20 Ocak 2017

Ingmar Bergman — Fanny och Alexander

Fanny och Alexander, 1982 yılı yapımı Ingmar Bergman'ın son ve renkli filmi, bir aile destanı. Yüzyılın başında Uppsala'da soylu bir ailenin yaşadıkları Fanny och Alexander'ın gözünden aktarılıyor ve anlatı bu çerçevede şekillendiriliyor. Filmin dili, İsveççe.

Fanny och Alexander (Fanny and Alexander - Fanny ve Alexander) biçim ve kök olarak Bergman'ın dönüş filmlerinden biridir. Bu yapımdan sonra sinemacılığa veda eden Bergman'ın bu filmindeki canlılık, neşe, dramın öncüsünü biz 1975 yılı yapımı Trollflöjten (Sihirli Flüt)'de görürüz. Sinema dilinin Bergman'da bir keyifsel işleve döndüğü nettir. Keder ve kasvetli üçlemesi diye adlandırdığımız, hepsi siyah beyaz olan Sasom i en spegel (Aynanın İçinden, 1961), Nattvardsgasterna (Kış Işığı, 1963) ve Tystnaden (Sessizlik, 1963) yapımlarından farklı olarak Fanny och Alexander'daki seyrin az varoluşsal çok (yeni) gerçekçilik/gerçeküstücülük izleri taşıdığını da eklememiz mümkündür.

Filmlerinde hiçbir zaman kendini ciddiye almayan Bergman, varoluşsal ve Tanrı'sız bir evren üzerinden hayallerini, amaçlarını, din alegorisini Fanny ve Alexander'da da yapar. Bergman'ın İskandinav estetiğini de serpiştererek filmlerinde sade güzelliği kullanması (daha canlı renkler, minimalist sahneler, ironi) yapımlarını cazibeli hâle getirmek içindir. Dünya Sineması'nda Bergman'ın yalnızlığı başka bir tabirle Tarkovsky kadar değer görmemesi salt Bergman'ın kendi disiplininden sıyrılmamasından dolayıdır. Bergman, ironi yapar, varoluşsal taşlar, hicvi kuvvetlidir; Tarkovsky'vâri duruştan ve çizgisinden uzaktır. Hakikati bilir belki, ama buna pek de adım atmaz, Jean-Paul Sartre gibi.

"Kuzey Hüznü Satıcısı" diye addedilen Bergman kuzeyi, Avrupa'yı, dünyayı kendi felsefi tabanıyla yoğrur, yontar, Modern Çağ'a İsveç’ten seslenir. Evet, Bergman bugün kendini Dünya’ya kanıtlamış bir isimdir. Bu reddedilemez. Bergman'ın sineması çok çeşitli ve renkli olup, biraz İskandinav soğuğu barındırır. Fanny ve Alexander'ında aile-toplum-din üzerinden eleştirilerini getirir. Neşenin, sevincin yanına hüznü ve dramı katar. Kaç dakika sürerse sürsün bunu yapmayı başarır, çok güzel harmanlar ve biz Bergman'ı sırf bunu yaptığı için sevebilir ve filmleri üzerine düşünebiliriz. Bergman eğer kendini biraz ciddiye alsaydı, daha derinden gelen filmlerini görebilirdik. Zira kendisini "bir illüzyonist...bir şarlatan" olarak niteler Bergman. Dıştan çok, derine inmeye, zihnin yoklamalarını aramaya koyulmayı amaçlar.

Bergman'ın Fanny ve Alexander’ı başarılı ve kendi içinde amacına ulaşmış yapımlardan birisidir. Sıcaklık, cömertlik, içtenlik gibi müspet kavram işleyişiyle ve anlam üzerine yoğunlaşmasıyla Bergman, Fanny ve Alexander’ı bir bakıma dış dünyadan çekip zamandan soyutlanmayı gerçekleştirir. Kişisel hırs, arzu, kalp döngüsü çerçevesinde olayların gidişatına yön verir. Birlikteliği, aile kavramını, insanın hayatında karşılaştığı hüznü ve yıkımları neşenin ardına saklar. Alexander'ın Fanny'e göre daha dominant bir karakter olmasını Fanny'nin ketumluğunun ardındaki gizeme bağlamak yerinde olacaktır. İnsan, yeri geldiğinde gerçekler karşısında susmalıdır. Ölüm ve hayatın sürekliliği birbirinden koparılamaz. Bir çocuğun kalbine yaslanan hüzün onun diline mühür vurur. Erdem için sonradan Üvey Babası olacak Psikopos'a olan savaşı Alexander'ı girdaba sokar. İsmail ile farklı boyutta birbirlerine akan iki kişi. Ve bir kin, öfke. Ölümü görmek, ölümü bilmek sorusu bir çocuğun zihninde çınlar. 

Üvey Babası Psikopos olan Alexander'ın kibirliliği ve inatçılığı bir yön; babasının ona karşı direnişi ikinci bir yön. Burada iki gerçeğin savaşı var. Biri iyi, biri kötü. Psikopos'un Alexander'ın İncil'e elini koyarak yalan söylemesinin ardından bu yalanı itiraf etmesine karşılık, oğlu Alexander'ı 3 çeşit ceza şekli sunması ve Alexander'ın en ağır olanı (bedene 10 kez halı sopasıyla vurulması) seçmesi onun düşüncelerindeki sertliği ve daimiliği gösterir. Psikopos ile Alexander sürecinden sonraki İsmail Retzinsky ile Alexander’ın düşünce korelasyonu bizleri "Tanrım! Tanrım! neden beni terk ettin?"e götürür. Psikopos'un rüyasında minberde diz çöküp haykırışı ve peşine gelecek olan gerçekliği, koruyucu melek ve kaçış ile pekişmesi kalbin bir kaçışı, sevginin öfkeye, kine dönüşünün yansımasıdır.

Bergman'ın düşük oda müzikleri kullanışı, saydam görüntüler, canlılık, zıtlıkları yerli yerinde kullanışı Fanny och Alexander'ı öncülsüz kılmaya yetmektedir. Her şeyin mümkün ve olası düşüncesi üzerine ağlarını gerer Bergman. Zaman ve mekanı bir bakıma yok sayar. Fanny och Alexander'ın gidişatını kontrol eder, soyutlama yapar. Alexander'ın din ve ahlaki konuşmalara karşı duruşuyla izleyicisine mesajlarını verir. Derinlik mahzenine girer ve oralarda dolanıp durur. Fanny och Alexander'da bütünün içinde bir noktayla uğraşıldığı ve de masumiyet-vicdan-kalp-dünya çerçevesinde gelgitlere girildiği görülür. Bergman'ın 60 kuşağındaki zirvesi artık biraz da kapanışa doğru gider. Bunun sinyalleri vardır filmin genelinde. Keskin dönüş ve başarı çıtası vardır ama bu 60 kuşağındaki gibi asla değildir. Artık çoğu kimse Bergman'ın böylesine bir zirveyi koşuşturacağını pek düşünmüyor. Etkileyicilik, şok ve algı üzerine yönelimin zaman içinde farklı bir sirkülasyona dahil olması Bergman'ı bir duruluğa sürüklese de Bergman kadar ulusal sinemaya da yönelen, hakim pek isim çıkmamıştır. Kişisel, kendi içerisinde tutarlı, güçlü ve potansiyelli bir tabanı olan böylesine yapıtlar bırakmak, bireysel diyebileceğimiz zihin meşguliyetleri onun bir ardılı olmadığının altını çizmektedir.

Gerçekliğin naif mekânında hayaller şekilleniyor yeni yeni motiflerle.

Aralık 2011

Benzer okumalar:

8 Ocak 2017

Daryush Shayegan ile Söyleşi — Işık Batı'dan Gelir

Fransızcadan çeviren: Ali Hasar


Işık Batı'dan Gelir: Eserinizin adını harfi harfine kabul etmek gerekir mi?

Daryush Shayegan: Evet ve hayır! Işık, bir bakıma, 18. Yüzyıl Aydınlanma Çağı'nı da simgeliyor zira. İnsanlık tarihinde bir kırılma anı bu çağ; insanın kendi özgürlüğünün, kendi hakkının farkına vardığı ve Kant'a göre, müşterek yetkiden/denetim altından (double tutelle) –iktidarın yüceliği ve kutsalın faziletinden– yakasını kurtarmak istediği bir dönem. Öte taraftan, bireyselliğin ve hatta maneviyatın serpilebilmesi için, çelişkili bir biçimde, insanın sekülerleşmiş bir çevrede, bir hukuk devletinin boyunduruğu altında ve de akılcı ve demokratik teşekküllerin himayesi altında yaşaması gerekiyor. Modernlik serüveninin, insanın özgürleşmesinin uçsuz bucaksız bir hareketi olduğunu düşünüyorum. 

İslâm dünyasında, din gitgide mahremiyet alanının sınırını aşıyor. Halbuki, bilgi ve imanın mücbir ayrımı olmadan atalara ait atavizmlerden arınmış bir topluma katiyen sahip olamayacağımızı belirtmek gerekiyor. Tüm bunlar demokrasinin din-dışı (profane) anlayışına dört asır sekülerleşme olmadan varamayacağımızı gösteriyor. Doğa bilimlerinin doğduğunu (dünyanın) Galileici matematikselleştirme ve Kopernik Devrimi’nin kozmolojik çatışması olmadan, görmez; türlerin evrimini ve filojeneziyi biyolojik çatışma olmadan, bilmez; bilinçaltının karanlık mekanizmalarını psikolojik çatışma olmadan, keşfedemezdik. Freud'a göre, modern insanın bilincini işleyen üç sarsıcı çatışmadır bunlar.

Tam tersi, "Batı ve diğerleri" muteber mi hâlâ?

Artık hiçbir anlamı yok. Seneler önce bir "medeniyetler çatışması" mevzubahisdi. Bu tezin müsebbibi Huntington'a göre, birçok belli başlı medeniyet arasındaki çatışmalara sahne olacaktı dünya. Oysaki, bu medeniyetler asıl dünyaya ait değiller artık, örneğin Marco Polo'nun 13. yüzyılda Yuan Çini'ne vardığı zaman gördükleri gibi. Günümüzde, bu medeniyetler kendi kendilerine yetmiyor, kendi asıl tarihlerinin yörüngesinde dönmüyorlar artık. Muzaffer modernliğin dünya düzeninde farklı duyarlılık kuşakları hâline geldiler. Halihazırdaki batı-dışı medeniyetlerden bahsedildiği vakit, bildiğim kadarıyla, gezegenin hiçbir köşesini esirgemeyen, her yerde olan modernliğin yüce ağına mezcetmek gerekiyor bunları, ister istemez.

Bundan ötürü, hepimiz karışım, melezleştirme –belki melezleşme– kuşaklarında yaşıyoruz. Bakir bir medeniyet tarihsel olarak saf bir kurgudur. Işık Batı'dan Gelir kitabım Farsça yayınladığında başarısı karşısında şaşırmıştım. İlk kez –en azından İran’da– "Batı-Doğu", "Gelenek-Modernlik" dikotomileri melezleştirme, çok kültürlülük ve çoklu kimliklerin engin ufkunda silinip gidiyordu. Oysa, İran toplumu zaten oldukça gelişmiş meğerse. Dolayısıyla insanlar orada kendilerini tanımışlar, sanki Baudelaire'i ağız birliği etmişlercesine: Akıt bize zehrini, güçlenelim daha da! / Bu ateş öylesine yakıyor beynimizi / Cennet ya da Cehennem, dalalım bu girdaba / Bilinmez’in dibinde bulmak için yeniyi! [1]

Bir diğer eseriniz, Melez Bilinç'te (La Conscience métisse) (çev. Haldun Bayrı ­– Metis Yayınları) "İyi ya da kötü, Hepimiz Batılıyız" diyorsunuz. Tam olarak neyi kastediyorsunuz?

Aslında, duygusal ve hissiyat olarak "doğulu", evrensel değerlere bağlılığım ve eleştiri bakışımla da "batılı" hissediyorum kendimi. Bu da, birçok yurttaşım gibi içinde bulunduğum tabiri caizse "şizofrenik" hâli iyi açıklıyor. Her indirgeme (ircâ) bir bakıma –mit ve akıl– bir çıkmazın saiki olabilir sadece. Kanımca, bu üç katmanlı konum, (İranlı, islâmî ve modern kimliğim) her seviyenin kendi yorumlama biçiminin olduğunu unutmama koşuluyla yeni fehim imkânları sunuyor bana. Hegel'in düşüncesini açan anahtar, örneğin, Hâfız gibi sûfî (mystique) bir şairin düşüncesini bize açan bir anahtar değildir. Bilincimiz bilginin her asrını hulasa etmemize ve kendi sınırlarında onları tayin etmemize imkân tanır. Heterojen alanların bu birleşimsel imar sanatı, "uysal (evcilleştirilmiş/munis) şizofreni" olarak adlandırdığım üçüncü bir yol inşa eder. Bilgiyi indirgemeden (örneğin dini tahsis edip ondan bir ideoloji yapmak) ve muhal ütopyaların yanılsamasından kaçıp kurtulmaya olanak tanıyan bir yoldur bu bana göre.

Batı medeniyetinin çöküşüne ya da tam tersi, değerlerinin tüm dünyadaki sirayetinde katkımız var mı?

Batı medeniyeti, cihânşümul medeniyetin ayrılmaz parçası hâline geldi. Ötekini inkar eden her özel kimlik, Aydınlanma'nın müktesebatına karşı her mukavemet bizi gericiliğe (obscurantisme) itecek vahim bir girişimdir. Modernliğin müktesebatını (bireysel özgürlükler, habeas corpus/bireyin dokunulmazlığı) bir kenara atarak; kimi kez haberimiz olmadan bünyemizde zaten barındırdığımız ve de içimizde taşıdığımız kadim kimliklerle örtüşen yeni bir kimliği reddettiğimizi düşünüyorum aynı zamanda. Bu, bilincinde olmanın evla olduğu, benim bilinç-dışı batılılaştırma dediğim bir fenomen. Zira, tam da eleştiri melekesiyle mücehhez başlı başına yeni bir kimliktir bu. Bir gün İranlı geleneksel, büyük bir filozofa "Neden İslâm Felsefesi Tarihi üzerine bir kitap yazmıyorsunuz?" diye sorduğumu hatırlıyorum. Şöyle demişti: "Bundan acizim, çünkü ben bizzat bunun müşahhas timsaliyim." Ufuk açıcı bir yanıt. Mesafe koyma imkânı olmadığını demeye getiriyordu. Halbuki bu mesafelilik olmadan gelenek tek başına düşünülemez ve isteyelim ya da istemeyelim, gelenek, eleştirel düşüncenin eseridir.

Batı en iyiyi (demokrasi, Hukuk devleti, ilerleme) icat ettiyse şayet, en kötüyü de (sömürgeleştirme, kölelik, totalitarizm) icat etmiştir. Bu çelişkiyi nasıl açıklıyorsunuz?

Batı'nın Hukuk devleti ve demokrasiyi icat ettiği doğrudur, ancak madalyonun diğer yüzü de vardı: sömürgecilik, totaliter ideolojiler. Descartes'ın insanın dünyanın efendisi ve sahibi olduğunu zikrettiği İktidar fikri, Batı'nın ilerleme ve tahakkümünde zaten tescillenmişti. Bu fikir, bilinen tüm sonuçlarıyla birlikte Sanayi Devrimi'ne götürecektir. Claude Lévi-Strauss (1908-2009); Irk, Tarih ve Kültür'de (çev. Haldun Bayrı, Reha Erdem, Arzu Oyacıoğlu, Işık Ergüden ­– Metis Yayınları) insanlığın hayatın her alanında zincirleme tepkiler oluşturan iki büyük devrimi ­–Sanayi Devrimi ve Neolitik Devrim– gördüğünü yazar. Bilindiği gibi devrim, bilimsel ruhun ortaya çıkışının kaçınılmaz sonucuydu.

Modernlik söyleminin, insanın hukukî ve siyasal çerçevesini teşkil ettiği ayrıca doğrudur. Hayatın diğer veçheleri –iç diyelim– etki alanının dışında kalır. Haklı olarak, herkesin düzenlemesi gereken özel işler olarak görülürler. Bununla beraber, bu boşluktan ötürü, dinî alan özel alana giderek etki etmektedir. Max Weber'in (1864-1920) altını çizdiği gibi: "Bugün, çilecilik (zühd/asketizm) anlayışı kafesinden kaçmıştır [...] Kimse, gelecekte, kafeste kimin yaşayacağını henüz bilmiyor, bu yüce yolun sonunda ya tamamen nevzuhur peygamberler türeyecek ya da eski düşünce ve ideallerin kudretli bir rönesansı ortaya çıkacaktır."

Sizce, Batı'nın modern nefreti nereden geliyor?

Batı'nın nefreti –en azından İslâm dünyasındaki– aşağılamayı ve hıncı körükleyen tarihsel başarısızlığından ileri geliyor. Takipçilerine göre son peygamberî vahiy olan İslâm'ın, Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi diğer İbrahimî dinlerden metafiziksel olarak üstün olduğuna inanılır. Bana göre, İslâm dünyasının rahatsızlığı, büyük tarihî bir olguyu anlamamazlıktan ya da özümsememezlikten kaynaklanıyor: modernliğin ortaya çıkışı, radikal inkılapları geleneklerimize ve yaşam biçimlerimize dayatması noktasında her zaman dikkate alındı, olduğu gibi katiyetle dikkate alınmadı. Dolayısıyla, buna karşı her yargı, ahlâkî bir boyut alıyor ve sonu bir redde varıyordu. Ancak bu hususta, Aydınlanma'ya karşı tepkinin Avrupa'nın kendisinde başladığını hatırlatalım. İlk olarak, 18. yüzyıl bütün Avrupa üzerindeki Fransız dili ve kültür hegemonyasına karşı Almanların ayaklanması biçiminde. Bu aynı ayaklanma ruhu, bir yüzyıl sonra, Tolstoy ve Dostoyevski gibi büyük Rus yazarları ve slavofilleri perçinledi. Ve de aynı ret, 20. yüzyılın yarısından itibaren, kimlik taleplerinin en farklı biçimlerini alacağı ve bunların İran İslâm Devrimi'yle (1979) birlikte içe dönüklüğe (repli sur soi) ya da kimlik ankilozu [2] dediğim şeye neden olacağı Üçüncü Dünya'ya aktarılacaktı. 

Günümüzün Batı-karşıtları kimler ve neyi eleştiriyorlar?

Batı-karşıtları, Tarihin işleyişini anlamakta aciz kimselerdir. Ekseriyetle kolektif bir yanılsama içinde yaşarlar ve Tarihi ters yönde katederek Başlangıç'ın (Commencement) ya da Rumen filozof Cioran’ın (1911-1995) deyişiyle "Başlangıçların Putperestliği"nin kurucu mitlerine kavuşmayı düşünürler. Müntakim selefiler, İslâm'ın ilk Müslümanları olan selef mütedeyyinlerin (selef-i salihin/pieux devanciers) altın çağını yeniden fethetmeyi umarlar. Kurbanı olduklarını düşündükleri tarihsel çatlamaları açık bir dille eleştirirler ve bunları anlamak için hiçbir çaba sarf etmezler.

Onlar açısından, Batılılar her şeyi yaşayıp sadece yapıp etmeyi bilen şımarık çocuk hâline gelmedi mi? 

Belki de, sizin dediğiniz gibi, şımarık çocuk oldular. Batı'daki demokrasi eleştirisi, boşluk korkusundan mumyala(ş)maya varan her çeşit olumsuz veçheyi kaplıyor. "Tahnit edilmiş, mumyalanmış ve tam manasıyla methiyeler altında boğuluyor" diyor yazar Pascal Bruckner. Olivier Mongin'e göre, örneğin, boşluk korkusu Homo democraticus'un (demokrat insan) baskın özelliklerinden biri olmaktadır. Ancak, bu boşluklaşma, yazara göre, bir rahatsızlığı gizliyor: ortak değerler oluşturacak, piyasa ve bireyciliğin çapulu olmayan bir tarih meydana getirecek demokrasinin yetersizliği. Halbuki, filozof Jean Baudrillard'a (1929-2007) göre, bu tarihin sonu orji sonrasına varıyor.

Orjiden sonra ne yapacağız?

Burada daha önce oynanmış senaryoları oynamaya tekrar etmeye başlıyor ve simülasyon yapıyoruz. Ütopyanın gerçekleşmesine karşın, sanki hâlâ varmış gibi yaşamaya devam etmek gerekiyor. Peki tüm bunlar, bu düşleri gerçekleştirmeyen, bu yüce fikirleri hayata geçirmeyen –her şeyin tasarı hâlinde olduğu ve varlığın özünün sadece boşaltılmadığı, tam aksine bir de donatılmayı bekleyen tutku, duygu ve düşüncelerle dolu bir dünyaya ait olan– insanlar için ne anlama geliyor? Batı'da düşün imkânsız hâle geldiği bariz. Bu imtiyazlardan yararlananlar ve bunları müktesep haklar için kullananlar bu düşlerin başkaları için ne derece imkânsız olduğunu bilmiyorlar. 

Batılı insan korkmuyor mu aslında?

Batı'nın sözde çöküşü ve maneviyatın farklı biçimlerine dönüşü sergileyen korku ile ilişkili olduğuna inanıyorum. Birçoğu, çöküşün ozanı ve Tanrıların alacakaranlık ulaklarıdır. Nietzsche, nihilizmin ilerleme fikrinde gizli olduğunu söylüyor. Spengler, Faustçu kültürün çöküşünü ve Heidegger'se, iddiaların büyük desteğiyle felsefenin sonunu belirtiyor. Bunun sonucu olarak, çürütücü tezler ölçüsüz bir hızla sökün ediyor. Benzer şekilde; –New Age'in takipçilerini saymazsak– Scientology Kilisesi, Moon Tarikatı, Yehova'nın Şahitleri, New Acropolis, Krishna müridleri gibi büyük mezheplerin korkunç bir salgınına tanıklık ediyoruz. Modern insan, birçok sekülerleşme yüzyılının tarihin kayıtsızlıklarına sürdüğü akıl-dışılıktan muzdarip gibi görünüyor. Batı toplumundaki mezheplerin bu denli yaygınlaşması bir rahatsızlığı ve ruhu can cekişenlerin manevî ihtiyaçlarını karşılamak için hiç şüphesiz hayli sekülerleşmiş olan Hıristiyanlığın dolduramadığı bir boşluğu açığa vuruyor. Tüm bu çelişkiler bir kakofoni, korku diye nitelendirilebilecek bir şüphe meydana getiriyor. Kayıp bir şeyin korkusunu. Sözümona ilerleme, bizi parlak bir geleceğe götürmek yerine, atalara ait tüm değerlerin tersine çevrildiği, insanın –pusulasız– ipsiz sapsızlıkta kaybolduğu bir dünyaya itiyormuş gibi. Batı, anlamsızlık ya da mutlak boşlukta saplanıp kaldıysa şayet, bu, gazeteci ve yazar Jean-Claude Guillebaud'a göre, sorgulamayı unutmasından ve modernliğini bir şüpheye değil bir imtiyaza devşirdiğinden dolayıdır; Demem o ki, "onu oluşturan eleştiri melekesini kendi üzerinde tatbik etmeyi bırakmıştır." 

Batı'nın zirvesinde olduğu tabloda, başka bir kültür, bugün, insan bilincinin geniş açılımına cevap vermeye muktedir mi?

Ayrıntı-odaklı/geriye-dönük-hafızasından (mémoire récapitulative) [3] ötürü, geçmişiyle ilgilenen ve yalnızca kendinin değil tüm insanlığın mirasını yeniden değerlendiren bu kuşatıcı modernlik dışında, hiçbir kültürün buna muktedir olmadığını düşünüyorum. Buradan da –bana göre Batı ve modernliğin doğuşu– yalnızca manevî olabilen bir dönüm noktasının çıkması gerekiyor. Çünkü, Wagner'in Parsifal'inin söylediği gibi: Yalnızca yaralayan mızrak iyileştirir yarayı.

Libération

Aralık 2016'da Heyula Eleştiri'de (heyula.org) yayımlanmıştır.
____________________________________
[1] Charles Baudelaire, Kötülük Çiçekleri, çev. Ahmet Necdet, Ayrıntı Yayınları, 2016, s. 233. –ç.n. 

[2] Ankylose identitaire. Ankiloz; hekimlikte bir eklemin hareket yeteneğinin azalması ya da tamamıyla kaybolması, eklemi oluşturan kemiklerin birbiriyle kaynaşmasıdır. Biz, Kimlik ankilozu ya da Kimlik kaynaşması/büzülmesi demeyi tercih ettik. "Her özel kimlik; aldığı biçimler, taşıdığı maskeler ne olursa olsun gerçek bir saflığın peşindedir. Kimlik ankilozu, Avrupamerkezciliği anlama noktasında, Yok edici meleğin (Ange exterminateur) saldırılarına karşı bizi koruyan, bizi hem aldatan hem de başımızı döndüren bir hile/desisedir. [...] Ulus, boy, kabile ya da tek bir kavme aidiyetlik olsun çok dar kalıplarda sıkışıp kalıyoruz. Tüm bu dalavereler, çoklu kimliğimizin dağılmasına karşı savaşmamıza imkân tanıyan kurtuluş yolları gibidir. Bu habis seyrin sonuysa sıklıkla büzülmeye ya da kimlik ankilozu dediğim şeye varır." Bkz. La lumière vient de l'Occident, Éditions de l'Aube, 2013, s. 126-128, 143. –ç.n. 

[3] Mémoire récapitulative. Geriye dönük/özetleyici hafıza. Tarihsel fenomenleri enine boyuna gözden geçirmeyi kapsar. Bu düşünceye göre, insan, zamanın doğuşuna kadar gidebilecek farklı zamansallıkları eşzamanlı olarak yaşar. Shayegan, insanın çağdaş, modernlik ya da postmodernlik zamansallığı bildiğine ve bu zamansallıkların aynı kişi tarafından eşzamanlı olarak yaşandığına işaret eder. Bu zamansallıkların bir-aradalığı çağdaş insanda öyle barışperver değildir, hem de hiç. […] –Yatay paradigmadan (zamansallıkların sökünü) dikey paradigmaya (zamansallıkların eşzamanlılığı) geçtik .– Bkz. Riyad Dookhy, Culture contemporaine et déterritorialisation: la mémoire récapitulative de Daryush Shayegan, Le Courrier du GERI, Recherches d’islamologie, Numéro 2, NS, 2014; La lumière vient de l’Occident, Éditions de l’Aube, 2013, La mémoire récapitulative, s. 47. –ç.n.

Türkçede Daryush Shayegan:

—Yaralı Bilinç, çev. Haldun Bayrı, Metis Yayınları, 1. Basım: Ekim 1991, 4. Basım: Temmuz 2014.
—Batı Karşısında Asya, çev. Derya Örs, Ağaç Yayınları, 2005, Son Basım: Sitare Yayınları, 2012.
—Melez Bilinç, çev. Haldun Bayrı, Metis Yayınları, 1. Basım: Ağustos 2013, 2. Basım: Haziran 2014.
—Din Devrimi Nedir?, çev. Neslihan Özakıncı, Sitare Yayınları, 1. Basım: Şubat 2016.

2011–2024 idea, schola, zâhir âlem