25 Nisan 2021

Pawel Pawlikowski — Ida

Kendine acıma duygusunun cazibesi ve avutuculuğu baştan çıkarıcı olabilir. Ama kendimi bunlardan rahatlıkla sakınabileceğime inanılmasını isterim, çünkü bizler Üçüncü Reich'ın zindanlarındaki ve kamplarındaki aczimiz ve had safhadaki düşkünlüğümüz nedeniyle acımadan çok aşağılanma gördük. Kendine acımaya karşı kazandığımız bağışıklık kadar, özyıkımın ayartıcı çağrısı da içimizdeki varlığını korudu. Biz gözyaşlarına inanmayız.

Jean Améry, Suç ve Kefaretin Ötesinde

Carl Theodor Dreyer, Ordet filminde geleneklerine ve inançlarına bağlı karakterleri üzerinden temelde insan yaşamının kutsallığını ve değerini muştular. Bizler Dreyer filmlerinde, siyah beyaz renk kartelasından daha fazlasına sahip oluruz her zaman: İnsanın düşü ve düşüşü.

Polonyalı yönetmen Pawel Pawlikowski'nin olgunluk dönemi filmlerinden olan Ida, yetim büyümüş bir rahibenin atalarının akıbetini arayışına endeksleniyor. Kahramanlarımız zihin dekorumuzda keskin çizgilere sahip, yönetmen sıradışı kamera açılarıyla soruları ve yorumlamaları bizlere tevdi ediyor,  onların varoluşunu hercümerç ediyor ve çoğu sefer ters yüz ediyor gerçeği. Bu noktada Pawlikowski'nin Wajda ve Wojciech Has gibi Polonya ezoterik sinemasının öncülerinden kimi veçhelerden sıyrıldığı görülebilir. 

Dindar bilincin tecessümü olan ve filme ismini de veren baş kahramanımız Ida, yönetmenin söyleminde merkezde yer alıyor, yılmaz savcı Wanda Teyze onu izliyor, onları bir gölge gibi Béla Tarr filmlerinden (belki de Karhozat'taki Titanic Bar) çıkagelmiş bir jazz müzisyeni takip ediyor. Manastır vurgusuyla, kahraman Ida'nin statik yüz imajlarıyla Robert Bresson izleri (Bir Taşra Papazının Güncesi / Au Hasard Balthazar) filmin dokusunda hissediliyor. Ida ve diğer kimi karakterlerin Omertaya (sessizlik yasası) itildiği bilinçli bir tercih gibi dursa da yönetmenin kimi zaman söylem sorunu baş gösterebiliyor. Zira, filmin istediğimiz mertebeye yükselmesine bir türlü imkan tanımıyor. 

Nazi işgali ve Holokost alt metniyle ilerleyen filmde, Ida ve Wanda Teyze'nin atalarının izini sürmekle geçen yolculuk, içten ve dıştan iki yönlü bir hafızaya evriliyor: Polonya'nın Almanya ve Sovyet bloğu arasındaki tarihsel mevzisi ve de Ida'nın inanç-hayat kırılması. Polonya halk kahramanı, eski savcı Wanda Teyze'si dışında bir ailesi yoktur Ida'nın. Teyzesi ve onun yaşantısı, Ida'nın merkez inanç sembolizmden ötede bir yerde durmaktadır. Hiç günahkar düşüncelerin oluyor mu? Ya sonra? Bu nevi retorik sorularıyla Ida'nın manastır-dışı hayatın meşgalesini, dünyanın hayhuyunu gördüğüne şahit oluyoruz. Ida, insan varoluşunu bu noktada filmin bütününe yayabiliyor. Kahraman Ida, hayatı gerçekten sorgulayabilmiş midir? O kritik dönemleri biteviye geçmiş midir yoksa? Wanda Teyze'ye evrilerek ve arzulayarak günahı deneyimlemesi, varoluş sancısını dindirmeye, cesaretini kazanmaya yetecek midir, müphem. İnsan bir daha on sekiz yaşında olmayacaktır. İyi olmak bir seçimdir, kötü olmak bir seçimdir. Bu skalada, insan tercihlerini ve ona göre kıvrılan virajlarını, filmin apaçıklığında sade bir şekilde tecrübe edebiliyoruz.

Son kertede, izleyicide bırakılan varoluş duygusuyla, kahramanların mütereddit hâllerinin pamuktan ince bir ipte gidip geldiği Ida'nın güçlü sinematografisiyle ilgiyi hak ettiği söylenebilir.

Güzel katkıları için değerli dostum Gökhan Özcan'a teşekkür borçluyum.

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder

2011–2024 idea, schola, zâhir âlem