19 Ekim 2014

Kerbela Mersiyeleri

İmam Hüseyin Camii, Kerbela - Irak 


Nûr-i Muhammed-est çün îcad-ı kâinât
Hûn-i Hüseyn mûcib-i idâme-i âlem-est.*



Şah İsmail [Safevi Şeyhi - ö. 1524]

Hüsnünün beyânı sûre-i Yâ-sîn ü hel-etâ
Ey Kâbe-i mübârek ü ey Merve vü Safâ

Dürr-i felek verürse mânâ ihtiyârını
Bir târ-ı mûyini dü cihâna kılam bahâ

Gelmiş degül gelüpdürebilmez be-rûz-i haşr
Devr-i kamer senün teki şâh-ı mehlikâ

Kim ki visâlin isteye ihlâs ile senün
Üstünde zıll sâye-i saâdet tutar hümâ

Toprağa bas ayağını ey gözlerim nûru
Kim hâk-i pâyini dilerem behr-i tûtiyâ

Şeydâ vü mest ü vâlih ü hayrânem ey sanem
İhlâs ile yolunda menem rind ü can-fedâ

Hurşîd ü mâh ü cümle sitâre ber-encümen
Kıldı sücûd sûretine ey azîz-i mâ

Rûh-i musavver oldu yüzünden be-âb u kil
Sensin şehâ bu ahseni takvîm'e kimyâ

İnsân degildi gökde melek yok idi henüz
Sen var idin cihânda ey dürr-i ibtidâ

Hem-tâsı ol şehenşeh-i âzam nigârımun
Yokdur be hakk-ı hörmet-i Evlâd-ı Mustafâ

Yârin yolunda hasta Hetâî yoruhma tîg
Olgil şehîd-i deşt ü beyâbân-ı Kerbelâ

Abdurrahman Sâmi Saruhânî [Yahya Kethüda Uşşâkî Dergâhı Postnişîni – ö. 1934]

Çeşm-i cân-ı âşıka nûr-i cilâsın Yâ Hüseyn
Enfüs ü âfâka şems ü meh-ziyâsın Yâ Hüseyn

Mazhar-ı nûr-i celîl ıstıfâdır hilkatin
Umde-i nûr-i yakîn-i ictibâsın Yâ Hüseyn

Nûr-i lâhûtun muhît-i bahr-i envâr-ı şühûd
Sen şeh-i mânâ-yı kuds-i dü serâsın Yâ Hüseyn

Vâlidin Şâh-ı Velâyet mâderin Zehrâ Betûl
Sen ciger-pâre-i mahbûb-i Hudâ'sın Yâ Hüseyn

Hânedân-ı ehl-i mahşer Sâkî-i Kevser iken
Sen susuzlukdan Şehîd-i Kerbelâ'sın Yâ Hüseyn

Âsitân-ı hazretinde bendedir cümle cihân
Zübde-i nûr-i Muhammed Mustafâ'sın Yâ Hüseyn

Bahr-i nûr dürdanesidir mâye-i aslın senin
Sen ziyâ-yı akdes-i arş- ûlâsın Yâ Hüseyn

İbtilâ künhüyle buldun ictibâ-yı zât-ı Hakk
Sen şefî'-i ekber-i yevmi'l-bekâsın Yâ Hüseyn

Bâb-ı lûtfundan eder Sâmî kulun hep istimdâd
Sen huzûr-ı Hakk'da makbûlü'r-recâsın Yâ Hüseyn

Cemâleddîn Uşşâkî [Uşşâki-Cemâliyye kolunun pîr-i sânîsi – ö. 1750]

Sana bende olduğumu cihân bilsün Yâ Hüseyn
Bâğ-ı Muhammed'e iki gonca gülsü Yâ Hüseyn

Birisi Şâh-ı Hasen Hulku'r-Rızâ sırr-ı Nebî
Sırr-ı Hayder isteyenler sana gelsün Yâ Hüseyn

Kurretü'l-ayn-i Rasûl'sün server ü şâh-ı şehîd
İsteyen ders-i ledün ol ahre dalsun Yâ Hüseyn

Vâliden bint-i Rasûl Fâtimetü'z-Zehrâ'dür
Atan Şâh Ali'den dersini alsun Yâ Hüseyn

Kerbelâ'da niçün iki kişiyle oldun şehîd
Mü'minînün cümlesine rahmet olsun Yâ Hüseyn

Dâvâ-yı İslâm ederken niçün kıydılar sana
Müşrikîne ol Yezîd'e lânet olsun Yâ Hüseyn

Seyyid Seyfullah Efendi [Hazret-i Pîr Ümmî Sinân'ın halifesi – ö. 1601]

Yâ Rasûlallâh bize gör ne'tdi âsî ümmetin
Görmeye anlar dahi rûz-i kıyâmet şefkatin

Şâh Hüseyn'in etdiler hâke berâber cismini
Kılmadılar ol münâfıklar senin hiç hürmetin

Kerbelâ'da ger göreydin Yâ Muhammed hâlimiz
Tâ kıyâmet sâkin olmazdı bizim-çün firkatin

Kim ki Âlem Fahri'nin evlâdına buğz eyleye
Yâ ilâhî eyleme ana müyesser cennetine

Biz muhibb-i Hânedân-ı Mustafâ'yız Seyfi'yâ
Rûz ü şeb nesl-i Rasûlullâh'a olsun midhatin

Fasih Dede [Galata Mevlevîhânesi Dedegânından – ö. 1700]

Ey gönül âmâde-i âh ol Muharrem'dür gelen
Hâzır ol ey dîde-i ter şehr-i mâtemdür gelen

Mevsim-i kaht-ı neşât u zevk-i şâdîdür bu şehr
Şehr-i câna hep metâ-ı gussa vü gamdur gelen

Huşk-lebdür bu meh-i mâtemde hep bahr ile cûylar
Gelse de mikyâs-ı dilden mâ degül demdür gelen

Berk-i handeyle güşâd olmaz bu demlerde dehen
Vakt-i br-i âh u bârân-ı dem-â-demdür gelen

Yâd edüp ol tîre-eyyâmı Fasîh-âsâ bu dem
Ey gönül âmâde-i âh ol Muharrem'dür gelen

Kamî-i Âmidî Efendi [Diyarbakır Rifâî Dergâhı Postnişini – ö. 1884]

Saâdet ravzasının serv ü mehi kadd-i hırâmân
Rasûl'ün kurretü'l-aynı iki şehzâde-i Merdân

Şehâdet bağının iki gül-i nazikterînidir
Hasen gonce-i nesrîn Hüseyin'im verd-i ahmer kan

Biri cûd-i sehâ-güster biri bahr-i atâ-gevher
İkisi de kerem-perver şebâb-ı ravza-i Rıdvan

Biri verd-i tarîkat dîgeri sırr-ı hakîkatdir
Biri kumrî-i Hû Hû-zen birisi tûtî-i irfân

Ömer Zarîfî Efendi [Bulgaristan, Rusçuk Sâdî Dergâhı Şeyhi – ö. 1795]

Eyâ mü'min karındaşlar Muharrem'de kılın mâtem
Akıdup kan ile yaşlar Muharrem'de kılın mâtem

Muhammed Mustafâ içün Aliyyü'l-Murtazâ içün
Şehîd-i Kerbelâ içün Muharrem'de kılın mâtem

Olup ayn-i cem âşıklar yüreği nâra yanıklar
Gelüp bir yere sâdıklar Muharrem'de kılın mâtem

Aluben eline taşlar döğünüz sîne vü başlar
Akıdup dîdeden yaşlar Muharrem'de kılın mâtem

Cemâlin arz edübdür gül anın-çün zâr eder bülbül
Giyinüp câme-i gülgûn Muharrem'de kılın mâtem

Firâk-ı Kerbelâ'dır bu gönülde mâverâdır bu
Tükenmez macerâdır bu Muharrem'de kılın mâtem

Bugün deryâ gibi cûş et özünü gel ferâmuş et
Erenler pendini gûş et Muharrem'de kılın mâtem

Bükâ-i derd ü firkatle hazîn olup melâletle
Zarîfî gibi hasretle Muharrem'de kılın mâtem

Kethüdâzâde Mehmed Ârif Efendi [Hamzavî ricâlinden – ö. 1844]

Kurretü'l-ayn-i Habîb-i Kibriyâ'sın Yâ Hüseyn
Nûr-i çeşm Şâh-ı Merdân Murtazâ'sın Yâ Hüseyn

Vâlidin şânında dendi "Lâ fetâ illâ Ali"
Mazhar-ı sırr-ı etemm-i Lâ fetâ'sın Yâ Hüseyn

Hem ciger-pâre-i Zehrâ Fâtime Hayru'n-Nisâ
Ehlibeyt-i Müctebâ Âl-i Abâ'sın Yâ Hüseyn

Halkan ü hulkan müşâbihsin Râsulullâh'a sen
Nâzenîn-i enbiyâ vü evliyâsın Yâ Hüseyn

Sana gülle dokunan ümmîd eder mi mağfiret
Gonc-i gülşen-serây-ı Mustafâ'sın Yâ Hüseyn

Seyyid-i şübbân-ı cennet dendi şânında senin
Pîşüvâ-yı etkıyâ vü asfiyâsın Yâ Hüseyn

Ehl-i mahşer dest-i Hayder'den içerken Kevser'i
Sen susuzlukla şehîd-i Kerbelâ'sın Yâ Hüseyn

Sad-hezâran lânet olsun ol Yezîd'in cânına
Nice kasdetdi sana nûr-i Hûdâ'sın Yâ Hüseyn

Kıl şefâat Ârif'e ceddin Muhammed aşkına
Arsa-i mahşerde makbûlü'r-recâsın Yâ Hüseyn

Neşet Efendi [Nakşibendi şeyhi, mesnevîhan – ö. 1807]

Ey çeşm uyan ağla İmam Hüseyn içün
Ey cism ü cân ağla İmam Hüseyn içün
Ey dil hemân ağla İmam Hüseyn içün
Ey dîde kan ağla İmam Hüseyn içün
Ey seyl-i hûn çağla İmam Hüseyn içün
Der-pîş edüp vak'a-i Kerbelâ'yı sen
Yâd et Ehlibeyt'e olan mâcerâyı sen
Âl-i Abâ'ya nâzil olan belâyı sen
Ey dîde kan ağla İmam Hüseyn içün
Ey seyl-i hûn çağla İmam Hüseyn içün
Ol nâzenîn ki mehdini Cibrîl gâh gâh
Cünbân olurdu tâ ide ârâm hâbgâh
Deryâ-yı hûn içre şinâver olan o mâh
Ey dîde kan ağla İmam Hüseyn içün
Ey seyl-i hûn çağla İmam Hüseyn içün
Zânû-yı arş sâye-i fahr-i peyâmberân
Olmuşdu tahtgâh o sultâna bir zamân
Âgaşte-hûn hâk-i reh-i Kerbelâ olan
Ey dîde kan ağla İmam Hüseyn içün
Ey seyl-i hûn çağla İmam Hüseyn içün
Bir katre eşk-i şâh-ı şehîdâb mâtemi
Gark-ı âb-ı rahmet eder cümle âlemi
Yâd et Kerbelâ'daki mâtem ü gamı
Ey dîde kan ağla İmam Hüseyn içün
Ey seyl-i hûn çağla İmam Hüseyn içün
Neşet gibi sûz-i derûnla eyle âh
Ol sîne-kûb rûz ü şebân eyle âh vâh
Tûfân-ı eşke gark ola çarhla mihr mâh
Ey dîde kan ağla İmam Hüseyn içün
Ey seyl-i hûn çağla İmam Hüseyn içün

Mustafa Selâmî Efendi [Eyüpsultan Selâmi Tekkesi postnişîni – ö. 1813]

Ednâ kuluyum Fahr-i Rasûlü's-Sakaleyn'in
Ol nûr-i Ehad Ahmed ü Ceddü'l-Haseneyn'in

Can tîgını uryan ederim cism-i gılâfdan
Kanlar saçarım fâtihine Bedr ü Huneyn'in

Nûş eyler isem ol Şah Hasen aşkına zehri
Çekmem elemi yoluna baş gitse Hüseyn'in

Hûn-âbe-i eşkimle cihân kana boyansın
Giryan olarak derdine ol Kurretü'l-Ayn'in

Evlâd ile ashâba selâm eyle Selâmî
Şâd ola dahî rûh-i şerîfi ebeveynin

Benzer okumalar:


Yazının yayınlanmasında gösterdikleri alaka ve hissiyat için Revak Kitabevi'ne teşekkür ederiz.
__________________________________

[*] Muhammed'in nuru, kâinatın icat edilme sebebidir / Hüseyn'in kanı, âlemin ayakta durma sebebidir.

Osmanlı Dönemi Şeyhlerinden Kerbela Mersiyeleri, Yayına Hazırlayan: Kahraman Özkök, Revak Kitabevi, İstanbul, 2014.

13 Eylül 2014

El-Muhasibi ― Er-Riaye

Bismihu.
Men arefe nefsehu fekad arefe Rabbehu.

İbn Ataullah El İskenderî, Tacü'l-Arus El Havi Li Tezhibi'n-Nüfus'ta şöyle der:

"Allah'ım, yalnızca senden yardım istiyorum, bana yardım et. Sadece sana güvenip dayanıyorum; beni senden başkasına ısmarlama. Yalnızca senden istiyorum; beni isteklerimde boş çıkarma. Senin zenginlik ve cömertliğine değer veriyor ve rağbet ediyorum; beni mahrum etme. Zatı cenabına intisap ediyorum, beni lütfundan uzaklaştırma. Sadece senin kapında duruyorum, beni kapından kovma."

El İskenderî'nin Allah ile arasındaki kalbi bağın kelimeler âdetince çoğaldığı, bulmak-kaybetmek ikileminde denizlerin incilerini içimize fırlattığı nettir. Bulan bir şey kaybetmemiştir, ziyana uğrayan; yüz çeviren ve bulduğundan değil de başkasından hoşnut olandır. Bu bilgi, insan ruhunda saklı olan zekâdadır.

Ruh bilgiyi, dışarıdan gelen gerçekliği anlamaya çalışır, onu özümsemeye meyleder. Bir alemden bu aleme nüzul eden ruh bedene girmiştir. Orada tabiri caizse hapsedilmiştir. Ölümse ruhun bundan sıyrılışıdır. Hakikatin şuhud aleminden sonra bu nüzulleri görünemez oldu. Bu alemde gözlenen nesneler, eşyalar, varlıklar ezeli alemde temaşa edilenlerdir. Yansımalar, gölgeler aslın ve hakikatin çemberinde dönüp dolaşan birer timsalleridir. Hermes şöyle diyordu:

"Nefsimden ileri ve içeri ölümsüz bir bedenin içine gittim, akılda doğdum. Ben gökteyim, yerdeyim, sudayım, havadayım. Ben her bir canlı içindeyim, ben her yerdeyim."
El Muhâsibî, Er-Riâye - İnsan Yayınları

Sebepler gizli, ölüm her şeyin başlangıcıdır. Ruh yeryüzüne iner. Onun için orada bir sınav vardır. Bu bir yolculuktur, hem ruhun hem de kalbin. Ruh maddeye, eşyaya yenilirse, onun timsallerine aldanırsa ilahi olandan uzaklaşır ve sınavı çetinleşir. Kalbin ve ruhun kötü içinde güzelliği arayışı, ona düşkünlüğü ruhun bu aleme gelmeden önce aslı ve hakikati iç içe görüyor olmasındandır. Yeryüzünde insan ruhu hatırlar. İster bir eşyayı, isterse bir varlığı, ruhu. Zira insan ruhu ilahidir, onda bir nur vardır. Celal, Cemal iledir. İlahi temaşadan zevk alır. Temaşa, ruhun aynasıdır. İlahi olan mükemmelse, mutlak bir güzellik, doğruluksa, hakikat için insan teşebbüsü bir nazardır. Muhyiddin İbn Arabi'ye göre alem, varlık bir nurdur, ışıktır. Allah'ın bir nurudur. Zulmetse, nurun diğer yanıdır, birbirinden farklı değildir. Nur Suresi, 35. Ayet:

"Allah, göklerin ve yerin nurudur. O'nun nurunun temsili şudur: Duvarda bir hücre; içinde bir kandil, kandilde de bir cam fanus içinde. Fanus sanki inci gibi parlayan bir yıldız. Mübarek bir ağaçtan, ne doğuya, ne de batıya ait olan zeytin ağacından tutuşturulur. Bu ağacın yağı, ateş dokunmasa bile neredeyse aydınlatacak kadar berraktır. Nur üstüne nur. Allah dilediği kimseyi nuruna iletir. Allah insanlar için misaller verir. Allah her şeyi hakkıyla bilendir."

Cismani alemi gören akıl ve bilgi, mutlak bir hakikata ulaşmakta yetersizdir. Maddi alemi gören akıl, Batıni alem için körlüğünü atması gerekir. Kuşeyri ve Gazali'nin hem fikir olduğu şeriat nazarıyla maddi alemden sıyrılarak manevi alem görülebilir, hakk ve batıl ayrımı yapılabilir. Bunun için kötüden uzaklaşmak, saflaşmak ve arınmak elzemdir. İnsanda hayvani cenah olduğu gibi ilahi cenah da mevcuttur. Ruhun, ilahi özüyle; sevgi ve güzellik arayışına girmesi bununla ilişkili olup, yeryüzüne geldiğinden beri sürekli bir arayış içine girmesi de bir hakikattir. Şüphesiz ki sevgisini, güzelliğini muhatabında bulanlar insan-ı kamilden başkası değildir. 

Ruh, kalp ile bir seyirdedir. Onun cismaniyete olan nazarı bir müddet onu karanlığa gömer. Aydınlanınca da bilir, ve anlar. Ondan yüz çevirir. Müellifimiz El Muhasibi'nin Er-Riaye'sinde bu yolculukta insanın karşısına çıkan nefs, kibir, vera, ucub, hased gibi kavramları ve onunla nasıl bir önlem alınabileceğine ışık tutmaktadır. Öncelikli olarak El Muhasibi'nin satır aralarında kalınmışlığı dikkatimizi çeker. Pek bilinen bir isim olmamakla beraber, müellifin 781-857 yılları arasında yaşadığı, gençliğinde zâhirî ilimlerle uğraştığı kadar bâtınî ilimlerle de derinleşerek yoğun bir telif dönemi içine girdiği belirtilir. El Muhasibi künyesini kendi yaptığı muhasebeye ve riyazete dayanarak şu şekilde ifade eder:

"Ben derinliğe tefekkür edip uzun uzun düşünerek hidayete ulaştıracak bilgi aradım. Daha sonra Allah'ın Kitabı, Resulü'nün sünneti ve müminlerin icmaından anladım ki haris olmak insanı körleştirir ve böylece onu hak yolu aramaktan engeller, neticede de batıla düşürür."

Basra'da doğup büyüyen sonra da Bağdat'a göç eden El Muhasibi, hadiste, kelamda ve tasavvufta muhtelif ve sayısız eserler vermiş bir zattır. İki yüz civarında eser verdiği rivayet edilir. Belli başlı, elyazması şeklinde, tahkikle basılarak günümüze ulaşan eserleriyse: Adabu'n-Nüfus, Faslun Min Kitabi'l-Azama, Fehmu's-Salat, El Kast Ve'r-Rücu' İlellah, Mahiyetu'l-akl ve Ma'nahu ve İhtilafi'n-nasi Fihi, El Mekasib ve'l-Vera’ ve’ş-Şübühat, El Mesail fi A'mali'l-Kulup ve'l-Cevarih, Kitabu'l-'İlm, Risaletu'l-Müsterşidin, Şerhu'l-Ma'rife ve Bezlü'n-Nasiha, El Vesaya, Kitabu’t-Tevehhüm, Bed’u Men Enabe İlellah, Fehmu'l-Kur'an ve Ma’nahu, El Hubbu Lillahi Ta'ala ve Meratibu Ehlihi, El Halvetu ve't-Tevekkülü fi'l-İbadeti ve'Derecati'l-Abidin, Vahdu't-Nizam ve Vahdaniyyetu'l-Lah. Er Riaye'nin girizgah bölümünde ilgili eserler hakkında bilgiler yer almaktadır. Buna ek olarak, El Muhasibi hakkında eserin girişinde ön bilgiyle ilimdeki konumunun altı çizilmektedir. Er Riaye ile ilgili yapılan Arapça ve Türkçe çalışmaların, Batı'da yapılan araştırmaların, El Muhasibi’nin etkilerinin eserin esas konusundan önce oldukça nacizane bir sunuşla verilmesi, ona artı bir değerlik kazandırmaktadır. 

Şeriat tarikat yoldur varana / Hakikat marifet andan içerü
Mumsuz baldur şeriat, tortsuz yağdur tarikat / Dost içün balı yağı ne içün katmayalar

Yunus Emre Divanı

Yunus Emre, Allah'a varan yolun hakikatli ve olması gerekenin bu olduğunu söyler. Hakikate, marifetullaha ulaşmakta gayede muhtelif yolları açarak şeriat, medrese, sünnet-i seniyye gibi yollarla Allah’a varırken insanın ruh yolculuğunda bir şeyin derdini taşıyıp da erişilen mertebeyi, noktayı vurgular. Bu yolun önemi yoktur. Önemli ve gerekli olan, hakikatin salt kendisine, Allah'a varmaktır. Niyazi Mısri de şeriatsiz hakikatin olamayacağını savunuyordu. Ruhun ve kalbin yeryüzündeki seyrinde şeriat, hakikat, tarikat dairesi bir rehber olmakla beraber insanın tek başına bu yeryüzünde yolunu kaybedebileceğini izah edilebilir. Beyazıdi Bestami, üstadı olmayanın imamı şeytandır derken insanın kainata nazarında onun önünde olması gereken bir imama, bir mürşide, bir kılavuza dikkatini çekiyordu. El Muhasibi'nin de Er Riaye'de insanın kainattaki düzende yaşamını sürdürürken onun rehberliği için hakikatin, tasavvufun, şeriatın kalbe ve ruha bir şifa olduğunu belirtir. Er Riaye'nin bu bağlamda tamamıyla erdem, tasavvuf ve de ahlak felsefesine oturtularak hacimli ve bol tefekkürlü bir kaynak olduğu görülür. Sünneti, Hadisleri, Kur’anı, Tasavvufu bir rehber edinir kendisine. Yoluysa, nazargahtır.

Müellif El Muhasibi'nin Er Riaye'si, (Er-Riaye li Hukukillah: Allah'ın Haklarına Riayet Etmek) riya, arkadaşları tanıma, nefs, ucub, kibir, aldanma, vera, hased, müridin terbiyesi, uzlet, dünya, şirk, bidat, nazar gibi sair konularda derinlemesine inilerek tahliller sunmakta, insanın seyrini ferahlatıcı kandilleri duvara asmaktadır. Eserin bölümlere ayrılarak, her bölümün kendi içindeki soru-cevap diyalektiğiyle bilerek ya da bilmeyerek giriştiğimiz eylemlerin, söylediğimiz sözlerin ve içimizde olup bitenin dışavurumu, kurani, ilmi ve de tasavvufi bakış açısıyla su gibi berrak bir hâl diline dönüştüğü açıktır. El Muhasibi’nin her konuyu tahlil ederkenki duruşu beraberinde getirdiği timsallerle, şerh düştüğü hadislerle, tasavvufi hâllerle, başta Allah Hakkına Uymak, Takva ve Mahiyeti kavramlarını ayetler ve hadislerin ışığında konu edinerek nelere riayet edileceğinin altını çizer, duru bir izahla meramını açıklar. Bir ayna ve yansıttığı güneş timsali. Herkesin içinde kendine has bir ayna varsa şayet, o bir saray gibidir. Onun için öğütler verilir, kapılar zorlanır, eşiklerden içeri girilmesine yardımcı olunur. Terbiyesinde ahlak vardır müellifin ve eserinin. Güzellikleri perdelerin ardından aralamaya teşvik eder, hatırlatır ve de ruhun, kalbin sebatlılığı adına dikenlere karşı koyabilmeyi muallimliğiyle, haceliğiyle zikreder. Her kıstas için ayrı bir pencere açar, pencerelerin genişliği kalbiyle eşittir El Muhasibi’nin.

"Beni kendine kalb edemezsin, ancak sen bana inkılap edersin."

Bağdat Medresesi’nin en önemli şahıslarından, ilmiyle Gazali’yi oldukça etkileyen El Muhasibi’nin Er Riaye’si soru-cevap üzerine bir üslupla inşa edilmiştir. Soruyu soranın El Muhasibi’nin ismi belirtilmemiş talebelerinden biri ya da Cüneydi Bağdadi gibi bir zat, cevap verenin de El Muhasibi olduğu belirtilmektedir. Zira, sorulan sorular ilmi olarak da yüksek ve seviyeli sorular olduğundan ilmi kuvvetli birinin sorular sorduğu ya da tamamıyla soru soranın da cevap verenin de El Muhasibi olabileceği ihtimal dahilindedir. Bu konuyla ilgili kesin bir bilgi mevcut değildir. Bildiğimiz ve gördüğümüz şudur ki El Muhasibi, her biri ayrı ders olan Er Riaye’sinde ilmi meseleler için araştırmalar yapmış, hakikatleri sorgulamada öncü olmuş, onları telife ayırmış ve de kendinden sonraki ilim sahiplerine, insanlara bir kaynak olmuştur.

Nur-u ilahiden bir cevher olan insan ruhu, El Muhasibi'nin Er Riaye'de dile getirdiği hikmetlerle bir üst mertebeye doğru kıvrılır. Bildikleri, bilmediklerinden azdır insanın. Müellifin her çeşit sualle ve cevapla aydınlattığı kalpler, gölgelerde yitmeme ümidini taşır. Bunu eserde sıklıkla yineler. Tekrarları hoştur, onlar bizi ayakta tutmak ve mananın özünü idrak edebilmemiz içindir. Ondan dolayıdır ki müellif eseri telif ederken her kısımda aslında birbirini kapsayan bir çekirdeğin küçük tohumlarını serpiştirir. Samimiyetle, hakkaniyetle, muamelat ilmiyle bir mum olur El Muhasibi. Er Riaye'sini derslere böler. Eserin riya bölümünde, riyanın mahiyeti, özellikleri, onu bertaraf etmenin yolu, riyadan kaçma, galip olma sevdası, niyetin ne olduğu, böbürlenme ve övünmenin neticesi, yalnızken ve topluluktayken riya ve riyayla ilişkili sair konularda deruni ve kapsamlı açıklamalar yapar. El Muhasibi'nin Er Riaye'de en uzun tuttuğu kısım budur. Diğer ana konularda olduğu gibi bu konuda da ilgili hadislerin kaynağı eserde dipnotla şerh düşülmüştür. Sonraki bölümlerde çevreyle münasebette karşılaşılan manevi tehlikeler, nefsin özellikleri ve onu rağbet ettikleri, amel, dünya malı, kibir, düşmanlık, kin, hased, vera, ucub, ilim, düşünce, terbiye, ahlak üzerine kalbi ve manevi diğer meseleler detaylıca incelenmiştir.

Er Riaye, Tasavvuf klasiklerinden biri olmasının dışında en eski eserlerden biridir. Muamelat ilmine dair ince nakışlar, kalbi ilgilendiren meseleler ve mücadeledeki dersler eserin sağlamlılığını ve hakikatini kanıtlamaktadır. El Muhasibi'nin günümüze ulaşan bu eseri, ilmi açıdan faideli, insanın manevi yolculuğunda ona bir ışık, şahs-ı manevisinde bir kılavuzudur. İşbu hakikatle yollara çıktığında insan artık tehlikenin nereden geleceğini anlamaya çalışır, iyiyle beraber olmaya gayret gösterir. Niyetini temiz tutar. Bilir ki niyetini halis tuttuğu müddetçe, Allah ona doğruyu ve güzelliği işaret edip kalbine nakşedecek, dinlemeyle istifadesini arttıracaktır. Allah kalpleri ve sırları bilendir. Vera sahibi olmaya çalıştıkça insan kainata ve manevi alemi tefekküründe vakur davranır, güzel için gayret gösterir. Allah, El Muhasibi'den razı olsun ve O’nun sırrını arttırsın.

[Ayraç Dergisi 44. sayısında -Haziran 2013- yayımlanmıştır.]

10 Eylül 2014

Mahmut Erol Kılıç ― Hayatın Satır Araları




Bakmaz mısın Rabbine? Gölgeyi nasıl uzatmakta.


(Furkan, 45)


Fasl-ı Evvel

İbni Haldun fideistti. Tanrı bilgisinin akıldan ziyade onun salt öznenin imanıyla içkin olduğunu savunuyordu. Tanrı hakkındaki bilgimiz imanla özgürleşir, iradeye dönüşür. Ruh, kalbe yaklaşır, dinsel bir mizaç ortaya çıkar. İç dinamizmin arka planında yatan asıl gerçeklik heyula ve surettir. Sarmaldır ve iç içe geçmiştir. Nutfe bir heyulaysa, insan bir surettir. Birbirinden bağımsız düşünülemez. İman heyula ve suretle batınîleşir, zahirde onun pratiği, tavrı vardır. İlk başta bir şekil yoktur, Tanrı el-Musavvir esması tecellisiyle şekilsiz olanı bir ilahî nura dönüştürür. Cevher, insan olmuştur. Marifetullah’ın gösterisidir bu.

Kâinatta Marifetullah'a sefer hâlinde olan insan, iman hakikatlerini bulmak ister, onda bir ışık gayreti içindedir. O başıboş değildir. Ayet-i kerimede denildiği gibi. Evvel bilgiyi edinir, sonra ona sıkıca sarılır. Çünkü semavî din pratiklerinde her zaman bir diğer uçtan bahsedilir (iyi-kötü, helal-haram). Peki insan bilgiye nasıl ulaşabilir, daha doğrusu bilginin hakikatini yaşadığı çağın içerisinde tamamıyla yaşamına uygulayabilir mi? Salt Tanrı bilgisi iman için yeterli midir? İmanın terbiyesi için bilgi-hakikat bağıntısında zamanın ruhuyla nasıl bir diyalektik kurulmalıdır? Bu ve buna benzer sorulara aranan yanıtlar, iman-hakikat çevresinde şekillenen ve insan-ı kâmilliğe ulaşmada yardımcı olan şeriatı, tasavvufî hâller eşref-i mahlûkat için kimi koşullardır. Bu noktadan hareketle ulûhiyetin kendisine varılabilir. Bu, cezbe gerektirir, imanın yüksek ve temiz olmasını imler. Bahsettiğimiz arı bir iman. Bu seyirde, mertebede insanın ölünce Tanrıya döneceği –küllî ruh/nur- açıktır. Son nefes alınır, imanın mücadele alanı buraya kadardır. Bir doğar, bir ölür insan, bir kalır geriye. Kâinat, birin/birlemenin sudurudur.

Farabî felsefesinde zevk üzerine bir ayrım vardır. Bedenî zevkler ve düşünce zevkleri. Bedenî zevkler, imanı yıpratabilen, onu yıkan ve zarar veren zevklerdir. İnsan bundan kurtulmalıdır, zira iman ahlâklı olduğu müddetçe Allah’ın hikmetini şuurla idrak etmeye çalışır. Düşünce zevkleri, bedensel ihtiyacî zevklerden (nefsanî) daha uzundur ve geçici değildir. İnsana, marifette yol almasına ve yaşadığı toplumda satır aralarını görmesine yardımcı olur. Bilgiyi öğrenmek insanı bir üst sıraya yerleştirir (hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?), imanını bilmeye çalışır insan ve de böylelikle edindiği teorik bilgiyi dini yaşantısına taşıma arzusuyla pratiğe döker. Bu Allah katında makbul olandır; beden ölür, ruh ölmez ve ruha ahirette bir ödül/ceza sistemi uygulanır. Bu yeryüzünde insan sorumludur, kendine, topluma ve Tanrıya kaşı. Tanrı kimseye kötülük yapması için zorlamada bulunmaz. Hz. Hace Mevlana Celaleddin Rumî’nin (r.a) aşkın bendeki insanın tanrısal yanına dair okumalar bu yöndedir. Bunu doğru bir insan, güzel bir mümin, hudaperest bir mürid kendi payına alır, kâinatı okurken mürşidinin elinden tutunur, eteklerinde bir semayla Hakka yönelmesinden vazgeçmez. Yaşadığımız modern çağların içinde gizli ve sırlanmış hakikatlerle dolu cevherleri derunî mesele görmek, nurları dünyevîliğin içinde muhafaza edebilmek (halvet der encümen) eren bir müridin olmazsa olmazı olmalı, düşünce bandını hak nazargâhından ayırmamalı, imanın modern marifet içerisindeki gelişimine karşı teyakkuzda olmalıdır.

Gayya

“İblis’in Âdemoğlu ile alıp verememesinin özünde,
derinlerde bir yerde İblis’in incinmişliği yatar.”

Muhyiddin Şekûr, Gölgeler Koridoru

Batı toplumlarında fert ön plandayken, Doğu toplumlarında bir cemiyet söz konusudur. Fert, cemiyet iledir. Yani birliktelik, inanç doktrini için bir arada bulunma. Rifaîlik, Nurculuk, Nakşibendiye, Yeseviye, Bektaşilik, Mısriye, Bedeviye, Caferiye gibi şubeler süreç içerisinde bir kol olmuş, bunlar kendi içlerinde müridlerini bir doğru üzerine yoğunlaştırmışlardır. Buradan da alt dallar ortaya çıkmıştır. Sonra, Nakşibendiye’den Halidiye, Kasaniye gibi kollar; Sühreverdi’nin İşrakiye cemiyeti de Bedriye, Zeynebiye gibi bir alt dallara ayrılmıştır. Cemiyetler muhtelif sebeplerden kollara ayrıldığı gibi birbirlerini de etkileyebilmiştir. Sülûk silsilesi üç kolda İsm-i Azam Hoca Ahmed Yesevi’de (r.a) son bulan Yeseviliğin Nakşibendilikten etkilenen zikir usulleri vardır. Cemiyetten, tarikattan ziyade hakka riayet etmek, imanın korunabileceği şeriat dairesine girmektir. Esmaya yol almak vardır, ister uzun ister kısa. Neticede öze dönüşün seyridir bu. Mürşidler, müridlerini bakışlarıyla da terbiye eder. İmanı kurtarabilecek, çağın getirdiği imkânlar dâhilinde ubudiyet ve mahbubiyete varıştır aslolan. İnsan nefsi külfeti istemez; mürit ise noksanlıklarını gidermek, gerek bağlı bulunduğu cemiyette, gerekse halk içinde iman nurunu tamamlama içinde olmaya çalışır.

İbn Ataullah El İskenderî (r.a) “İnsanlar bir tuhaf oldular, artık ahiret için bir araya gelmiyorlar.” diyor. Eğer yaşıyorsak, kendimizi bir kez daha sorguya çekmeliyiz, bunu yapmak zorundayız. Zira yaşam standartları artık çok farklı, her birimizi parçalayacak derecede bir tasarım var karşımızda. Korkutucu olanıysa bundan kaçma, kurtulma payımızın günden güne azalıyor olması. Ümit var, cem/cemiyet. Mahmut Erol Kılıç çağ devşirmesine tabi olan makineleşmiş insanı (kurulmuş saat) bu toprakların ruhundaki ocaklarla-cemiyetlerle, Endülüs, İran, Arabî coğrafyayla ve de tasavvufî okyanuslarla hakikat çemberine almak ister. Onun derdi, geleneğin içinde olup da ona kör kalan insanla. Medrese kültürünü, ananevî tasavvuru, cemiyeti, İslam’ın deryalarını, modern zamanlarda sıkışıp kalan insanlık çıkmazlarını bir satır arasına nakşederek “modern insan” kalbinden sürgün insandır diye şerh düşer. Yatay/dikey parametresini kullanır, bunun öncüllü ve ardıllı şemasını, diğer bir tabirle fotoğrafını çeker.

İnsan: Kurulmuş saat. Yüzyıl bu surete büründü. Cemiyet tasavvuru, yaşamı, modern zamanlarda kendini arayan insan, anlamın hâl değiştirip katmanlarını yitirmesi, eşyanın bilgisindeki çözülme, noksanlık ve gediklerin bir türlü kapanmaması… Varlığın bilgisinin profan düşünce formlarında yeterlilik kazanıyor oluşudur imanı ağırlaştıran. İman, Mahmut Erol Kılıç’ın zikrettiği Celil ve Cemil esmalarının ötesinde insandan insan-ı kâmil çıkartma ile parçalamaktan çok bütünle, birle hakikatin saflığına erişebilir.

Penc-i Asr

“Kimdim? Kimim? Ne diyeceğimi bilemiyorum bu konuda.”

Stendhal

Hayatın Satır Araları – Modern Zamanda Kendini Bulmak, Mahmut Erol Kılıç’ın Sufi Kitap’tan çıkan son eseri. Belirttiğimiz şekilde; imanın esasları için eğitim, terbiye, medrese tedrisatı, gelişen moda, akım, televizyon, teknoloji, sinema, müzik, kimlik, aile, toplum bilinçlenmesi için niyet esastır. Hilmi Yavuz’un dostane takdimiyle başlayan kitap muhtelif kısımları içermekle beraber, her kısmın kendi içinde öznenin çağın içindeki konumuna, iman tavrına yönelik durumlar ele alınmaktadır. İleri okuma için Ivan Illich’inOkulsuz Toplum’una bakılabilir. Kılıç’ın kalbine ve hissiyatına baktığımızda, onun ilk başta kaybolan dengedeki çağdaş insan tasavvurunu görürüz. Merkezine aldığı insanı önce yavaş bir şekilde bir elekten geçirir, narin dokunuşlar yapar, incitmemeye çalışır. İnsanın külfetindeki Din-Tanrı tablosunu çağın içinde bir mutasavvıf olarak mayalamaya yönelir, başarılı olur da. İman bir hâldir. Tasavvuf bir hâldir, kelama kulak vermek ve onu derunî yaşamak bir yakuttur, bir elzemdir. Değişen değer yargıları içinde insan varlığın birliğine yöneldiği müddetçe hakikatle hemhâl olabilir, iman ağırlığını taşımaya devam edebilir.

Mahmut Erol Kılıç, beş vakit içindeki insanı tasvirlerken özne-nesne diyalektiğini inşa eder. Onun zamanın ruhuyla bir yandan geçmiş (anane, bağlı kökler, arınma), bir yandan da şimdi (modern zaman, köklerden kopuş, bozulma) cetveli arasında gelişimini gösterir. Eser üç bölüme ayrılmaktadır: “Kendini Bulmak”, “Modern Zamanlar”, “Anadolu’nun Ruhu”. Eserden evvel Kılıç’ın belagatına, mantık ilmine, toplum üzerine yaydığı tasavvufî nazardaki konumuna dilimiz döndüğünce eğilmemiz yerinde olacaktır hiç şüphesiz. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tasavvuf Anabilim Dalı’nda profesör olan ve televizyon programlarında aktüel, tasavvuf, İslam, gelenek gibi konularda sohbetler eden Kılıç, yazılarında ve söylevlerinde Mevlevî pergelini kendine düstur edinir. Onun ilminde, şeriat-tarikat-hakikat ipi kendini belli eder. Aktüel, kadın-erkek ilişkisi, aile, din ve toplum sancısı için merhemleri ünler. Batıdan da salt bir kopuş yoktur. Doğudan beslendiği gibi onun iman mizacı gerekliliğindeki hususunu dikkati çeker. Karmaşıklığa gitmeden, dili ağırlaştırmadan, avamın kalbine sokulacağı şuuruyla hakikati hakikat ile birleştirir.

Lisans eğitimi İÜ Siyasal Bilgiler Fakültesi olması hasebiyle Marksist teori, toplumcu bakış, felsefî atıf, sosyolojik etnik taban, politik saha, hakikat-belagat-mantık düzlemini sağlamlaştırır. Batı orijinli okumaları Doğuyla karşılaştırır, son tahlilde de kendi meşrebinin zaviyesiyle bir nesneyi, fenomeni geniş aynalardan görmeye çalışır. Önce kendine vaaz eder. İsminin önünde bulunan unvanın kibriyasına girmediği gibi, insanı insan-ı kâmil serüvenine dâhil etme derdindedir. Kılıç’ın topluma bakışındaki hassasiyet tasavvufî hikmetin perdesidir, Kur’an’dır, sünnettir, şeriattır. Eserlerini hakkaniyet ile verir, geleneği bizlere hatırlatır. Ocakların hikmetini, Anadolu’nun Ruhu’nu, toprakların diline dil olur. Kılıç, kimlik için değerlerin olması gerektiğini vurgular. O, insan mukaddes bir yaratılışa sahiptir der ve kâinatta Hakk’a yürürken gelenek-cemiyet-ocak kültürünün altını çizer, doğum-ölüm arasındaki insanı insana anlatır. Dediği gibi doğum ve ölüm ikiz kardeş, doğduğumuz için ölüyoruz.

Teb'id

“Hakikatı bulan, başkaları farklı düşünüyor diye, onu haykırmaktan çekiniyorsa hem budala hem de alçaktır. Bir adamın ‘benden başka herkes aldanıyor’ demesi güç şüphesiz; ama sahiden herkes aldanıyorsa o ne yapsın?”

Daniel Defoe

Cemil Meriç, Bu Ülke’de şöyle der: “Mefhumların kâh gülünç, kâh korkunç maskelerle raksa çıktığı bir karnaval balosu fikir dünyamız. Tanımıyoruz onları, nereden geliyorlar bilen yok. Fir’avunlara benziyorlar, kalabalığa çehrelerini göstermeyen fir’avunlara. Ve aydınlarımız, o meçhul heyulalar için ehramlara taş taşıyan birer köle.”

Meriç’in zikrettiklerini yaşıyoruz. Hepimiz mükellefiz. Bir büyüğümün söylediği söz aklıma düştü: “Onun kör olmasından daha acı olan bir şey varsa, bu bizim ona kör kalmamızdır.” Evet, hakikatten savruluyoruz. Modern çağ insanı ipe dizmekle yetmiyor, onun boğazını gizlice bağlıyor da. Korkulur ki bir gün nefessiz kalacak. Bu noktada müellifimiz Hace Mahmut Erol Kılıç’ın değindiği irfan mektebi kültürüne dönmeliyiz. Kılıç’ın eserin birinci bölümünde (“Kendini Bulmak”) çağdaş insan tanımı, fikriyatı, anlamı dikkat çekici olmasının dışında, hakikat dilinin, derviş-eren kimliğinin portresi, tasavvufî düşüncenin imkânları çerçevesinin forma dönüşmesi gayet yerindedir. İnsanın tabiat ve üst tabiat bağlamında ele alınışı inceler, onun öğrenci hâli vardır der Kılıç. Tekkesini yeniden kurar, musikisini arkadan yavaşça seslendirir. Talip olmanın, aşkın ve onun mahiyetini, şiiri, Kuran’ı, hakikat-ı muhammediye’yi zulmette bir kandille yakar.

Girizgâhta çağdaş insan modelinden hareketle ‘değerler erozyonu’ ortaya konur. Hayatın satır aralarına duhul etmek vardır. Zaman ilerliyor, hakikatse bu boşlukta bir yerde tılsımını muhafaza ediyor. Oluşan gedikler ‘çağdaş’ın mizacını, imanını sarsıyor. Müellifin harcını sağlam kararak insan-ı kâmil duvarı için toprağa verdiği değeri görürüz. Eserdeki çok yönlü konular, gerek birinci bölümdeki modern zamanda kendi bulmanın yolları ve diğer ana meseleler masaya yatırılırken, gerek ikinci bölümdeki zamanın kendi yatay/dikey boyutu üzerine kronolojik tasavvufî, İslamî neşrin hattı kavidir, insanı tefekküre gark eder. Mahmut Erol Kılıç’ın şiirin o sırrına, tılsımına sırtını dayayarak eser boyunca ve de son bölümde Yunus Emre, Niyazi Mısrî gibi okyanuslara açılması bir gönül mesti olabilmektedir. Ahenk, düşüncelerin arasına bir gül yaprağı âdetince serpiştirilmiştir. Tıpkı mürekkebine sadık bir hattat gibi. Hayatın Satır Araları, salt bugüne, modern zamanlara dair söyleyecekleri olan bir eser değil. O, hakikatin zamanın akışındaki uyumuyladır. Mahmut Erol Kılıç düşünceyi, Batıyı, Doğuyu, Anadolu’yu, Endülüs’ü bir şeyh-i ekber’in kalbi gibi görür. Zamanın insanlarının çıkmaz sokaklardaki hâline kucak açar. Zihniyeti ufka götürür, sorgular. Avusturya Devlet Adamı Metternich’in şu sözleri oldukça manidar: 

“İmparatorluk günden güne zayıflamaktadır. Niçin saklamalı? Onu bu hâle düşüren sebeplerin başında Avrupalılaşma zihniyeti gelir. Temellerini III. Selim’in attığı bu zihniyeti, derin cehaleti ve sonsuz hayalperestliği yüzünden II. Mahmut son haddine vardırır. Bâb-ı Ali’ye tavsiyemiz şudur: hükümetinizi dini kanunlarınıza saygı esası üzerine kurunuz. Devlet olarak varlığınızın temeli, Padişahla Müslüman teb’a arasındaki en kuvvetli bağ, dindir. Zamana uyun, çağın ihtiyaçlarını dikkate alın. İdarenizi düzene sokun, ıslah edin. Ama yerinize size hiç de uymayacak olan müesseseleri koymak için eskileri yıkmayın. Avrupa medeniyetinden sizin kanun ve nizamlarınıza uymayan kanunları almayın. Batı kanunlarının temeli Hıristiyanlıktır. Türk kalınız. Tatbik edemeyeceğiniz kanunu çıkarmayın. Hak bellediğiniz yolda ilerleyin. Batı’nın sözlerine kulak asmayın. Siz ilerlemeye bakın. Adalet ve bilgiyi elden bırakmayın. Avrupa efkâr-ı umumiyesinin az çok değeri olan kısmını yanınızda bulacaksınız… Kısaca, biz Bâb-ı Ali’yi kendi idare eden tarzının tanzim ve ıslahı için giriştiği teşebbüslerden vazgeçirmek istemiyoruz. Ama, Avrupa’yı örnek olarak almamalıdır kendine. Avrupa’nın şartları başkadır, Türkiye’nin başka. Avrupa’nın temel kanunları Doğu’nun örf ve âdetlerine taban tabana zıttır. Bu gibi ıslahat Müslüman memleketlerini ancak felakete sürükler. Onlardan hayır gelmez sizlere.” 

Engelhardt, Tanzimat ve Türkiye.


Ahir

Son mertebede Hayatın Satır Araları, Mahmut Erol Kılıç’ın kalbinin yansımasıdır. Kendini Bulmak ile insanın yatay eksenli gelişimine, sufi diline, dervişmeşrepliğin tohumlarına, Anadolu erenlerine, İslam coğrafyasının düşünce iklimlerine; Modern Zamanlar ile günümüz dünyasının atmosferine, sosyal medya araçlarının kitlesine, ailenin zeminine, Hz. Hüseyin’in (r.a) teslimiyet hassasiyetine, Nevruz’a, Arap Baharı’na, Kurban’a, Hz. İsa’ya bakışa; Anadolu’nun Ruhu ile Hz. Mevlana (r.a), Yunus Emre, Niyazi-i Mısri (k.s) okyanuslarına kendimizi bırakırız. Mahmut Erol Kılıç, eseriyle geçmiş/güncel dizini, bizi bizle anlatan üslubuyla ve en önemlisi hakperest duruşuyla harflerini sıralıyor, bugün baktığımız yerden hayata bir tefekkür daha katarak yollarda yürümemize devam ediyoruz.

İlahî nur olan ruhun imanı müellifin zikrettiği esaslarla, ananevî mirasa sahip çıkarak, tutunacağımız eteklerin gölgesinde hak ile bir olmanın derdini çetin dünyada taşıma arzusu eserin oklarından birisidir ve bu eser, düşünce ve kalbi dünyamıza bir ‘yenilenme’ ile ‘filizlenme’ amacıyla sefere çıkmıştır. Sefer henüz başladı. Biz biliyor ve şahitlik ediyoruz ki Allah için yola çıkanlar, Allah için birbirini sevenler, Allah için mücadele edenler Allah iledir. Hiç şüphe yoktur ki Allah’ın izniyle seferdeki imanın ağırlığı o pamuk gibi ince ipe bağlanmış, kuyularda bir kez daha tefekkür nefesleri işitilmiş olacak, sonra da hayatın kendisi olmuş, satır aralarında sırlanmış harfler bir vakitte “b” hâline dönüşecektir: Bişnev.

[Derin Düşünce'de 2 Haziran 2013'te ve Ayraç Dergisi 45. sayısında -Temmuz 2013- yayımlanmıştır.]

16 Ağustos 2014

Emek Sosyolojisi ― Kaygının Şeceresi

Ahmed Al Motamassik
Sosyolog ― Fas

İş sahasındaki kaygıyı nasıl tanımlarsınız?

"Kaygı" ve "sıkıntı" dilbilimsel olarak "huzur" ve "refah" ile karşılaştırılır. Kaygıyı gelecek hakkında şahsi ya da psikolojik bir tıkanıklığın, yaman bir çıkmazlığın duygusu olarak ele almamız mümkündür. Bu durum bilhassa başkalarıyla olan münasebetlerimizden, melekelerimize olan menfi fehmimizden hasıl olur. Başat duygu, bir durumu kontrol altında tutamama fikridir. İş sahasında olduğu gibi günlük yaşantımızda da yer alan kaygının algılanışına değinebiliriz. Günlük yaşantıdaki kaygı birçok sebepten müteşekkildir, daha ziyade psikososyolojiktir; iş sahasındaki kaygıysa iş yönetiminin, şirket yaşantısının mütemmim cüzüdür. Bizim düşüncemiz peyderpey nükseden iş krizleri üzerine olacaktır, zira şirketler artık sıkı, yoğun bir yönetimden muzdariptir. Kısa sürede çok şey istiyoruz; acil durumlara birer veli oluyor, tutamadığımız sözler veriyoruz. Süreleri ve araçları azaltarak emir telakki ediyor, rekabeti kızıştırıyoruz. Demem o ki, azamî başarıya dörtnala koşuyoruz.

Kaygının kökeni nedir peki?

Kaygı, ekseriyetle dört menzilden yükselir: işe bağlı değişiklikler, iş baskısı, kişinin ilişkileri-davranışları ve değerleri. İlk olarak; evvelce bahsettiğim gibi değişiklik uyumu bozar, kaygıyı doğurur; değişikliğin aciliyeti, birleşme ve satın alma, alım ve satımın hız kazanması insanı bu çevreye maruz bırakır ve bunun üstesinden gelinemeyeceği duygusu peydah olur. İkincisi, kaygının birçok sebebini bulabiliriz, örneğin: giderek ağırlaşan iş sorumlulukları, çelişkili talimatlar, hız gerekliliği, çok sayıda hırs dolu hedef. Üçüncüsü; iletişimin olmadığı, ne birbirini dinlemenin ne de iş birliğinin yer aldığı, bilakis baskı ve yıldırmanın –mobbing- cirit attığı bir mekân kaygıya ve huzursuzluğa her zaman gebedir. Sonuncusuysa; kişinin uzmanlığına gem vurulduğunu, bilgisinin yeterli olmadığını, özel yaşamla iş yaşamının aynı çıtada durmadığını hissettiğinde kaygı sinsice artar. 

Elbette bu dış sebeplerin tetikleyici bir etkisi bulunur, ama aslında, kaygı ruhumuzun bile duymayacağı bir şekilde içimizde tepişir. Olayları layıkıyla idrak edemediğimizde de menfi duygular bizi kuşatır, istila eder ve de basiretimizi bağlar.

Kaygı çok yaygın mıdır?

Muhakkak. Çalışmalar; şirketleri yeni girişim stratejileri geliştirmeye iten, göz ardı edilmemesi gereken bir yıkıma işaret etmektedir: çalışanları cesaretlendirmek, şirketle bağlarını sağlamlaştırmak, refah ve selametleri üzerine teşebbüslerde bulunmak gibi. Fas'taysa bu durum gizli kapaklı. Fas şirketlerinde düzenlediğim anketlere göre, kaygı kendini ücret taleplerinde ya da ağır ilerleyen bir kariyerde gösteriyor; çalışanların çoğu da ya bunları tam ifade edemiyor ya da sıkıntıyla baş başa kalıyor.

Kaygı ile stres arasında nasıl bir bağ kuruyorsunuz?

Stresin gerçek tanımı, bize iki olgu arasındaki ilişkiye mâlik olmamızı sağlamaktadır. Stres kişinin, çevresinin ona yüklediği korkulara sahip olduğunu anlamasıyla, onlarla yüzleşecek kendi dayanakları olduğunu bilmesi arasındaki uyumsuzluktur. Kişi baskıyı kısa vadede yönetmeyi haizdir, ama uzun vadede büyük zorluklara cansiparane göğüs germektedir.

Kaygı çalışanda kronik bir vaka olursa, doğrudan kişi ve yönetim üzerinde yıkıcı sonuçlar doğurabilecek bir strese dönüşür. Kaygının ve stresin etkileri hem fiziksel, duygusal hem de zihinsel, davranışsaldır.

Böylesi bir manzaranın doğurabileceği sonuçlar nedir?

Yukarıda zikrettiğimiz hususlar iş düzenini bir şekilde etkileyebilmektedir: absanteizm haddi* artıyor, iş hacmi kaygılandırıyor, girişim ve yenilikse azalıyor; şirket borç batağına saplanıyor, malları ıskartaya çıkıyor, müşterilerini kaybediyor. Ama en büyük etki daha ziyade sağlık ve güvenlikte kendini gösteriyor: iş kazalarının, cürmün ve şiddetin arttığını görebiliyoruz; revirlerde geçen süreler sonra, alınan raporlar, muayeneler artık galebe çalıyor.

Kaygıyı oluşturan başka bir nokta üzerinde de kelam etmek isterim: mevzubahis; şirketlerin kadın-erkekten oluşan yönetimini pusuda bekleyen duygusuzluk ve iki arada bir deredeliktir. Giderek artan acil durumlarda şirketler içtimai ayrışma olmadan bir teşvike yönelmektedir. Statülerin, rollerin, mekânın ve zamanın bir karmaşasına şahitlik ediyoruz hepimiz. Oysa, şahsi ve meslek kimliğini kaybeden bir kişi, menzilini de kaybeder: kaygı için bir güzelleme. Çalışma psikolojisinden öğrendiğimiz üzere şahsi ve mesleki kimlik kaybı kişiyi sefil bir dibevurmuşluğa iter.

Çözüm olarak neler sunulabilir?

Biri şirkete, diğeri de kişinin kendisine yönelik iki düzeyli bir girişim olabileceğini düşünüyorum. Şirket düzeyinde çeşitli atılımlar sağlanabilir, örneğin: birebir yakınlık kurmak, insan kaynaklarını etkili kullanmak, çalışanlara verimi artıracak ortamı hazırlamak, tartışma ortamı sağlamak, iş otonomisini ihya etmek, çalışanı sorunlarıyla baş başa bırakmamak ve ona yardımcı olmak, fizibilite çalışmaları yapmak... Bu yaklaşım sıkıntının kaynağını bulmaya, karışıklığı ve ihtilafı incelemeye yönelik olup amaçladığı, kurumsal dayanışma içinde çalışarak ve görevlerin, faaliyetlerin özelliğini muhafaza ederek kuşatıcı bir işbirliği sağlamaktır; ezcümle: şahsi ve mesleki kimliğin inşasıdır. Birey düzeyinde, zor dönemlerden geçtiğimizde yalnız kalmamak en iyi yoldur. Bu, sadece stresi artırır. Hızlı davranmak, yeri geldiğinde çevreye içini dökmek, sorunları bir bir masaya yatırmak gerekir. Nihai amaçsa, muayyen hedefi saptayarak ve doğru, dürüst mesleki bir projeyi inşa ederek belirsizlikten sıyrılıp yeni bir yol çizmektir.
________________________________

*Absanteizm Haddi: Fr. Taux d'absentéisme. Bir iş kurumunda, belirli bir bölgede sağlık ya da izin gibi geçerli bir mazeret olmadan, bir işçinin çalışmadan geçirdiği iş günleri ve bu günlerin çalıştığı günlere olan oranı. (ç.n.)

Fransızcadan çev.: Ali Hasar


[Ayraç Dergisi 58. sayısında -Ağustos 2014- yayımlanmıştır.]



25 Haziran 2014

Fikrin İzlediği Seyir ― Arap Baharı

AHİR ZAMANLARDA DEVRİM: ALT-ÜST OLUŞ'TAN DİRLİĞE

Fikrin İzlediği Seyir: Arap Baharı

Ahmed Al Motamassik
Sosyolog ― Fas

Arap Baharı'nın öngörülemez bir şekilde ortaya çıkışı, olayları farklı veçhelerden sorgulamaya ve ele almaya teşebbüs eden birçok çalışmaya, zirveye, yayına ve de köşe yazısına zemin hazırladı. Öte yandan, bu olayları izleyen açıklamalar nihai olarak tasfiyeci ve mutedil bir etkiye sahipti. Mezkûr cihetten hareketle, bu makalenin birinci kısmı bütün açıklamaların ve toplumsal hareketlerin üretkenliğinin ircası üzerinedir.

İlk olarak; Arap dünyasını isyana iten dalgalanma etkisinin müktesebatını koruyan, şedit bir sorgulama sahasını açan bu teşekküllerle farklı vaziyetleri ele alabiliriz. Tunus, Mısır, Fas, Yemen gibi ülkelerdeki isyan dalgasından sonra şöyle denilebilir: artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Bu söylem; olayların küreselleştirici ve teferruatlı açıklamalarıyla sebeplerini bulup bulmamanın kaygısını aşan, etkili kimi sorular yöneltmemize yardımcı olmaktadır. Arap Baharı, zihniyetleri ve siyasi talepleri nasıl değiştirdi? İktidarla bağımız ve toplumsal hareketleri değerlendirmemiz açısından hangi etkilere sahip? İsyan dalgası olayların gidişatını nasıl değiştirdi? Gösteriler hangi yeni dinamikleri inşa etti?

Bu düşünceyle, ilk aşamada işbu meseleye yazılı olarak ileri sürülen açıklama türlerini ele alıp, ikinci aşamada dünyayı sarsan bu "kaos dalgası"na müteakip sudur eden değişimlerin mekânını ve izlerini inceleyeceğiz.

I – Arap Baharı: Üretim Yapılarına İlişkin Taslaklar

Bu konudaki alt başlıklar sosyal ağlar ve komplo teorisi üzerinedir.

A: Yeni Bilgi Teknolojisinin Başat İşlevi

Birçok yazı, gösterilerin başarısının temel sebebi olarak yeni bilgi teknolojileri ve sosyal ağlar üzerinde durdu. Yapılan çağrılar başarısızlığa uğramadığı gibi bilakis manidardı: Facebook Devrimleri, Twitter Devrimleri, Devrim 2.0, Wikileaks Devrimi… -Devrimlerin yılmaz yoldaşı, teknolojiden müteşekkildir.-

Biz; bilginin intikalinde, demokratikleşmesinde ve de nüfuzunda yeni bilgi teknolojilerin önemini es geçmiyoruz. Tam tersine, Arap düzen-karşıtlığının çıkışında ve ihyasında başat sebebin bu olduğunu söylüyoruz. Bu tezi savunanlara kulak kesilirsek; teknoloji ağları olmasaydı, Arap devrimi olmazdı. Velhasılıkelam, böylesine bir infial tek bir sebeple ilişkilendirilemez. Mevcut çalışmalar sosyal değişimlerin çok unsurlu yönüne dikkat çekmektedir. Mesela; M. Dobry, Siyasi Krizlerin Sosyolojisi'nde -siyasi değişkenlikten ve çok katmanlı bir seferberlik-ten bahseder.

Medyanın büyük bir kısmı bu sosyal ağların gücünü ve mübalağalı, dönüşümsel niteliklerini putlaştırarak hataya düştü. Oysaki açıklayıcı unsur olarak bu tabloyu genişletmek, acı ve baskı içinde tüm sosyal değişimlerin üstünü örtmek demektir. Bunun dışında, iktidarı da muhalefeti de sosyal ağları kullandı. Mevcut iktidarlar olası gösterilere karşı koymak, onları engellemek ve zımnen olayları ıslah etmek için kullandılar.

B: ABD Menşeli Turuncu Devrim Kuramı

Bu kuramın öncülleri şu şekilde sıralanır:
  • George W. Bush hükümeti tarafından 2003'te Büyük Ortadoğu adıyla duyurulan, müttefik Arap ülkelerinden ve Arap olmayan Türkiye, İsrail, İran, Pakistan ve Afganistan gibi ülkelerden oluşup amacı "özgürlük ve demokrasi" olan kuram ve ilgili açıklamalar.
  • ABD ile olan ilişkiler:
  • Müttefik olarak bilinip reformların gayet kararlı, tahribatınsa az olduğu ülkeler: Körfez Ülkeleri, Suudi Arabistan, Ürdün, Fas.
  • Tablonun Amerikalıların niyetlerine göre şekillendiği ülkeler: Mısır, Yemen, Tunus.
  • Yaptırımın sert ve acımasız olduğu azılı düşmanlar: Libya, Suriye.
  • Arap dünyasında Batı tarafından düzenlenen isyanlarda yapılan yardım ve yataklık.
Bu açıklamanın yeterince indirgemeci olduğunu ve gösteri kültürünü, tarihini ortadan kaldırdığını düşünebiliriz. Kuşkusuz; ABD'nin niyeti, stratejik çıkarlarına yönelik dengelerini korumayı sağlamak ve de "selamet"ini muhafaza etmektir. Her şeyin Makyavelci bir anlayışa göre önceden planlandığını söylemek, Amerikalıların Irak ve Afganistan'daki başarısızlıklarını unutmak olur. "Kaçınılmaz bir şeydir…" der Max Weber, ilk niyet ile son sonuç arasındaki ilişki.

Bu iki alt başlıkla yetiniyoruz; zira ekonomik, siyasi ve sosyolojik sebeplere nazaran bu kuramlar daha yeni. Ekonomik sebeplere yönelik açıklamalar; küresel kriz ve merkez-çevre arasındaki düzensiz ilişkiye yönelik... Siyasi sebeplerse hali hazırdaki hükümetlerin diktatörcü yapısı ve demokratik sisteme geçmeyi başaramamalarına… Sosyolojik sebeplerin savunucularının öteki gençlik'in kitle iletişim araçlarını kullanışındaki marifetini, beynelmilel bir eşiğe adım atmalarını ayrıcalık olarak görmeleriyse bir başka muhkem nokta olmaktadır. 




II – Arap İsyanlarının Gelişiminin Etkileri

Neden kavramının ihlali; toplumun farklı kesimlerinde, -hâl-i pürmelâl sessizliklerinde- Arap Baharı'nın etkilerini anlamımıza yardımcı olmaktadır. Bu bakışın; gücünü ve menzilini ortaya koydukça bizi daha da sorgulamaya ittiğini söylememiz gerekir.

A) Korku

İktidar ilişkisi, mevcut iktidar için tehlike sinyallerini algılama ve durumu algılama diye iki başat aygıta sahiptir. İlki: vatandaşların gereksinimlerini karşılayabilecek bir sistemin meşrulaştırılmasıdır; nihai amaç: üretim koşullarını temin eden sembolik iktidar için sembolik sermaye toplamaktır. Bu tarz bir sistem daha ziyade "demokratik" ülkelere matuftur.

İkincisi: gösterileri durdurmak ya da olası bir gösteriyi engellemek amacıyla fizikî şiddet kullanarak vatandaşta korku oluşturmak. Bu tür bir tahakküm; iktidarın başına buyruk, yönlendirici olduğu ülkelerin metasıdır. Bu noktada, söz konusu olaylardan sonra insanlar artık özgür bir şekilde kendilerini ifade etmekte ve hayır diyebilmektedir. Fas’tan iki örnek: çalışma şartlarını herkesin gözü önünde protesto eden Polisler; Adalet Bakanı’nın tutumunu eleştiren Hâkimler.

Korkunun defi, hakiki demokrasinin ihyasına bir prelüd'dür.

B) Yeis

Önceki gösterilerin muvaffakiyetten uzak oluşu savaş stratejilerinin etkisi üzerinde kimi algılara yol açtı. Suların durulması, elit kesimde yeisi tırmandırdı ve mevcut iktidarlara çelimsizleri, it-kopuk takımını silahlandırma teşebbüsünü bahşetti.  Gösterilerin seyri, umutları tazeledi ve de dirilişin her zaman mümkün olduğunu gösterdi. Siyasi kolektiflerin içtiması bu yeniden-doğuşa şahadet ediyordu. Umudu yeniden kazanımıysa, Sovyet Bloğu'nun çöküşüyle zarara uğrayan Arap Solu’nun direnişine adeta ab-ı hayat oluyordu.

C) Ayrışma

Modernistler ile gelenekçiler, laikler ile dindarlar, muhafazakârlar ile yenilikçiler… Mevcut iktidarlar her zaman ayrışma, bölünme üzerinden bir dil geliştirmişler ve bu ayrımlarda zorbalığa duçar olmuşlardır.

Tunus, Kahire, Kazablanka; geçmişinde daha önce görmediği bir halk kitlesini meydanlarında gördü.

Tüm bu olanlar, -geçici olsa bile-değişimi gerçekleştirmeye imkân sağlamıştır; biri ya da öteki olmaktan ziyade "birlikte olmaya" çalışılmıştır. Fas'ta şu anda Komünistler ve İslâmcılar arasında ortak bir temele dayalı bir koalisyon hükümeti vardır.

D) Alt-üst oluş

Gösteriler, iletişimin her türlü seçeneğini haizdi. Siyasi ve ideolojik söylemler ekonomik analizlerin, halel gelmiş makamların etrafında eklemleniyor, gelgelelim sosyal birliğin şahs-ı manevisine tesir edemiyordu; yalnızca aynı düşünceleri paylaşan ya da en azından kültürel bir birikimi olan elit kesim tarafından bir anlam veriliyordu. Bu durumun nihayetiyse: alt ve üst tabaka arasındaki uçurumdur. Bu hercümerçlik’in tersine, Arap isyanlarının söylemi daha ziyade basitti: bir terane değil, insanların hakikatiydi. 20 Şubat Hareketi, "onur" ve "adalet" içindi; "yıkım" için değil. Bu 3 ay büyük bir nüfuza sahipti, zira insanların hıncı pusuya yatmıştı ve sonra da bir olup yürüdüler.

E) Kavramsal Zincirler ve Yöntem Üzerine

Araştırmacıların çoğu siyasi krizler ve toplumsal ayaklanmalar üzerine klasik kuramları ve de olayların ehemmiyetini incelemek için çalışmalar yaptı yapmasına ama araştırmaların büyük bir kısmı değişimsel dinamiğin işlevinin gerçek mekanizmalarına değinmeden geniş çaplı açıklamalarına bir yenisini ekleyemedi, aynı söylemler defaatle tekerrür etti. Bu da genç araştırmacılara -öznenin eylemine itibar ederek- yeni yöntemleri açtı.

Arap Baharı'nın çıkışının epistemolojik etkileri:
  • Geçerli açıklamaların temelini oluşturan epistemolojik zincirin yapıbozumu.
  • Tarihsel ve sosyolojik determinizm üzerine tartışmaların canlanması.
  • Eski görüşleri saf dışı bırakan ve sosyal dinamikleri farklı bir şekilde aksettiren soruların yeniden düzenlenmesi.
  • Dönüşümlü eyleme geçişi sağlayan müteessir gücün telakkisi.
  • Yapısal ve varsayımsal bağlamlarında kolektif ve bireysel özne çeşitliliği karışıklılığının yeniden topluma kazandırılması.
  • Makineleşmemiş bir toplumun inşasının ve öngörülemezliğinin ıslahı.
  • Tek tip düşünceden azade oluş.

Bu düşüncelerimin nihai amacı, Arap Baharı'nı tarihe gömenlere birkaç kelam edebilmektir. İsyan dalgasının dönüşünü -tarih de tekerrür edecektir- açıkçası bekliyorum. "Arap Baharı" Sonbahar dönemine girdi, kış kapıda! Ortadoğu’da çok daha büyük kışların yaşanacağı muhakkak… Bu durumu, toplumların yapısından, isyanların ortaya çıkış sebeplerinden ve şu anda gelinen noktada ekonomik iflaslardan, siyasi oyunlardan ve demokratikleşme adımlarında yaşanan sıkıntılardan anlayabiliyoruz. Yakın gelecekte "Arap Baharı" kavramıyla ortaya çıkarılan bu süreci Ortadoğu'da daha doğru analiz edeceğiz ve hem Batı'da hem Amerika'daki etkilerini de daha yakından gözlemleyeceğiz.

Fransızcadan çeviren: Ali Hasar

[Ayraç Dergisi 56. Sayısında ve Heyula Eleştiri'de yayımlanmıştır.]

12 Nisan 2014

Anne Sauvagnargues ― Deleuze ve Sanat






Her olayın ve her güç ilişkisinin ardında Nietzsche etki ve tepkiyi ortaya koyar ve etkili ve tepkili yönünü yani gücün etolojik niteliğini ya da güç iradesinin birleşme değerini belirtir. Bu nedenle Nietzsche filozof ve sanatçıyı tıpkı bir fizyolog ve hekim olarak düşünür. Filozof, sanatçı "Nietzsche'ye özgü bir şekilde" yorum yaparlar, yani güçlerle ilişki kurar ve onlara bir "anlam" değil, "anlatım" kazandırırlar, ama onların biçimlerini, etkilerini biçimlendirdikleri yeni bir ilişkiyle özdek bağlamında birleştirerek değiştirirler. Bu bakış açısından yorumlamak bir güç ilişkisini geliştirmektir. Proust'un ilk uyarlamasından ikincisine, Deleuze, Nietzsche ile yorumun sözcük bilgisini koruyordu ama bunu bir tür belirtibilimi veya güç tipolojisi gibi ele alıyordu. "Düşünmek daima yorum yapmaktır, yani açıklamak, geliştirmek, açmak, bir göstergenin çevirisini yapmaktır" diye yazıyordu 1964'te ama 1967'de aslında Nietzsche'de görülen bir kararsızlığa göre yorum, özümsemenin yaşamsal biçimine ulaşmak için azar azar çevirinin filolojik biçimini benimsiyor. Özümseme veya besleme anlamında yorum, güçlerin göğüs göğse mücadelesine başvurur – güç diğerleriyle yetkiyi değiştirebilecek, devredilebilir yeni bir ilişki kurabilen, elde eden bir güçtür burada. Böylece belirtibilim yorumu gizli anlamın yorum bilgisinden söker ve sadece var olan güçlerin betimleyici bir listesine girişir.

Güç felsefesi bu nedenle göstergebilim ve yetki etolojisi arasında bölünür: böyle belirli göstergeler hakkında bunların hangi güç durumuna başvurdukları, hangi yetki değişimlerini ortaya koydukları sorulur. Her güç ilişkisi, olgu, örgütler, toplum, bilinç, var olan nesne durumu böylece bir tipleme, söz konusu yaşam biçimlerinin eleştirel bir incelemesinin taslağı yapan, yetkisi hakkındaki soruya borçlu olur. Yetki iradesi, var olan güçlerin ayrıştırıcı ilişkisini gösterir ve Nietzsche'yi etkili ve tepkili güçlerin tipolojisini yapmaya götüren olumlu ya da olumsuz güçlerin canlılıklarıyla kendini ifade eder. Göstergebilim, belirti olarak güçlerin durumuna gönderme yapar ve yetkisinin varlık bilimini içine alır: özellikle kendisi bir yetki değişimi tanıyan gösterge herhangi bir güç ilişkisini içerir. O zaman Nietzsche gücün farklı biçimlerini ayrıştırabilir ve söz konusu güçler, etkiler, davranışlar ve tepkiler gereğince toplumtarihsel biçimlerin taslağını yapabilir. Buradan anlaşılıyor ki belirtibilimi, harekete geçirdikleri yaşam biçimleri gereğince toplumsal ürünleri ve eylemleri değerlendiren bir toplumbilim, siyaset ve bir göstergeler edinimini içine alır. İşte bu yüzden Deleuze Nietzsche'den sanatın bu belirtibilimsel yeteneğini yeniden alır ve anlamlandırmanın yorumunu güçlerin deneyimiyle değiştirir. Deneyimlenen sanatı zorunlu kılmak, öncüler hakkında bir yüzyıllık yumuşatılmış klişe olan gerçeküstücü buyuruyu bir kez daha reddetmekten ibaret değildir.

Deleuze, yazını bir hekim gibi düşünür. Mazoşizm için Sacher-Masoch, eşcinsellik için Proust, yoldan çıkma için Klossowski, şizofreni için Artaud, bürokrasi için Kafka: onların yazıları bir güç tipinin duyarlı sismografı gibidir ki bu yazılar olmaksızın duyarlık eşiği aşılamaz. Bu yüzden sanat duyum mantığıyla belirtibilimsel tıp eğilimini birleştirir. Eğer sanatın erdemi göstergeleri belirlemekten, elde etmekten, duyarlılaştırmaktan ibaretse, sanat felsefesi bunun tipolojisini yapar, açık ve değişken bir liste içerisinde gösterge ve imgeleri değerlendirir.

Demek ki sanat felsefesi güçler ve göstergeler düzleminde anlaşılması gereken bir göstergebilgisinden oluşmaktadır. 1964’te Deleuze şöyle yazar: "Proust’un sorununun genelde göstergeler sorunu olduğu ve göstergelerin farklı dünyalar kurduğu, dünyevi boş göstergeler, aşkla ilgili yalan göstergeler, özdeksel duyarlı göstergeler ve son olarak temel sanat göstergeleri, bize bahşedilsin istiyoruz sadece". Öyleyse söz konusu olan güçler değil, göstergelerdir ve Deleuze, göstergelerin aynı yapıda olmayan farklı dünyalarda bir arada var olduklarını vurgular. Dünyayla ilgili göstergeler, aşk ve kıskançlıkla ilgili göstergeler, duyarlılık göstergeleri, sanat göstergeleri: göstergeler dizgesinin veya düzeninin bu zorunlu çokluğu tek bir dilbilim ya da anlamlandırma ölçüsüne indirgenemez. Ritimler için olduğu gibi göstergeler için de "onları birleştirecek üstün bir biçim tarafından açıklama" aranamaz ve onları kuracak "bir kesite", düzenli olsun ya da olmasın götürülemezler. Sanat göstergeleri geleceğe yönelik aykırılıklarını, bölünmüş düzensizliklerini korurlar. Böylece sanat "evrenin belirtibilimi" hâlini alır ve Deleuze farklı, dünyevi dış görünüşle, aşk göstergeleriyle duyarlı karşılaşmayla ve sanat göstergeleriyle çevrelenmiş dizgeleri ayrıntılandırır. 1964'te Deleuze bu ayrık dünyaları sıradan deneyimden sanata giden yeni Platoncu yörünge etrafında ilişkilendirmek için öz kavramını kullanır, 1970 ve daha sonra 1976 yılındaki versiyonlar bölümün birleştirilemeyen niteliğini, belirgin çokluklarını ve alt edilemez benzersizliklerini koruyan göstergeleri oluşturan farklılığı üstlenirler. Yapıt kişisiz bir deney işlevi yüklenir ve gösterge çeşitlerini sayarak güçleri belirler ve ele geçirir.

Dış görünüş bilgisinin tıpla ilgili olduğunu söylemek ve göstergelerin tanılanmasının bir kliniğe eşdeğer olduğunu göstermek yetersizdir. Bu kliniğin neden etik ve ontolojik bir güç etolojisi geliştirdiğini de açıklamak gerekir. Sanat bundan iyi ve kötünün törebilimini oluşturur ve güç ilişkilerinin etolojisini veya etiğini ele alır. Bu güç elde etme aynı zamanda göstergebilgisine, belirtibilimine ve etiğe olanak tanır.

Deleuze, Gilles – Proust et Les Signes [Proust ve Göstergeler]

Deleuze, Gilles – Deux régimes de fous, Textes et Entretiens [İki Delilik Rejimi, Metinler ve Söyleşiler]

Deleuze, Gilles – Pourparlers [Müzakereler]

Deleuze, Gilles – L'Ile Deserte et Autres Textes [Issız Ada ve Diğer Metinler] 

Sauvagnargues, Anne – Deleuze et l'Art [Deleuze ve Sanat, Fr. Çev.: Doç. Dr. Nurten Sarıca]