7. Kayıplara ve elden gidenlere üzülmek zorunlu olsaydı bir çelişki olurdu: Hem sürekli üzülmemiz, hem de hiç üzüntü çekmememiz gerekirdi. Oysa hiçbir zaman üzülmemek için hiçbir maddi değer elde etmemek gerekirdi. Tersine maddi şeylerden uzak durduğumuzda da o şeylerden yoksun kalmamız bir üzüntü vermektedir. Bütün bunlar çelişki ve saçmalıktır. O hâlde üzüntü çekmek bizim için zorunlu değildir. Sokrat, "Üzülmemeyi nasıl başarıyorsunuz?" sorusuna, "Kaybettiğim takdirde üzüntüsünü çekeceğim şeye sahip olmuyorum" cevabını vermiştir. Neron'a pahalı bir billur hediye verdiler. Kral filozofa fikrini sordu. Filozof, "Bu şey sizdeki yoksulluğu ortaya çıkardı ve sizi büyük bir musibete attı" dedi. Kral, "bu nasıl olur?" diye sorunca, filozof: "Billuru kaybedersen bir benzerine sahip olmadığın için yoksul kalacaksın. Seni ondan mahrum bırakacak bir kaza vuku bulursa bu sana büyük bir musibet olacak" dedi.

Musibetlerinin az olmasını isteyen kişi, harici ihtiyaçlarını azaltmalıdır. Tabiatta her canlı varlıklarını sürdürecek, hayatlarını rahatlatacak şeylere bir ölçü ile ulaşır. Geçimleri bolluk içindedir. İnsanın durumu başkadır. İnsan canlılara hâkim oldukça cahilleşmektedir, akıl ve temyiz gücü arttıkça hiç de gerekli olmayan şeyleri elde etmek istemektedir. Göz alıcı varlıklar, zevk alınan süslemeler, hoş kokular. Bunların elde edilmesi yorgunluğa, kaybedilmesi acıya, ulaşılmaması özleme yol açar. Kaybedilmeye elverişli dileklerde musibet, geçici şeylerde acı ve keder, imkânsız olanı ummakta üzüntü ve dert, her güvenliğin sonunda korku vardır. Bir insanın nefsi, kendi varlığına ait olmayan sonlu ve geçici şeylerle meşgulse onun ebedî hayatı yıkılmıştır. Toplayıp sırtlarına aldıkları, akıllarını çelen, hürriyetlerini ellerinden alan, rahatlarını kaçıran, yerlerini daraltan, yüklerle ağırlık yapan metalar insanın eziyetidir. Nesneler bizim için üzüntü kaynağıdır. Eğer üzüleceksek, gerçek vatanımızdan uzak kaldığımız için üzülmeliyiz. Orada yoklardan söz edilemeyeceği için musibetler yaşanmaz. Aslında biz, üzülmeme direncimizi kaybettiğimiz zaman üzülmeliyiz. Aklın özelliği budur. Üzülmekten kurtulduğumuza üzülmek cahillik alametidir.

8. Ölüm kötü değildir, ölüm korkusu kötüdür. Ölüme gelince o tabiatımızın bir parçasıdır. İnsan şöyle tanımlanmıştır: "Akıllı ve ölümlü canlı". Buna göre ölüm olmasaydı insan da olmazdı. Dünya denilen bu yerde bulunan insan oradan ayrılmaktan çetin bir korku hisseder. Bu tıpkı şuna benzer: Rahimden çıkarılarak dünyaya gelen bir cenine tekrar rahime geri dönmesi söylense, rahime dönmemek için dünya ve içindekiler onun mülkü olsa hepsini feda ederdi. Oysa cenin rahimden ayrılacağı zaman çetin bir korku hissetmişti. Dünyadan ölümle ayrılırken ceninin rahimden doğumla ayrıldığı hâldeyiz. O hâlde dünyanın değersiz hissî faydalarını kaybetmek kötü değil, kaybetmeden dolayı üzülmek kötüdür.

9. Bir şeyleri elde edemeyip fakir kaldığımızda, zihni, kayıplarla meşgul olmaktan kurtarmak gerekir. Çünkü elde kalanları düşünmek musibetler için tesellidir. 

10. Maddi kazançlar sonrasında musibet beklentisi içinde olunur. Oysa şimdi maddi kazançlar için musibet korkusundan kurtulmuşsan üzüntü sebebini azaltmışsın demektir. Bazı musibetler, diğer bazı musibetlerin azalmasına hizmet ederler. Bu da bir nimettir. Kendi varlığının haricinde kalan şeyleri kazanmak peşinde koşmayan kişi, kralları köleleştiren güce, acıların kaynağı olan öfke ve şehvete hâkim olur. Hastalıkların en tehlikesi nefsin hastalıklarıdır. Öfke ve şehvet güçleri fena etkilerini bir kimse üzerinde gösteremiyorsa o kimse kralların hizmetçileri üzerindeki güce benzer bir üstünlük kazanır. En büyük düşmanlarını da yenilgiye uğratmış olur. 





"İlim talebesinin altı şeye ihtiyacı vardır, ki feylesof olabilsin, bunlar eksikse talib de eksik olur: yaratıcı (ehil) bir zihin, daimî bir aşk, güzel bir sabır, gönül dinginliği, yol gösterici bir mürşit, uzun bir müddet." 

el-Kindî 


Benzer okumalar:



Yazının yayınlanmasında gösterdikleri alakadan ötürü Lütfi Bergen'e ve Kindî'ye atfedilen sözü Arapçadan çeviren Cuma Tanık'a teşekkürlerimle...

6 Ağustos 2017

Soren Kierkegaard — Aforizmalar ve Meseller

Caravaggio — İbrahim'in İshak'ı kurban edişi.





Kaygı Kavramı [Begrebet Angest] 

Kaygı hem pay almak istediğimiz hem de karşısında durduğumuz bir pathostur. 

Âdem, ilahi bir anlamda kaygıyı hem sever hem de ondan kaçar.

Herkes kendisi tarafından kandırılır.

Günah olmadan cinsellik, cinsellik olmadan da tarih olmaz.

İnsan kökenine ne kadar yakın olursa, kaygısı da o denli derinleşecektir.

Kaygıyı hiçbir zaman tecrübe etmemiş insanlar için şu söylenebilir: Âdem de salt hayvan olduğu durumda kaygıyı hiç hissetmemişti.

İnsan, birinin suçluluğuyla ancak kendi kaygısı aracılığıyla karşılaşır.

İnsan bir tutkuyu gözlemlemek isterse, öznesini seçmek zorundadır. Burada işe yarayan; sakinlik, sessizlik ve karanlıktır; ancak bu yolla öznenin sırrını keşfedebilir.

İnsan beklentiye kazara düşmez. Böylece kendisini o beklentiye tümüyle yabancı olarak görür ama aynı zamanda beklentiyi kendisi yaratır. Böyle bir arzu için doğru terim kaygıdır; insan sadece kaygı içinde özlemini dile getirir, dile getirmek zorundadır. 

Kaygı, baş dönmesiyle karşılaştırılabilir. Aşağıya, cehennemin ağzını açmış çukura bakan herkesin başı döner. Peki ama neden? Cehennem çukurundan olduğu kadar, gözleri yüzünden de.

Kadın, erkekten daha çok kaygı içindedir.

İnsan, geçmişi kendisi olarak değil, gelecek ile olan sürekliliği içinde anlar.

Bir bakış ya da sözcük, ruhu rahatlatmaya muktedirdir. Çünkü ruhun taşıdığı ağır yük, söze döküldüğünde, geçmişe ait bir şey olur.

Yazgı, kaygının hiçliğidir.

Tin, içe dönmeden yoksun olduğunda, sonlu hâle getirilmiş demektir. Öyleyse içe dönme, insanda ebedi olanın ebediliği ya da kurucu öğesidir.

Korku ve Titreme – Diyalektik Lirik [Frygt og Baeven – Dialektisk Lyrik]

İbrahim sızlanmadı. Yakınmak insani bir şeydir, ağlayanla birlikte ağlamak insani bir şeydir ama inanmak daha yüce bir şeydir ve inananı seyretmek daha hayırlı bir iştir.

İnsanın en büyük arzusundan vazgeçmesi yüce bir tavırdır ama bu arzuyu vazgeçtikten sonra bile içinde taşımak daha yüce bir tavırdır.

Her zaman en iyisini umut eden düş kırıklıkları içinde yaşlanır ve her zaman kötüsünü bekleyen genç yaşta çöker ama inanan ebediyen genç kalır.

Sadece bıçağını çıkaran İshak'a sahip olabilir.

Çelişki olmazsa İbrahim de İbrahim olmaz.

Derinlikleri olan varlıklar kendilerini asla unutmazlar ve asla olmuş olduklarından başka bir şey olmazlar.

O, büyük sırrı anlamıştır: Bir insan başkasını severken bile kendisine yetmelidir.

İnsan, kendi acılarını yine kendi acılarıyla unutur.

Hayatın şansı arzu ile görev, görev ile arzu arasındaki uyumdur; çoğu kimsenin amacı kesinlikle görev alanında kalmak ve görevi büyük bir gayretle arzuları hâline getirmektir.

Felsefe Parçaları Ya Da Bir Parça Felsefe [Philosophiske Smuler Eller En Smule Philosophi]

Benim içinde sükûn bulduğum hakikat bendeydi ve benden türedi.

Zamansal başlangıç noktası bir hiçtir, çünkü farkında olmasam da hakikati ezelden beri bildiğimi kısa sürede keşfederim, aynı zamanda an'ın ebediyette gizli olduğunu da keşfederim.

Öğretmenin öğrencinin hatırlamasına vesile olabileceği şey, onun hakikat yoksunu olmasıdır.

Her tutkunun en yüksek noktası, her zaman, o tutkunun kendi çöküşünü istemesidir.

Sınır, tutkunun işkencesidir, gerçi aynı zamanda ödülüdür.

Kızgınlık, bir maruz kalıştır.

Geçmişi kurarak onu bütünüyle anladığını düşünen herhangi bir kavrayış, geçmişi bütünüyle yanlış anlamıştır.

İman, görmediği şeye inanır; yıldızın mevcut olduğuna inanmaz, zira onu görür ama yıldızın mevcudiyet kazanmış olduğuna inanır.

Ölümcül Hastalık Umutsuzluk [Sygdommen til Döden]

Tedirginlik, yaşam karşısındaki, kişisel gerçeğimiz karşısındaki gerçek davranıştır.

Kendi olmaya cesaret etmek aslında bir bireyi, şunu veya bunu değil, Tanrı karşısında çabasının ve sorumluluğunun devasalığı içinde yalnız bir bireyi kavramaya cesaret etmek demektir.

Ölüm, sağlıkla ve güçle taşmış olsa da yaşamın bizim için sağladığından sonsuzca daha fazla umut içerir.

İnsan tindir. Ama tin nedir? Tin ben'dir. Ama ben nedir? Ben, kendine bağlı olan bir ilişkidir.

İnsan, sonsuzluk ile sonlunun, geçici ile kalıcının, özgürlük ile zorunluluğun bir sentezidir.

Umutsuzluk, uyumsuzluğun değil, kendine yönelen bir ilişkinin sonucudur.

"Sezar veya hiç olurum" diyen tutkulu kişi Sezar olamaz ve bundan dolayı umutsuzluğa düşer. Ama bunun başka bir anlamı vardır, Sezar hâline gelemediği için kendi olmaya katlanamaz.

Sadece keskin bir düşünce, daha doğrusu büyük bir inanç, yokluğu araştırmaya; daha doğrusu sonsuzluğu yansıtmaya katlanabilir.
Umutsuzluk tam da insanların tinsel yazgılarının bilincinde olmamalarıdır.

Kendini önceden sonsuz zanneden veya sonsuz olmak isteyen her insansal yaşamda, her an bile umutsuzluktur. Çünkü ben, sınırlandıran sonlunun ve sınırsızlaştıran sonsuzun bir sentezidir.

Belirgin anlamıyla hiçbir şey tehlikeye atılmadığı sürece alçakça dünyanın tüm olanaklarına kavuşurum; ve ben’imi kaybederim.

Kendi yok oluşuna inanmak olanaksızdır.

Bilinç ne kadar artarsa umutsuzluk o kadar şiddetlidir.

Doğrudanlığın umutsuzluğu budur: Hiçbir şekilde kendi olmayı istememek veya daha da kötüsü: Bir ben olmayı hiç istememek veya her şeyin en aşağı biçimi: Başka biri olmayı arzulamak, yeni bir ben'e sahip olmayı ummak.

Gençlerin umut yanılsaması, yaşlı insanların anı yanılsaması vardır.

Zihnin kendinden daha acımasız bir düşmanı yoktur.

Yalnızlık gereksinimi her zaman içimizde tinsel bir yan olduğunu kanıtlar ve bu tinselliği ölçmemizi sağlar. 

Kıskançlık, gizlenen bir hayranlıktır.


Yazının derlenip hazırlanmasında gösterdiği alakadan ötürü Gökhan Özcan'a teşekkürlerimle...

3 Ağustos 2017

Açlığa Doymak






Şiddet, açların normal davranışıdır.

Glauber Rocha


Açlığın Estetiği – Köklerden Doğmacılık

Brezilyalı yönetmen ve Latin Amerika'nın enfant terrible'i (haşarı çocuk) Glauber Rocha, açlık üzerine film dili geliştirirken beynelmilel sinema algısını reddeder. Sinemasını 60 kuşağındaki Açlığın Estetiği üzerine oturtur. Karakterlerinde belirli bir mistifikasyon ve ritüellik, Afro-Brezilya tonlamalar vardır. En basitinden, Onları yalın ayak gezdirmeyle, kapitalleşmiş dünya insanının ayakkabılarına bir isyanını yansıtır. Kök, sistem, politik düzeninin ardılını yoklayarak arayışa sokulur. Bu arayış, onu Afrika'ya bile götürürken sinemasındaki açlık, paganizm, anarko-ilkelcilik, toplumcu doktrin tabandan gelen kuvvetle beslenir. Şiddetin mecazı Rocha'da tümevarım şeklinde gerçekleşir. 

Açlık, şiddeti kötülük arzusuyla beslerken intikam için bir ant vardır. Eylem olarak yüksek, düşünce olarak limitli bir döngünün şekillenişi insanın manaya bir zemin addetmesinde rol oynaması bir yana, bunun ikileme bir paradoksal dünyaya kapı açması kaçınılmaz olabilmektedir. Antrparantez, yaşanılan yorgun ve biçare yeryüzü açlıktan yok olduğu gibi, mücadele alanındaki savaş açlık içindir. İnsanda tükenmeyen bu hissiyat bir tarafının işgalciliği olurken, diğer tarafının mutlak ve daimi kaybedilmişliği olur. Çünkü onda diğerini yok sayarak, yok ederek bir düzen prototipi kurma bencilliği çoğalmıştır artık. İşbu bağlamda, açlığın semantiği sadece sözlük düzeyinde kalmayıp, o kendine bir ikinci kapı açar. Ve bu kapı içeri beraberinde çoğu hayal kırıklığıyla dolup taşmış kibirli insanları getirir. Onun bir kökü yoktur. Onlardan arınmamış, kıraç topraklarda vebaya kapılıp kırılmıştır. Estetik, mecazlı şiddeti hep muhafaza eder. İnsan gündüzleri bile körleşir açlık karşısında. O, tılsımlıdır. Beklenilen doğma henüz gerçekleşmemiştir. Zaten ortada bir açlık da yoktur. 

Vebaya Acıkmak – Açlığa Doymak

Rocha, açlığın sinematografisini kendi kalıplarında işlerken, yönetmen Zübeyr Şaşmaz Açlığa Doymak'ta, birbirini tanımayan ama bir şekilde birbirlerinin hayatlarına giren üç farklı insanın derunî açlık perdeleri üzerine pergellerini açar. Tıpta okuyup sonrasında direnişin içinde gittikçe devrimin açlığını yaşayan genç kız, gazeteden kovulup yoksunluğun ve yoksulluğun açlığında savrulan genç adam, defilelerde ve moda turnelerinde çalışıp bedenindeki vebaya dönüşen, biyolojik olarak irinleşmiş açlığı hisseden kozmetolog genç bayan karakterleri Açlığı Doymak'ın ana çizgisini temalar.

Zübeyr Şaşmaz, üç farklı hayatın üç kesişimini öncüllü ve ardıllı olarak sunar. Bu karakterler birbirinden asla bağımsız değildir. Bu önemli bağıntıya şerh düşülecek olunursa, Tıp okuyan genç kız, birinci açlıktır ve açlığın solundadır, Ağabeyi, sol fraksiyonların içindedir. Sıradan okul yaşantısı bozulmaya başlayacaktır. Ağabeyi eylem ve gözaltı süreçlerinden sonra ortalarda gözükmez. Eski gazeteci genç adam, ikinci açlıktır ve açlığın sağındadır. Kozmetolog genç bayan üçüncü açlıktır ve açlığın tam ortasındadır. Zayıflamak için her şeyden vazgeçmeye başlayacaktır. İlk ateş, Tıp öğrencisi genç kızdan gelecektir. Bu açlığın miladı için yeterli. Onun eylemi, genç adamı etkileyecek, genç adam da barda genç kozmetolog bayanla tanışacaktır. Bu genç bayanın sevdiği adamsa muhafazakar bir aileye mensuptur. Bu minvalde ağlar yavaşça gerilecektir. Her üç karakter de Şaşmaz'ın gözünde açlığın farklı yankıları olup özde bir açlığı temsil eder.

-Hangi zamanda yaşıyoruz?
-Herkes istediği zamanda yaşıyor.

Şaşmaz'ın birinci açlığı, devrimin ruhunu ister. Ölüm ve sebatlı direniş vardır burada. F Tipi Açlık, soldaki kuvvetin daimi bir netice ile buluşması arzusuyla sol yumruğunu kaldırır. Yumruğun indiği yer taşlaşan vicdanların dibindedir. Devrim kanla olurken, kalbin ağrısı merhametsizlikle olur. Birinci açlığın mimarı, iyiden kötüye doğru, bir bozuma uğrar. Ama içindeki vicdan kendi geçmişiyle bulunduğundan erdemini yok etmez. Sudur onla dirilişi besleyen. İkinci açlığın karakter profili, birincisine göre nüans barındırır. Ondaki yöneliş bozulmadan iyiye, daha güzele, felaketten ferahadır. O, prestij sahibi insanların statüsünden, mevkileriyle şahlanabilen yüzlerden uzaklaşır, kendi içindekilerini barikata sokar. Şaşmaz'ın bu karaktere verdiği mana, birinci açlığın timsali ile ortak bir yön barındırır: Devrim ve Halvet, kavi ve çetin bir inançla başlar. Her ikisi de kılıç gibidir. İkinci açlığın sureti, halvet ile dünyadan el ayak çekerken, birinci model de kapalı kapılar ardındadır. Erdemsizliği istemeyişlerinden, dünyaya ve hissiyat derinliklerine bakışlarındaki açı, açlığın estetiğinde, erdeminde yüz yüze gelir. Üçüncüsüyse, birinci ve ikinci insan şablonundan farklı olup konumlandırılması statiktir. 

Yönetmen, ağlarında önemli bir hususu anlatır. Bu, vebadır. Şiddetleri, hırsları, hayata ve maneviyatın kendilerine sunduğu güzelliği ve çirkinliği kompleks bir hâl almıştır. Elde etmek istedikleri gaye, onların zaman ve mekandaki parçalanmalarını ve sonrasında birleşmelerini de göz ardı etmez. Salgına, vebaya düşkünlükleri başka hayatların çizgisini bozmaya yetmekle kalmıyor, kendi dümenlerindeki zıt yönlü manevraları da alt üst oluyor. Ama sabrediyorlar bir şekilde. Çünkü, hayatları bir şekilde değişmek zorunda. Onun için mücadele ediyorlar. Yönetmen Şaşmaz, sinema dilini oluştururken sade ve düz çekimlerle, karakterlerini birbirleriyle savaşında Erkan Oğur'un müziklerini kullanarak organik bir bağ oluşturur. Kapalı mekanların sinerjisini dışarıya atarak atmosferle bir şekilde aşık atar. İçerisi, her zaman dışarısı gibi olmayabilir.

Açlığın hareketi, filmde seviye atlayarak ilerler. Bu şiddetlidir. Mecazen kuvvet, orantısız hayat ve gökyüzü savrulan yaşamları rüzgâr gibi götürürken filmdeki karakterler anlam bütünlüğünde yok olmaktan dirliğe ererler. Hakikatleri tektir, açlıklarıysa bedenlerinden beslenir, doyuma ulaşır. Beden, açlığa doyduğunda kudretin eli omuzlarına binmiştir artık. Yoksunluğu, vazgeçebilmeyi ve daha da önemlisi yok olabilmeyi göze almış karakterler yönetmenin gösterişsiz sinematografisinde kimi zaman Haneke'leşir, kimi zamansa Erdem'leşir. Manaya yönelişleri onların kırıntılarla hâlâ dik durduğunun bir kanıtıdır. İyi ve güzel olmayı hiçbir zaman unutmamışlardır. Açlığa Doymak, sadece dram yönü ağır basarak vicdanlaşmaya giden bir film değildir. O, vicdansızlığın içinde bir vicdan arar. Gözle görülmeseler de hakikat ile vicdan aynı damardadır. İkisi de insana daima bakar. Zübeyr Şaşmaz'ın insanlara bakış açısındaki erdemlilik, Açlığa Doymak'ın kendi içinde biriktirdiği ontoloji sorunsalları, estetik ve açlığın yorumlamaları Şaşmaz için bir vites yükseltmedir. Yaz yalandır, kışsa gerçek.

Aralık 2012

2 Ağustos 2017

Polonya Edebiyatı — Nike Edebiyat Ödülü

Ryszard Kapuściński.


Nike Edebiyat Ödülü (Lehçe: Nagroda Literacka Nike), Polonya'da 1997'den beri her yıl jüri ve okuyucular tarafından en iyi seçilen kitaba verilen bir ödüldür. Ödül, Polonya'daki Gazeta Wyborcza ve Fundacja Agory tarafından düzenlenmektedir.

Amacı Polonya Edebiyatı'nı ve Polonyalı yazarları teşvik etmek olan Nike Ödülü, ölmüş yazarlara verilmemekle beraber, bu ödül iki kişiye dağıtılamaz ya da ödülün kimseye verilmemesi gibi bir durum söz konusu olamaz.

Ödül, her yıl ekim ayında, Lehçe yazılmış tek bir kitaba verilir. Otobiyografi, kurgu-dışı gibi her türden edebî eser aday olabilir. 9 kişilik jüri üç aşamada kazananı belirler: ilk olarak 20 aday ilan edilir, sonra 7 finalist belirlenir, son olarak da bu grup içerisinden bir kazanan açıklanır. 

Nike'yi kazanan kişiye, Polonyalı ünlü heykeltıraş Gustav Zemla tarafından yapılan küçük bir heykel ve 100 bin zloty (yaklaşık 25 bin euro) verilir.

Jüri Ödülü

2016 – Nakarmić kamień, Bronka Nowicka 
2015 – Księgi Jakubowe, Olga Tokarczuk 
2014 – Zajeździmy kobyłę historii, Karol Modzelewski
2013 – Ciemno, prawie noc, Joanna Bator
2012 – Książka twarzy, Marek Bieńczyk
2011 – Pióropusz, Marian Pilot
2010 – Nasza klasa, Tadeusz Słobodzianek
2009 – Piosenka o zależnościach i uzależnieniach, Eugeniusz Tkaczyszyn-Dycki
2008 – Bieguni, Olga Tokarczuk
2007 – Traktat o łuskaniu fasoli, Wiesław Myśliwski
2006 – Paw królowej, Dorota Masłowska
2005 – Jadąc do Babadag, Andrzej Stasiuk
2004 – Gnój, Wojciech Kuczok
2003 – Zachód słońca w Milanówku, Jarosław Marek Rymkiewicz
2002 – W ogrodzie pamięci, Joanna Olczak-Ronikier
2001 – Pod Mocnym Aniołem, Jerzy Pilch
2000 – Matka odchodzi, Tadeusz Różewicz
1999 – Chirurgiczna precyzja, Stanisław Barańczak
1998 – Piesek przydrożny, Czesław Miłosz
1997 – Widnokrąg, Wiesław Myśliwski 

Okuyucu Ödülü

2016 – 1945. Wojna i pokój, Magdalena Grzebałkowska
2015 – Księgi Jakubowe, Olga Tokarczuk
2014 – Ości, Ignacy Karpowicz
2013 – Morfina, Szczepan Twardoch
2012 – Miłosz, Andrzej Franaszek
2011 – Dziennik 1962–1969, Sławomir Mrożek
2010 - Jerzy Giedroyc. Do Polski ze snu, Magdalena Grochowska
2009 – Gulasz z turula, Krzysztof Varga
2008 – Bieguni, Olga Tokarczuk
2007 – Gottland, Mariusz Szczygieł
2006 – Dwukropek, Wisława Szymborska
2005 – Podróże z Herodotem, Ryszard Kapuściński
2004 – Gnój, Wojciech Kuczok
2003 – Wojna polsko-ruska pod flagą biało-czerwoną, Dorota Masłowska
2002 – Gra na wielu bębenkach, Olga Tokarczuk
2001 – Pod Mocnym Aniołem, Jerzy Pilch
2000 – Matka odchodzi, Tadeusz Różewicz
1999 – Dom dzienny, dom nocny, Olga Tokarczuk
1998 – Mitologia Greków i Rzymian, Zygmunt Kubiak
1997 – Prawiek i inne czasy, Olga Tokarczuk

Fransızcadan çeviren: Ali Hasar