25 Mart 2020

Andrey Zvyagintsev — Dönüş Üzerine Bir Diyalog



Ali Hasar: Yönetmen Zvyagintsev'in baba-oğul ilişkisi üzerinden geliştirdiği tematik filmi Dönüş'te karşımıza soğuk mavi bir tonda manzara çıkıyor ve filmin genel görüntüsüne de, ilişki biçimlerine de bu hakim denilebilir. Babanın 12 yıl aradan sonra eve dönüşü, anneyle hiç yakın olmayışı, yönetmenin çok az diyaloga yer vermesi zihnimizde bir set uyandırıyor: Baba ve büyük oğul Andrey, küçük oğul Ivan (Vanya) arasındaki bu bağ; teolojik, toplumsal, psikanalitik ya da başka düzlemlerde de okunabilir. 

Gökhan Özcan: 12 yıllık bir boşluk var. Bu boşluğu Ivan'ın daha fazla hissettiğini görüyoruz. Baba bu boşluğa Ivan'ın beklentilerine göre bakamıyor ve telafisi için Ivan'ın ve seyircinin gözünde de neredeyse hiçbir şey yapmıyor gibi. Andrey, Ivan kadar hissedemiyor bu boşluğu. Babasıyla yakınlaşması ona iyi geliyor gibi. Ivan ise güvensizlik, hınç ve öfke duygularının kompozisyonunu deneyimliyor. 

Ali Hasar: Çünkü Andrey, babasıyla vakit geçirebilmiş. Ivan, bundan nasipsiz diyebiliriz. Onulmaz bir boşluk var içinde. Vanya, iskeleden atlayamayınca abisinin sorumsuzluğuna daha yakından şahit oluyoruz. Bunun üzerine Anne, bir şekilde Babayı çağırıyor ve aralarında neredeyse hiçbir yakınlaşma olmuyor, diyalog geçmiyor, muhtemelen Anne suçlu burada ya da Babanın gizli bir görevi var, belki bir kaçak, ajan, mafya ya da başka birisi. Sır perdesi var üzerinde. Ve Annenin Babadan oğulları için istediği bir ödev var. Baba ile oğulların çıktıkları yolculuk, bir terbiye süreci gibi, çıktıkları vahşi doğa gibi ilişkileri: sert ve amansız, bir disiplin, bir inisiyasyon gibi: hayata karşı. Buraları nasıl açımlarsın?

Gökhan Özcan: Filmin fenomenolojik düzleminde kalırsak, bunları pekala söyleyebiliriz. Adım adım daha da çetinleşen bir ilişkisellik ve mekan deneyimiyle karşılaşıyoruz. Baba, hayatta kalmaya dair dürtüleri aktifleyerek katı bir doğa rehberi rolüyle karşımıza çıkıyor. Bu kabuk rolün altında hisseden bir insan arıyoruz. Bunu bulamadığımızda ise evet, sanki daha kapsamlı bir amacın varlığından şüpheleniyoruz: İnisiyasyon. Ama neden şimdi? Ya da neden bu yöntemle? Ve kim olarak? Bu sorular seyircinin zihnine tevdi edilmiş sorular bence. 

Ali Hasar: Bu sorular, filmin adını teşkil ediyor: Dönüş. Baba yuvaya dönüş içinde ama bir yandan da çıkış üzere. Babanın bir ödevi var ve Anne ile çatışmadan ötürü ya da daha önce bahsettiğim gibi bilinmez kişiliğinden ötürü çok kalamaz, gitmek zorunda. Babanın bu iki-arada-bir-dereliği, oğullarına sadece özgüven ve gelişmekte olan karakterlerini beslemeyle kalıyor sadece. Onlara bir oğul gibi değil de yetişkin olarak yaklaştığını görüyoruz bir taraftan, ilk yemek sahnesi buna örnek oluşturuyor. Andrey uyum içindeyken, Vanya bir yabancı ve bu uyumu bozuyor: baba ile değil de Anne ile daha çok özdeşleşiyor. Bu noktada Totem ve Tabu çerçevesinde olduğu gibi bir baba ve onun otoritesine karşı oğulların isyanını görüyoruz. Bu da küçük oğul Vanya tarafından gerçekleştiriyor: Babayı hem fiziken hem ruhen kemirmeye başlıyor. Vanya, "Daha kötü olmasan seni sevebilirdik." diyordu bir yerde. Tez ve antitez üzerinden bu noktada senteze nasıl ulaşılabilir? Kurban figürü, teoloji üzerinden nasıl bakılabilir bu noktalara? 

Gökhan Özcan: Evet, Ivan söylüyor bunu. Andrey'den bu cümleyi bekleyemeyiz. O, kestirmeden giderek babayla hızlı bir özdeşleşmeyle sorunun etrafından dolaşıyor. Ivan ise sorgulamayı, hesap sormayı ve Totem ve Tabu'ya yaptığın yerinde atfın bağlamında, babaya isyan edip babayı "sindirmek" ve bu ödipal karmaşadan sağ çıkmak istiyor. Ama bunun için zamana ihtiyaç varken baba ve Ivan'ın kısıtlı bir zamanı var. Ivan'ın babayı kötü olarak nitelemesi bizi şaşırtmıyor. Terk edilmişlik duyguları içinde Ivan kurban, baba işkenceci rolüne bürünüyor. Ivan dünyayı paranoid bir kutupsallık içinde algılıyor ister istemez. Kötünün baba olması, tüm bu olan bitene, 12 yıla bir anlam vermesini sağlıyor. Ve tam da bu yüzden Ivan'ın, hele ki yaşını da gözden kaçırmazsak, buradan diyalektik bir bakışa gitmesi, babasını ve onun yaşadıklarını dinlemesi, babasının bu ada gezisiyle gerçekten neyi amaçladığını merak etmesi ve bu amacın iyicilliğine ihtimal vermesinin çok güç olduğunu teslim ederiz.

Ali Hasar: Yönetmenin kullandığı resimler aracılığıyla bir ağıt görüyoruz. 12 yıllık gurbetten ölü bir baba geliyor. Babanın açılıştaki uyku sahnesiyle kayıktaki sahnesi benzer bu aşamada. Baba, oğullar için zaten ölmüştür. Dönüş, teolojik referanslarıyla, yönetmenin kullandığı soğuk renklere inat Anneyi çok canlı betimliyor. Baba, çok ketum ve sert bir tavra sahip. Ivan ise, Kurban olmamayı seçiyor. Anne, yuvaya dönüşü, merhameti ve sıcaklığı yansıtıyor. Anne ve Baba üzerinden rejimin sürecini ve toplumsalı da görebiliyoruz. Eril iktidar baba figürüyle gösterilirken, istikbal annenin barışçıl tabiatında gizleniyor. Sevgisiz filminde de bunları görmüştük. Zvyagintsev, toplumsal ile ilgilenmekten de geri durmuyor. Küçük Vanya’nın Baba ile çatışması, onun otoritesini tanımaması filmin omurgasını oluşturuyor. Kule ve su metaforuyla da bir geçmiş belleği çıkıyor önümüze, karanlık ve dipsiz bir yer. Filmde, düzen ve düzensizliği bu açıdan sezebiliyoruz. Ada, tüm bunlara rağmen ufukta istikbali de hep bize gösteriyor. Babanın temsil meselesine ek olarak, filmdeki gizemli boşluklar bizlere pay ediliyor. 

Gökhan Özcan: Gizemli boşluklar ve babanın kayıkta yatan ölüsüyle birlikte suya gömülen gizemli bir kutu. Filmin son sahnesinde ekrandan akan fotoğrafların o gizemli kutudan çıktığını varsayarsak, ki bu içimizi rahatlatır, o zaman babanın gerçek amacı kendini ifşa etmiş olur: Dönüş. Baba gerçekten de ailesine "kesin dönüş" yapmak istemiş olabilir mi? Bu fotoğrafların özellikle Ivan'ın kuşkularına karşı bir kanıt niteliği taşıdığını düşünebilir miyiz? Ve son sahne: kayığın ve ölü babanın batışı, oğulların "baba" diye yakarışları. Ölü baba, ardında özellikle Ivan'a biraz daha fazla, suçluluk duygusu ve mevcut olmayanın, boşluğun yasını bırakıyor. Bulunamadan tekrar kayboluyor. Trajedi de kendini burada tüm keskinliğiyle peyda ediyor. 

Ali Hasar: Bu hususta, iki Dönüşten bahsedebiliriz kanımca: Birincisi, senin de dediğin Babanın dönüşü, ikincisiyse oğulların Anneye dönüşü, yuvaya. Baba-Oğul-Kutsal Ruh referansıyla biz babanın uyurkenki hâlinde bunu sezebiliyoruz. Yönetmen burada antropomorfik bir atıfla Babayı tanrısallaştırıyor. Vanya, gerçeklikle karşılaşınca sarsılıyor ve bunu sinir harbi olarak görüyoruz Baba ile oğul arasında. Çatışma doğuyor ve büyüyor. Babalarının tedrisatından geçerken 12 yıllık gurbet önlerine taşıyor. Bunlardan hareketle, filmin de gidişatıyla ilgili olarak İd, Ego, Süperego bağlamında neler söylemek istersin? 

Gökhan Özcan: Psikanalitik yorumu ön plana pek fazla koymak istemem bu film için ama baba-oğul ilişkisi üzerinden elbette Ivan'ın öznelliğinde kalarak yapısal modeli tartışmak zihin açıcı olabilir. Süperego anne-baba-çocuk üçgeninde yapılanan bir ruhsal yapı. Özellikle baba, ki bu Tanrı algısıyla birlikte anılır, süperegonun gelişimini sınırlamalarıyla tohumlar. Yemek sahnesinde Ivan'ın önündeki yemeği bitirmesi için babanın emirler yağdırması, süre tutması bu sınırlandırmalara, yanlış bir yöntemle de olsa, örnek teşkil edebilir. Babanın dönüşü, birlikte yaşamaya devam etmeleri özellikle Ivan için büyük bir şans olabilirdi. Süperegoya karşı çıktıkça ve onu yenemedikçe süperego içinde bir süre sonra uygun bir pozisyona yerleşebilirdi. Kayıkta kürek çekerkenki babasına kurduğu cümleyi hatırlayabiliriz Ivan'ın: "Sen bizden güçlüsün." Ivan bunu zaman içerisinde daha olumlu duygularla söyleyebilmiş olsaydı pre-ödipalitesi ödipaliteye tekabül edecek ve içsel babayı daha uygun bir duygulanımla içinde yaşatacaktı. Bu olmadığı gibi bir de babanın ölümünün yükünü taşımak zorunda kaldı (hem gerçek hem mecazi anlamda). Tanrı ile ilişkiyi buraya indirgemek istemem tabi. Tanrı inancının iç dünyamızda teslisteki Baba'ya tekabül eden bir ruhsal durumla ilişkilendirildiğini biliyoruz. Burada Paul Tillich'in cümlesini yeniden hatırlayalım: "Gerçek iman, kendini ifade için baba imajını kullansa da, bu imajı, "baba"ya karşı bile savunulacak şekilde hakikat ve adalet prensibine dönüştürür." Psikanalizin yetersiz kaldığı nokta tam da burası. Ivan'ın kendi hakikatini (kişilik, inanç, vb.) bir biçimde babası olmadan da yapılandıracağını umuyoruz. Ivan bu suçluluk duygusuyla (ki hissedip hissetmediğinden emin değiliz) neler yapacak? Onu acaba biz mi suçluyoruz? Ya da suçlu baba mı? 

Ali Hasar: Evet, Ivan suçlu, hatası var. Görünür dünyada bu böyle. Ama benim payıma, daha geniş ölçekte bakarsak ortada bir suçlu aramamız beyhude olur. Zira yönetmen bunu dramaya dönüştürmüyor, tipik Amerikan filmleri gibi boşlukları olmayan bir yapıdan bahsetmiyoruz. Bilinçaltımızın oynadığı hileli oyunlar diyebiliriz. Zvyagintsev, bu meta-soruları seyirciye tevdi ediyor, tıpkı Bergman filmlerinde olduğu gibi. Yüzlere gözlere bulaştırılan dram yok, çünkü oğullar babalarını kayıkla sürüyor, çünkü Baba onlardan bir parça, mana madde düzeyine iniyor, Baba motifi onlar için bir değer taşıyor, Andrey ve Ivan kayıkla sonsuza açılan babalarına artık "Baba" diye bağırıyorlardı. Bu sekans, yeterince vurguluydu. Babanın mistik öyküsü, Budala Ivan ve nice sahne, bizim derinlerde bir yerde mahfuz olan hüznümüz ve içsel gerilimimiz filmin donuk pastel renklerine ve Kuzey ışıklarına yediriliyor. Dolayısıyla, toparlamak gerekirse, biz bu filmden bir suçlu aramaktan ziyade insanın insanda yurt bulduğu duyguların tepiştiği bir görsel şölen olarak değerlendirebiliriz Dönüş'ü.

23 Mart 2020

Bong Joon-Ho Röportajı — Parazit



Fransızcadan çeviren
: Ali Hasar

Parazit neyi ima ediyor?

İlk bakışta, herkes bir yaratık ya da bilimkurgu filmi gibi zannedebilir. Çünkü özellikle önceki filmlerden biri olan Yaratık (The Host) ile ilişki, devamlılık biçimi yer alıyor. 

Ama dediğim gibi, filmin kahramanları tipik bir ailenin üyeleri esasında. Ötekiyle yakın bir ortakyaşam ilişkisini sürdürmeyi arzuluyorlar, ama kazın ayağı öyle değil; bu, bir parazit olmalarına yol açıyor. Parazit'i herkesi aynı müreffeh bir hayatın etrafında birleştirmek istediğinizde ortaya çıkan mizah, gerilim ve kederi anlatan ama en nihayetinde gerçekle burun buruna geldiğiniz bir trajikomedi olarak düşündüm. 

İronik bir isim, görünürde tatlı ve hoş anılardan bahseden Cinayet Günlüğü (Memories of Murder) gibi. İnsan bir cinayetten nasıl hoş bir anı gibi söz edebilir? Aynı şekilde, bu film seri cinayetler vakası üzerinden bir dönemin hafızasını yansıtıyor. Parazit de isminde ironik bir ayrıntı barındırıyor. 

Siz, Parazit'i hangi türle ilişkilendiriyorsunuz? 

Her şeyden önce bir dram Parazit, fakat modern dünyanın fazlasıyla sindiği bir dram. Olay örgüsü aykırı durumların bir silsilesinden oluşsa da, gerçek dünyada pekala cereyan etmiş olabilir bir hikâye bu. Üzerine film yapmak için temel olabilecek, gazetelerde ya da sosyal ağlarda bahsi geçen bir olay olarak görebiliriz. 

Parazit, bundan ötürü, fikrimce daha ziyade gerçekçi bir drama, ancak bir gerilim, komedi hatta korku filmi olarak da algılanabilir. Her zaman seyircinin beklentilerini makul biçimde aşmayı yeğlerim ve Parazit'in de bu yaklaşımın bir parçası olacağını düşünüyorum.

Parazit'teki hikâyenin merkezindeki bu iki aile kim?

İlk aile, daha çok mazlum bir sosyal çevreden ve sefil bir bodrum katında öyle ahım şahım bir şeyleri olmadan yaşayıp gidiyorlar, hayatlarını idame ettirmede zorlanıyorlar özellikle. Ailenin babası, mesleki başarısızlıkları üzerinde toplamış; anneyse sporcu kariyeri boyunca asla büyük bir başarı elde edememiş; oğlan ve kızsa, üniversiteye giriş sınavlarında başarısız olmuş.

Karşılarındaysa, bir bilişim şirketini yöneten Park'ın varlıklı ailesi yer alıyor. Ailenin babası tam bir işkolik, güzel bir kadınla evli ve iki tane sevimli çocuğu var. Park ailesi, soyluların modern dünyasından ideal ailenin temsilcileri.

Filmin oyuncularını nasıl seçtiğinizi ve bunun nedenlerini anlatır mısınız?

Bu film için, tıpkı bir futbol takımı gibi, homojen bir birlikteliği oluşturan oyuncu kadrosunu bir araya getirmek önemliydi. Bu oyunculara bakınca hemen bir aile gördüğümüz duygusuna kapılmamız gerekiyordu. Bundan ötürü, bunun üzerinde çokça düşündüm. 

İlk seçtiğim Song Kang Ho'ydu, Choi Woo Shik ile Okja'yı çekerken, Song Kang Ho ile birlikte oynadığını görmek keyifli olur demiştim kendi kendime. Sonra, Park So Dam'ı seçtim, –ki görünüşü Choi Woo Shik'e çok benziyordu– zira oyun anlamında yüce meziyetleri vardı. Aile efradı arasında bağ kurmaları önemliydi benim için. Jang Hyae Jin'e gelirsek de, Bizim Dünyamız'da (The World of Us) ortaya koyduğu gücü beğenmiştim, dolasıyla Song Kang Ho'nun kudretli eşi olarak kendisini seçtim.

Park ailesi için, televizyonda gördüğümüz Kore dramalarındaki dört dörtlük bir burjuvazi aile portresini istemiyordum. Bunun yerine, saf ama kültürlü bir aile imajına ait oyunculara ihtiyacım vardı. Lee Sun Kyun'un çok yönlü yapısından her zaman etkilenmişimdir, bu da onu seçmemde güven telkin etti. Anneyi oynayan  Cho Yeo Jeong inanılmaz derinlikteki bir elmas madeni gibiydi âdeta, potansiyelinden hakkıyla istifade edilmiyordu, kısmen de olsa bunu ortaya koymak adına Jeong'u tercih ettim. 

Parazit, tek bir kahraman üzerine bir film değil, haliyle de oyuncuların birbirleriyle etkileşim içinde olmaları önemliydi. Öte taraftan, çekimlerin sonunda, herkesin kendi rolü için elini taşın altına koyduğu çalışmaya çok minnettar olmuştum.

Bu film aracılığıyla modern toplumun hangi imgesini yansıtmak istediniz?

Toplumumuzun yakasına yapışan adaletsizlikleri betimlemenin sadece tek bir yolu olduğunu düşünüyorum: o da komedi-dramayla. Başka mümkün hiçbir seçeneğin olmadığı kapitalizmin hüküm sürdüğü bir dönemde yaşıyoruz. Bu hiç adil değil Kore'de, bütün dünya kapitalizm düşüncesinin reddedilmediği bir durumla karşı karşıya. Gerçek dünyada, Ki-taek ve Park ailelerinin yolları asla kesişmiyor. Sınıflar arasındaki tek kesişim noktaları iş etrafında dönüyor, biri ötekine hizmetçi olarak tayin edildiği vakit.

Yalnızca belli durumlarda, bu iki sınıf ötekinin soluğunu hissetmek için yeterli biçimde yaklaşıyorlar birbirlerine. Filmde, her iki tarafın kötü hiçbir amacı olmasa da, iki sınıf en küçük bir sapmanın onulmaz bir çatlağa yol açabileceği bir durumun içine giriyorlar. Bugünün kapitalist toplumunda,  çıplak gözle görülmez zümre ve tabakalar var. Bugün hâlâ sosyal sınıflar arasında aşılmaz sınırlar olsa da sınıf hiyerarşisini geçmişin bakiyesi gibi düşünerek gözden uzak tutuyoruz. Bu filmin, gitgide kutuplaşan bu toplumda iki sınıfın birbirine temas ettiğinde meydana gelenleri anlattığı kanısındayım.

İnsanların filminizden ne alacağını bekliyorsunuz?

Seyircileri düşündüreceğini umuyorum. Hem komik, ürpertici hem de üzücü ve eğer film insanları bir masanın etrafında tartışmaya sevk edecekse, dünyadaki en bahtiyar insan olurum!
_______________________________________

(*) Bu söyleşinin Fransızca aslına buradan ulaşabilirsiniz.

20 Mart 2020

Paul Tillich — İmanın Dinamikleri


Nihâi Kaygı Olarak İman 

İman, nihâi derecede kaygılı olma halidir. İmanın dinamikleri, insanın nihâi kaygısının dinamikleridir. 

Nihâi kaygı olarak iman, tüm kişiliğin bir eylemidir. O, kişisel yaşamın merkezinde gerçekleşir ve onun bütün öğelerini içerir. İman, insan zihninin en odaklanmış eylemidir. O, insanın bütün varlığının özel bir fonksiyonu ya da özel bir parçasının bir hareketi değildir. Bunların hepsi iman eyleminde birleşmiştir. 

İman, bilinçli bir eylemdir. Özgürlük ve iman özdeştir. 

Gerçek iman, kendini ifade için baba imajını kullansa da, bu imajı, "baba"ya karşı bile savunulacak şekilde hakikat ve adalet prensibine dönüştürür. 

İnsanın öz doğasının, zihninin rasyonel yapısıyla aynı olduğunu reddetmeliyiz. İnsanın, aklın lehinde ve aleyhinde karar verme gücü vardır ve insan aklın ötesini yaratma veya akıl-dışını yok etme gücüne sahiptir. 

Kişiliğin kucaklayıcı ve odaklanmış bir eylemi olarak iman, "coşkusal"dır. O hem rasyonel olmayan bilinçaltı dürtülerini hem de rasyonel bilincin yapılarını aşar. Coşkunluk (vecd) kişinin merkezinde birleşmiş olan bütün öğelerle birlikte –kendi olmayı bırakmaksızın– "kendinin dışarısında kalma" demektir. 

İnsanın manevi yaşamındaki her eylemde olduğu gibi, imanda da duygu bulunur. Fakat duygu imanı oluşturmaz. Zira iman bilişsel (kognitif) bir içeriğe sahiptir ve iradenin bir eylemidir. 

İman demek olan mutlak kaygı, mutlak olan hakkındaki kaygıdır. Sonsuz tutku, ki iman bu şekilde tanımlanmıştır, sonsuza duyulan tutkudur. 

Eğer Tanrı içimizde dua eden Ruh değilse, başarılı bir dua bile imkansızdır. (Romalılar 8

Nihâi kaygı, nihai risktir ve nihâi cesarettir. 

Nihâi kaygı durumu olarak iman, insanın bütününü gerektirmektedir ve sadece hissiyatın subjektivitesine sıkıştırılamaz. 

Kutsal ve Sonsuz 

Birini nihai olarak kaygılandıran şey, kutsal hâle gelir. Bu kutsalın farkında-oluş, ilahinin varlığının, yani bizim nihâi kaygımızın muhtevasının farkında oluştur. 

Şartsız/mutlak olana erişmenin hiçbir şartlı yolu yoktur; sonsuz olana erişmenin de hiçbir sonlu yolu yoktur. 

Kutsal, yaratıcı ve yok edici olarak ortaya çıkabilir. 

Putperest iman, hâlâ bir imandır. 

Bir iman eylemi, sonsuz tarafından sımsıkı kavranan ve ona döndürülen fani bir varlığın eylemidir. 

Kutsal, her şeyden önce varlığını hissetme şeklinde tecrübe edilir. O şimdi ve buradadır; bu, onun bizimle bir şeyde, bir kişide, bir olayda karşılaştığı anlamına gelir. 

Kesinlik ve Şüphe, Vecd ve Mit 

İman hem kesinlik kazandıran doğrudan farkında oluş öğesini, hem de şüphe öğesini ihtiva eder. Bunu/böyle bir şeyi kabul etmek cesarettir. Şüphenin bu cesaretli/güçlü konumunda, iman kendi dinamik karakterini en görünür şekilde ortaya koymaktadır. 

İman olmaksızın kişilik mümkün değildir. 

Şayet şüphe kendini gösterirse, o, imanın nefyi olarak değil, fakat iman eyleminde her zaman var olan bir öğe olarak düşünülmelidir. 

Ciddi şüphe, imanın tasdikidir. 

İmanın en sıradan yanlış-yorumu, onu düşük dereceli bir delile sahip bir bilgi olarak düşünmektir. 

Güven, imanın bir öğesi olmasına rağmen, iman, otoritelere güvenden daha fazla bir şeydir. 

İmanın kesinliği "varoluşsaldır", yani insanın bütün varlığı işin içine dahildir, söz konusudur. İmanın iki öğesi vardır: Biri, kişinin kendi varlığı hakkındaki risk değil, aksine kesinliktir, yani nihâi veya mutlak olan bir şeyle ilişkili olma konusundaki kesinliktir. Diğeri ise bir risktir, şüphe ve cesaret içerir, yani gerçekten nihâi olmayan fakat nihâi olarak alınırsa zararlı olabilecek bir kaygıya teslimiyettir. 

Hiçbir inanma emri ve hiçbir inanma iradesi, iman yaratamaz. 

Ateizm herhangi bir nihâi kaygıyı ortadan kaldırma teşebbüsü anlamına gelebilir, yani bir kimsenin varlığının anlamı hakkında kayıtsız kalması. 

Mitler, ilahi-beşeri yüzleşmesine ilişkin hikayelerde toplanmış iman sembolleridir. 

Bir kimse bir miti diğeriyle değiştirebilir, fakat, o miti insanın tinsel hayatından söküp atamaz. 

İman, kendi izafiliği (relativite) üzerine kurulu olan tolerans ile kaygısının nihâiliği üzerine kurulu olan kesinliği birleştirmelidir. 

İman korelasyonunun dışarısından hareketle imanı değerlendirebilecek hiçbir kriter yoktur. 

Bu sonlu dünyada, nihâinin bulunduğu bir mekan vardır; insan ruhunun derinliği. Bu derinlik sonlu ile ebedinin temas noktasıdır. Onun içine girmek için, insan, normal hayatının bütün sonlu muhtevalarını boşaltmak zorundadır; duyduğu bütün geçici (preliminary) kaygıları nihâi kaygı uğruna terk etmek zorundadır. 

Nihâi kaygı hali olarak iman, vecd halindeki akıldır. 

İnsan sonludur, insan aklı geçici kaygılarda yaşar; fakat insan, kendisinin potansiyel sonsuzluğunun da farkındadır ve bu farkında oluş, onun nihâi kaygısı olarak, onun imanı olarak kendini gösterir. 

Bir nihâi kaygının vecdî tecrübesi aklın yapısını yok etmez. Zira vecd, inkar edilen değil fiiliyata dökülen akılcılıktır. Akıl, ancak kendi sonluluğunun sınırları ötesine çekilirse fiiliyata geçmiş olur ve nihâi'nin varlığını, kutsalı tecrübe eder. 

Çatışma iman ile bilim arasında değil, her biri kendi doğru boyutunun farkına varmamış olan bir iman ve bilim arasındadır. 

Bilim ancak bilimle, iman ise ancak imanla çatışabilir; bilim olarak kalan bilim, iman olarak kalan imanla çatışamaz.

Benzer Okumalar:

Carl Theodor Dreyer, Ordet

Ingmar Bergman, Kış Işığı: Öğretmen Marta'nın Papaz Tomas'a Mektubu
_________________________________________
(*) Paul Tillich, İmanın Dinamikleri, çev. Fahrullah Terkan, Salih Özer, Ankara Okulu, 2016.

18 Mart 2020

Fransızca YDS–YÖKDİL Locutions Verbales Listesi (PDF)

Paul Klee
Fransızca YDS–YÖKDİL Locutions Verbales Listesi

Sınavlarda çıkmış locution'lar yer almakla beraber,
bunların dışında kalan, önemli gördüğüm locution'ları da listeye ekledim, örnekler verdim.

İndirmek İçin Tıklayınız:


14 Mart 2020

Hannah Arendt'in Martin Heidegger'e Mektubu








1929

Sevgili Martin,

Hakkımda pekala başka ve tesadüfi kaynaklardan haber almış olmalısın. Bu da haberin saflığını gideriyor, fakat Heidelberg'deki son görüşmemizde bir kez daha yenilenen ve saadet bahşeder bir tarzda sağlamlaştırılan güveni değil. Bugün sana öyle geliyorum, eski teminat içinde ve eski bir ricayla: Beni unutma, sakın unutma; çok iyi ve derin bir şekilde bildiğim gibi, aşkımız hayatımın lütfu ve inayeti oldu. Bu bilgi kalbe dokunmak için değil. Bugün de değil. Çünkü ben kendi göçerliğimin aidiyetini ve yurdunu bir insanda buldum, muhtemelen bunu çok az anlayacaksın.

Sık sık senin hakkında bir şeyler işitiyorum. Ne var ki, hepsi meşhur bir ismin anılışındaki o hususi yabancılık ve dolaylılık içinde. Bu benim için zor özdeşleşilebilir bir şey. Seve seve bilmek isterdim: Neredeyse acı veren bir memnuniyetle, nasılsın, şu an neyle meşgulsün ve Freiburg sana ne veriyor?

Alnından ve gözlerinden öpüyorum.

Senin Hannah

****

Eylül 1930

Martin,

Bugün seni gördüğümde, bağışla, hemen kendimi toparladım. Fakat, seninle Günther'in pencerede yan yana duracak olması, bu resim beni bir anda sarstı ve ben peronda, bu görüntünün iblisçe açıklığına yol vermek istemedim. Bağışla.

Beni tamamen alt üst eden birçok şey bir araya geldi. Seni görmek, sadece, her zaman olduğu gibi hayatımın en sıkışık ve duru sürekliliği hakkındaki bilgimi uyandırmıyor, lütfen bırak söyleyeyim, aşkımızın sürekliliği hakkındaki bilgimi de uyandırıyor.

Bilakis, saniyelerce önünde durdum. Sen aslında beni çoktan görmüştün. Üstünkörü baktın. Ama beni tanıyamadın. Küçük bir çocukken, annem beni ahmakça bir oyun oynayarak çok korkutmuştu. Hani bir daha kimsenin onu tanıyamayacağı kadar burnu uzayan Cüce'nin masalını okumuştum. Annemin bana oynadığı oyun sanki bugün başıma geldi. Sadece sürekli bağırdığım korkuyu, o kör korkuyu hâlâ çok iyi hatırlıyorum: Hâlâ senin çocuğunum ve Hannah'yım. Bugün de tıpkı böyleydi.

Ve sonra tren çekip gitti. Evet böyleydi, tıpkı şu an düşündüğüm gibi, o hâlde istediğim gibi: Siz ikiniz orada yukarıda ve ben yalnız ve büsbütün çaresiz karşınızda. Her zaman olduğu gibi elimde hiçbir şey yok, olayları akışına bırakmaktan başka, beklemekten başka, beklemek, beklemek.

****

New York, 27 Kasım 1970

Sevgili Martin,

Günlerdir, haftalardır sana yazmak; en azından mektubunun bana ne kadar iyi geldiğini, paylaşımının ve Zaman şiirinin tefekkür ederken nasıl yardımcı olduğunu söylemek istiyorum. Yıllar, yıllar önceki diğeriyle birlikte.

Ölüm varlığın sıradağıdır
Dünyanın oyununda.
Ölüm senin ve benim olanları
Düşen ağırlığa taşır
Bir huzurun yüksekliğine
Salt yeryüzünün yıldızına doğru.

(Umarım yanlış alıntılamamışımdır, tekrar bakmak istemiyorum.)

Fakat yazamıyorum; belki konuşabilirdim ama yazamıyorum. İki insanın arasında bazen, çok nadir, bir dünya oluşuyor. Sonra bu bir vatan oluyor, kabul etmeye çoktan hazır olduğumuz her hâlükârda biricik bir vatan. İçinde dünyaya karşı korunduğumuz bu minicik mikro-dünya, biri çekip gittiğinde yıkılıyor. Gidiyorum, çok sakinim ve düşünüyorum: gitti.

Sana ve Elfride'ye teşekkür ediyorum. Eve ne zaman taşınıyorsunuz? Yanımda Du Thor Seminerleri'nin sonuncusu var: "La finitude est peut-être la condition de l'existence." (Fr. Sonluluk, belki de varoluş hâlidir.) Şu an plan yapamıyorum ama ilkbaharda nerede olacağınızı bilmek güzel olurdu.

Her zaman olduğu gibi

Hannah

****

21 Temmuz 1972

Sevgili Martin,

Dün çok güzeldi. Eylülün gelişini sevinçle bekliyorum. Şimdi aklıma geldi; ayın 26'sında sizi rahatsız etmemeye dikkat etmeliyim.

Bir aşağı bir yukarı çok şey düşündüm. Düşünce, eğer sendeki gibi her sabah yeni bir başlangıç yapıyorsa, sonuçlarını hiçbir şey örtemez. Bu bir ödüldür ve bu ödülü düşünsel faaliyetin aslı olan "sözlü ifade", yazı için de talep eder. Bu konuda Kant'ın çok güzel bir ifadesi var, kâğıt hazinem arasında ona tekrar denk gelirsem onu sana göstereceğim. Kant aşağı yukarı şöyle bir şey söylüyor: sonuçlar akla muhaliftir, akıl onları sürekli çözer durur. (Sokrates)

Merkür'ün Haziran sayısı daha yeni elime geçti. Wiezsäcker'in ziyareti yüzünden: Muhtemelen onun kısa süre önce yayımlanan kitabı Die Einheit der Natur'u (Tabiatın Birliği) biliyorsundur. Merkür'de Gernot Böhme'nin Physik zu Ende denken başlığı altında uzun bir mülakatı var. Belki ilgini çeker.

Melville'in Billy Budd eserini elde etmek için uğraştım; muhtemelen kitap yarın burada elime geçecek. Onu kitapçıdan direkt sana gönderiyorum.

En iyi dileklerimle, özellikle de "60 Sayfa" için.

Her zaman olduğu gibi,

Hannah

Elfride'ye selamlar.
_________________________________________
(*) Martin Heidegger, Hannah Arendt: Mektuplar, çev. Melek Paşalı, Kaknüs, 2009.

6 Mart 2020

Elias Canetti — Acımasız Dostla İkili Söyleşi

Andrew Wyeth, The Kuerners, 1971.


Güç ve Hayatta Kalmak 

Bir insanın bir ölüyle karşılaşması, kendi ölümüyle karşılaşması anlamına gelir; gerçekten ölmediği için, ne de olsa kendi ölümü gibi değildir bu karşılaşma; ama öte yandan her zaman bir başkasının ölümü söz konusu olduğundan, kendi ölümünü aşan bir şeydir. Duyarsızlığını yüreklilik ve erkeklikle karıştıran profesyonel katil bile bu hesaplaşmadan kaçamaz; benliğinin çok iyi gizlenmiş bir köşesinde, aynı dehşeti o da yaşar. 

Uzanmış yatan bir ölüyle karşılaşanın duyduğu dehşetin yerini, rahatlama duygusu alır: Ölen, ölüyle karşılaşan kişi değildir. Olabilirdi. Ama ölmüş olan, ötekidir, bir başkasıdır. Ölüyle karşılaşan ise dimdik ayaktadır, ne yaralanmıştır, ne de kılına dokunulmuştur. Ölen, ister onunla karşılaşanın eliyle yaşamı son bulmuş bir düşman, ister yitirilmiş bir dost olsun, her şey sanki hayatta kalanın karşısına çıkan ölümü bir başkası kendi üstüne çekmiş gibi bir görünüm oluşturmaktadır. Hızla egemen olan duygu, bu duygudur. Başlangıçtaki dehşet, bir doyuma ulaşma duygusuyla karışır. Henüz her şeyi yapabilecek olan, ayakta duran insan, dimdik ayakta oluşunun bilincine hiçbir zaman bu denli varmamıştır. Başını bu denli dik tutabildiğini hiç algılamamıştır. Kendini tümüyle o anı yaşamaya vermiştir ve ölüye üstün olma duygusu, onu ölüye bağlamaktadır. 

İnsan, kendi yaşamadığı sürece ölüme hiçbir zaman tam olarak inanmaz. Ama ölümü başkalarında yaşar. Başkaları tek tek gözünün önünde ölürler ve ölen her birey, ölüme tanık olanı ölüme inandırır. Ölen, ölüm karşısında duyulan korkuyu besler; o, hayatta kalanın yerine ölmüştür. Yaşayan, öleni kendi yerine öne çıkarmıştır. Yaşayan, kendini hiçbir zaman ölenle, artık asla kalkamayacak olanla karşılaştığı zamanki kadar büyük hissetmez: O anda artık öleni aşmış gibidir. 

Karl Kraus ya da Direnişin Okulu 

İnsan konuşur, ama karşısındaki onu anlamaz. İnsan konuşmasını sürdürür, bu kez karşısındaki tarafından daha da az anlaşılır. Bağırdığımızda, karşımızdaki de bizi bağırmayla yanıtlar; dilbilgisinin alanı içerisinde zavallı bir yaşam sürdüren boşalma, dile zorla egemen olur. Seslenişler, taraflar arasında top gibi gidip gelir, çarpar ve yere düşer. Karşımızdakine bir şeyler iletebildiğimiz enderdir; iletebilenler de ters anlaşılır. 

Henüz yola çıkan hiç kimse, kendi iç dünyasında ne bulacağını bilemez. Henüz bir şey bulunmadığı için, bulacağının ne olduğunu sezmesi de olanaksızdır. Bu insan, ödünç aldığı araçlarla yine ödünç ve yabancı olan, yani başkalarına ait toprağı kazmaya başlar. Sonra ansızın kendini tanımadığı, hiçbir yerden gelmemiş bir şey karşısında bulduğunda, korkar ve sendeler. İşte bu bulduğu, kendi özüdür. 

Acımasız Dostla İkili Söyleşi 

Söyleyeceğim şu ki, izlenimlerinin gücünü bilen, her gününün her ayrıntısını, sanki o gün yaşamının son günüymüşçesine algılayan bir insan, aslında –sanıyorum bunu başkaca türlü söylemek olanaksız– salt abartmalardan oluşan, başlıca amacı bir yaşamı kuran ne varsa tümünü belirginleştirmek, çarpıcı ve somut kılmak olan bir insan, evet, böyle bir insan, bir güncenin yardımıyla kendi kendini yatıştırmasaydı, hiç kuşkusuz patlar ya da başkaca bir biçimde paramparça olurdu. 

Heyecanlar bulaşıcıdır ve işin normali, insanların içeriği yalnızca en yakınlarının heyecanlarıyla sınırlı kalmayan, kendilerine özgü yaşamlarının bulunmasıdır; böyle olmadığı takdirde başkalarının heyecanları içerisinde boğulup giderler. 

Gerçekten her şeyi bilmek isteyen için en iyi kaynak, kendisidir. Ama bunu yapmak istiyorsa eğer, kendini esirgememeli ve kendine karşı sanki bir başkasıymışçasına, yani yumuşak değil, tersine daha sert davranmalıdır. 

Herkes, tek tek herkes dünyanın bir odak noktasıdır ve dünya, böyle odak noktalarıyla dolu olduğu içindir ki değerlidir. Herkesin, bir odak noktası olmakta kendisinden aşağı kalmayan sayısız başkalarıyla birlikte odak noktası olması, insan sözcüğünün de anlamını oluşturur. 

Konuşmalarıyla Konfüçyüs 

Önemli olan, çabuk verilen yanıtın çarpıcılığı değil, sorumluluğunu arayan sözün derinlik kazanmasıdır. 

Önemli olan, insanın şunu ya da bunu yapabilmesi değil, tek tek yapabildiklerinin tümüyle bir insan olabilmesidir.

__________________________________
(*) Elias Canetti, Sözcüklerin Bilinci, Çev. Ahmet Cemal, Payel, 2001.

Yazının yayınlanmasında gösterdiği incelikten ötürü değerli dostum Gökhan Özcan'a teşekkür ederim.