26 Aralık 2020

Mimetik Arzu — Rene Girard ile Söyleşi



[...]

Başlangıçtan Beri

Sartre'ı daha önceleri okur muydunuz?

Sartre Birleşik Devletler'e geldikten sonra ilgimi çekti. Romanlarını hiç sevmedim, Sözcükler'i dışında. Bununla birlikte, gerçekten anladığım ilk felsefi yapıtı Varlık ve Hiçlik, özellikle de kötü niyetle ilgili bölümleriydi. Okuduğumu anladığıma çok şaşırmış ve bunları benimseyip benimsemediğimi kendi kendime sormaktan dolayı etkilenmiştim. Bu nedenle de Indiana'nın sakinliği ve yalnızlığı içinde Paris'te beni çok korkutan, içeriğine erişemeyeceğim gibi görünen bütün kitapları anlamaya koyuldum.

—Romantik Yalan ve Romansal Hakikat

Romantik Yalan ve Romansal Hakikat öncesinde yayımladığınız makalelerde mimetik kuramla ilgili birtakım izler var mı?

Valéry ve Stendhal üzerine bir makale anımsıyorum. Valéry'nin kötü niyetli olmakla suçlayarak saldırdığı Stendhal'i savunuyordum. Valéry'ye karşı ortaya koyduğum düşüncelerde mimetik ögeler bulunmaktadır. O düşünsel yaşam konusunda tekbenci bir tutumu, bana kalırsa, açık bir biçimde böbürlenmeyi öne çıkaran Stendhal'e göre daha kötü niyetle savunuyordu.

Size göre Romantik Yalan ve Romansal Hakikat yani eleştirinin Amerikan tarzı bir eleştirisi miydi?

Biraz öyle. Özellikle Poulet gibi, Flaubert'deki çemberler üzerine kitap yazma ve bunu Madam Bovary'nin şemsiyesinin kum üstüne düşen yuvarlak gölgelerine dek götürme yeteneğindeki araştırmacılara yönelik bir eleştiriydi! Bu türden denemelerin başarısı Amerikan edebiyat bölümlerinin yapıbozum (déconstruction) konusunda gelişmiş olmalarının nedenini anlayabiliriz. Yeni eleştiriyi savunanların çoğunlukla antientelektüel olmalarından ve felsefeyi bilmedikleri halde bilir geçinmelerinden dolayı, bu çözümlemenin başlangıçta çok yararlı etkileri oldu. O nedenle, çözümleme ilk aşamalarda düşünceye geniş bir görüngü ve yeni bir canlılık getirerek felsefeye yönelmeyi sağladı. İlk yıllar, birçok açıdan aynı eğilimlerin güçlendirilmesi söz konusu olsa da, bu yeni eleştiriden bir tür kurtuluşu simgeledi.

Mimetik Düzeneğin İşleyişi

Mimetik arzu ve mimetik düzenek kavramlarını, kitaplarınızda işlediğiniz biçimiyle, tanımlayabilir ve aralarındaki ayrımı ortaya koyabilir misiniz?

Mimetik düzenek terimi çok geniş bir olgular dizisini içermektedir: Mimetik arzuyla başlayan, mimetik rekabetle süren, mimetik ya da kurbansal bunalımla şiddetini artıran ve sonunda da günah keçisi çözümüne ulaşan bütün bir süreci gösterir. Bu uzun yolu açıklamak için işin başından, başka deyişle mimetik arzudan yola çıkmamız gerekir.

İlk önce arzu ve açlık arasındaki ayrımı belirlememiz gerekiyor. Yiyeceklerle, cinsellikle ilgili açlık henüz arzu değildir. Bu bir modele öykünmeyle arzuya dönüşen biyolojik bir iştir; bu modelin varlığı kuramımda çok belirleyici bir ögedir. Şayet arzu mimetik, bu nedenle de öykünmesel olursa, o zaman özne, modelinin sahip olduğu ya da arzuladığı nesneyi arzulamaktadır. Özne ya modeliyle aynı dünyada ya da farklı bir dünyada gelişir. Farklı bir dünyada olması durumunda, kuşkusuz modelinin nesnesini elde edemez, bununla ancak dış aracılık adını verdiğim bir olguyla ilişki kurulabilir. Örneğin –onun modeli olmuş– sevdiği sinema oyuncusu ile ben ayrı ayrı ortamlarda yaşıyorsak, onunla benim aramda doğrudan bir çatışma olanaksızdır, herhangi bir çatışmaya yol açmayan bu durumu dış aracılık olarak tanımlıyorum. Buna karşılık, ben modelimle aynı ortamda yaşıyorsam, bu da benim yakınım, neighbour'umsa (komşu), o zaman onun nesnelerine ulaşabilirim. Bu nedenle rekabet ortaya çıkar. Bu tip mimetik ilişkiyi, kendi kendini sürekli güçlendiren iç aracılık olarak adlandırıyorum. Öznenin ve modelin fiziksel ve ruhsal yakınlığı yüzünden iç aracılık sürekli daha çok bakışım üretir: Özne modeline, modeli de özneye öykünür. Sonunda da özne kendi modelinin modeli olur, başka deyişle öykünücü kendi öykünücüsünün öykünücüsü durumuna gelir. Böylece daha çok karşı karşıya gelmelere, yani daha çok çatışmaya doğru bir gelişme sürecine girilir. Bunu İkizler'in ilişkisi diye adlandırıyorum. Nesne rekabet ateşi içinde kaybolur: iki rakip arasındaki tek saplantı, çok geçmeden nesneye sahip olmaktan çok, rakibi yenmek olur; kısacası nesneye sahip olmak gereksizleşerek salt çatışmanın kızışması yönünde bir bahane olur. Rakipler giderek daha çok benzeşirler, ikizler haline gelirler. Mimetik bunalım hep özne ile modelin rollerinin bu karşıtlığa indirgenmeleri durumunda ortaya çıkan ayırımsızlaşma bunalımıdır. Bu bunalımı olanaklı kılan nesnenin yok olmasıdır, yalnızca şiddetlenmekle kalmaz, bulaşıcı hastalıklar gibi çevreye de yayılır.

Bu varsayım benin doğal anlatımı olarak görülen arzunun çağdaş anlayışıyla çelişiyor. Bir anlamda arzu bireye "ait olan" bir şey olmaktan çıkıyor, daha çok dikkatleri gerçekliğin nesneleri üzerine güçlü biçimde yoğunlaştıran açlıkların ve çıkarların bir çakışması söz konusu oluyor; bu "vektör" de model tarafından verilmektedir.

Çağdaş dünya aşırı bireyselcidir. İstenir ki arzu yalnızca bireysel, yani tek olsun. böyle olursa arzunun nesnesine olan bağlılık, bir biçimde, önceden belirlenmiş olacaktır. Arzu bir tek bana ait olursa, yalnızca benim öz doğamı ifade ediyorsa, ben hep aynı nesneleri arzulamak durumunda olacağım. Şayet arzu böyle donuk bir şey olursa, onunla içgüdüler arasında büyük bir ayrım kalmaz. Arzunun devinimli olması için –bir yandan açlıklar ve içgüdülerle, öte yandan toplumsal çerçeveyle ilişki içinde– buna epey bir öykünme katmak gerekir. Tek mimetik arzu özgür, gerçekten insana özgü olabilir, çünkü nesneden çok modeli seçer. Kısacası mimetik arzu bizi insan yapan, bize alışılmış ve hayvansal açlıklardan uzaklaşma ve hiç yoktan yaratılamayacak olan kendi öz kimliğimizi oluşturma olanağı veren şeydir. İşte bize uyum sağlamaya yetenekli kılan, insana kendi öz kültürüne katılması için bilmek zorunda olduğu her şeyi öğrenme olanağı veren mimetik arzunun bu özelliğidir. İnsan bunu icat etmez, kopya eder. 

Niçin öykünme (imitation)  değil de mimetizm sözcüğünü seçtiniz? 

İki sözcüğü de kullanıyorum, ama bütünüyle de aynı anlamda değil. Mimetizm sözcüğünde daha az bilinç var, oysa öykünme'de daha çok. Eğer arzunun mimetizmini belirlemek istiyorsak, çoğu zaman yapıldığı gibi, ölçüyü kaçırma tehlikesine düşmek ve her öykünmeyi arzu olarak tanımlamak istemiyorum. XX. yüzyıl hep bunu yapageldi. Freud aynı şeyi yaptı, Şiddet ve Kutsal'da belirttiğim gibi. Freud, çocukların anababalanna öykündüklerini gördüğü her yerde, en küçüklerin bile büyükleriyle aynı şeyleri arzuladıklarını düşünür. Arzu İlkesinin Ötesi'nde, öykünme (Nachahmung) sözcüğü her yerde belirir, ancak bu kavramın hiçbir işlevi yoktur. Bana göre, öykünme kavramından kaçınma eğiliminin başlıca nedenlerinden birisi, çatışmalı gücünden yoksun bırakıldığında, bunun "basit" görünmesi ve günümüzde "karmaşılığa"  karşı duyulan (ve çok mimetik olan) hevesi tatmin etmemesidir. Şu durumun bütünüyle bilincindeyim: ilk kitabım bu biçimde düşünmenin kurbanı oldu. Öykünme kavramını tartışmayı kabul etmeyen tutum kültürümüzde egemen olmayı sürdürüyor ve mimetik kuramı buna tepki göstermektedir. Feu sacré (Kutsal Ateş) adlı yapıtında Régis Debray bana çok acımasız elli sayfa ayırır, ama mimetik rekabet kavramına hiç girmez. Beni Tarde'la ve Aristoteles'ten günümüze dek etkili olan yumuşak öykünme geleneğiyle eşleştirir. 

—Mimetik Rekabet ve Köken Mitleri

Arzunun yer değiştirmesi tarihte çağdaş bireyin ortaya çıkmasını niteleyen bir özellik olmasına karşın süreç Rönesans'tan sonra hızlanmıştır, siz mimetik arzunun çağdaş bir buluş olmadığını açık biçimde belirtiyorsunuz.

Gerçekten öyle. Modem dönemlerin çarpıcı yanı, seçimin yapıldığı modeller yelpazesinin daha geniş olmasıdır, insanlar arasında satın alma gücü bakımından çok büyük farklılıklar olsa bile, aramızda artık kast ya da geleneksel anlamda sınıf farkı yoktur. Her türlü dış aracılık sistemi yıkılmıştır. Bugün en alt toplumsal düzeyden olan insanlar en yüksek toplumsal kesim insanlarının sahip olduğu şeyleri arzu etmektedirler. Aynı şeylere sahip olmaları gerektiğini düşünüyor, aynı reklâmlarla sarsılıyorlar, oysaki geçmişte arzudaki eşitlik kuşkusuz tasarlanamazdı. Kimi mallara ve ticari eşyalara ulaşmak çok sınırlıydı ya da çok katı toplumsal ve ekonomik farklılıklar tarafından sıkı bir biçimde elde tutuluyor ve kontrol ediliyordu.

Bununla birlikte, mimetik arzu ve rekabet o zaman da vardı ve bunları mitlerin ve Hint Vedalar'ı ya da Kutsal Kitap gibi dinsel metinlerin içinde kolayca görebiliriz. Kurban töreni üzerine sayısız ritüel ve yorum derlemelerini içeren Brahmanlar bu yönden çok etkileyicidir. Betimsel açıdan bakıldığında mimetik rekabet adını verdiğim kavramı tam olarak açıklamaktadırlar. Elbette mitlerin gerçek olayları, ancak oluş biçimlerini değiştirerek anlattıklarını gözden kaçırmamak gerekir. Bugün çağdaşlarımızın onlardan hareketle yaptıkları katışıksız kurgularla hiç ilgileri yoktur. Mitler kısmen yanlış, kısmen doğru, belli bir bilgiyi düzenlerler –veda sözcüğü bilmek, bilim anlamına gelir–, arzu ve kurbana ilişkin her şeyi ortaya koyar.

Je vois Satan'da mimetik arzu ile rekabetin Kutsal Kitap'ta ortaya çıkarıldığını, bununla da yalın bir tanımdan öykünmenin ve çatışmanın daha düzgüsel açıklamasına geçildiğini belirtiyorsunuz.

Evet, bana göre çok temel bir olgu var burada, hepsinden önemlisi de budur. Kitabın Tekvin bölümünde arzu çok açık olarak mimetik biçiminde gösterilir: Havva bir yılanın özendirmesiyle elmayı yer, Âdem de, Havva'nın aracılığıyla ve çok açık mimetik zincir içinde, bu aynı nesneyi arzu eder. Kabil'in Habil'i öldürmesinde de bir istek öğesi vardır, bu istek mimetik rekabetle örtüşür. On Emir'in sonuncusu şöyledir: "Komşunun evine tamah etmeyeceksin; komşunun karısına, yahut kölesine, yahut cariyesine, yahut öküzüne, yahut eşeğine, yahut komşunun hiçbir şeyine tamah etmeyeceksin” (Çıkış, 20, 17) Görüldüğü gibi, mimetik arzu açıkça yasaklanmaktadır. Emir arzulanmaması gereken bütün nesneleri sayıp döküyor, ama olanaksız görünen bu girişimin tam ortasında duruyor. Hiçbir şeyi unutmamak için, bütün arzulanan şeylerin ortak paydasını belirtmek yeterlidir: Bütün bunlar komşuya, yakın'a aittirler. Emir "yakınına ait olan her şeyi" arzulamayı yasaklayarak, aslında mimetik arzuyu yasaklıyor. Bu son emir bütün arzulan sayan temel yasaktır. Şayet buna uyabilirsek, sonrakilerde hiçbir sorun çıkmayacaktır. "Öldürmeyeceksin. Zina yapmayacaksın. Hırsızlık yapmayacaksın. Yakınına karşı yalancı tanıklık etmeyeceksin." (Çıkış 20, 13-16). Komşuya karşı dört suç: Öldürmek, karısını elde temek, malını çalmak, ona iftira atmak. Bütün bu suçlar nereden kaynaklanıyor? Onuncu emir bunu şöyle yanıtlıyor: Mimetik arzudan. En sonda yer alan "yakınma ait olan her şey" sözcükleri başka biçimde yorumlanamaz. Böylece mimetik arzu kavramı Eski Ahit'te çok açık olarak belirtilmektedir.

İncil de aynı şeyi söyler, ama yasakla değil de öykünme terimleriyle. Birçok insan İncil'deki öykünme izleğinin bize mimetik bağlamın dışında sunulan yalnızca İsa modeliyle sınırlı olduğunu düşünürler. Fakat bu yanlıştır. Biz daha hâlâ Tanrı'nın onuncu emriyle telkin edilen evrende yaşamaktayız. İsa bizi mimetik rekabetten korumak için, yakınımıza değil de kendisine öykünmemizi salık vermektedir. Mimetik rekabeti yüreklendiren model ister istemez bizden daha kötü değildir. Hatta daha iyi olabilir, ama bizimle aynı biçimde, bencilce, açgözlüce arzu ederse, biz onun bencilliğine öyküneceğiz, onun bizimkine öykündüğü gibi, ister istemez rekabet eden, sonunda da öykünücüsüyle hep kavgaya tutuşan birbirimizin kötü modelleri olacağız.

Bilgisizlik

[...]

Niçin daha ortak bir sözcük olan "bilinçsizlik" yerine "bilgisizlik" terimini seçtiniz? 

Çünkü bilinçsizlik sözcüğü okurların kafasında Freud'un karma karışık terimlerini çağrıştırmaktadır. Bilgisizlik terimini kullanmamın nedeni günah keçisi düzeneğinin kendi adaletsizliğinin cinayet olduğunu bilerek bilmemesidir. Kurbansal şiddetin bilinçsiz doğası sanırım Yeni Ahit'te de, özellikle Luka içinde açınlanmaktadır: "Ey Baba, onlan bağışla, çünkü ne yaptıklarını bilmiyorlar" (Luka 23,34). Bu cümleyi doğru anlamak gerekir. Resullerin İşleri'nde benzer bir olumlama bunu kanıtlamaktadır; Petrus İsa'yı çarmıha germeye katılmış olan kalabalığa seslenerek şöyle diyor: "Şimdi, ey kardeşler, biliyorum ki, reisleriniz gibi, siz de bunu bilmeyerek işlediniz." (Resullerin İşleri 3, 17) Bu bilgisizlik sözcüğü Yunancada tam olarak "bilmemek" anlamındadır. Bugün bilinçsiz deniliyor. Kişisel olarak sözcüğün başına –l'– eril tanımlığını koymuyorum, bu benim pek güvenmediğim özcülüğü gerektirmektedir. Günah keçisi sürecinde kuşkusuz bir bilinç eksikliği vardır ve bu bilinç eksikliği Freud'daki bilinçaltı denli temeldir. Ama aynı şey söz konusu değil, bireysel olmaktan çok ortaklaşa bir olgudur.

Freud'daki bilinçaltı kavramına yönelttiğiniz eleştiriyi açıklar mısınız?

Ben tanımlanabilir bir ruhsal aygıt düşüncesine karşıyım. Bilinçsizlik kavramı kaçınılmazdır, ama bir "kara kutu" gibi olan bilinçaltı kavramı yanıltıcı durmaktadır. Bunu daha önce önerdiğim için, günah keçisi düzeneğinin bilinçsiz doğası üzerinde geçmişte daha çok durmam gerekirdi, ama bu kavramı Freud'un biçeminde ayrı bir yaşamı olması gereken bir bilinçaltı içine hapsetmeyi kabul etmiyorum.

Bir kişinin mimetik yönü arttıkça, bilgisizliğin daha güçlü olacağını düşünüyor musunuz?

Sanırım bunu bir çelişkiyle yanıtlamak gerekir. Bir insan daha mimetik oldukça, bilgisizliği daha güçlü olur, ama bilgi olanakları da artar. Bana öyle geliyor ki, mimetik arzunun büyük yazarlarının tümü hipermimetikler. Dostoyevski ile Proust'un durumunda, kendini gösterme olan ilk yapıtlarının sıradanlığı ile tümünün de ben'in düşüşü olan sonuncuların büyüklüğü arasında açık bir kopma var, Camus'nün yayımladığı son kitabı da böyledir. Bana göre La chute (Düşüş), kendini kanıtlamak, kendi kendine göz yanıltıcı ahlaki bir kale kurmak için, bütün yaratıyı mahkûm eden çağdaş yazarın kötü niyeti üzerine yazılmış bir kitaptır.

"Hipermimetik bir kişiyi" nasıl tanımlayacaksınız?

Proust ya da Shakespeare gibi yazarlar çok açık biçimde kendilerinden söz ederler. Proust'taki anlatıcının Albertine ile ilişkisinin anlatısına bakınız. Mimetik arzu düzenekleri kabataslak görülür durumda! Albertine olmadığı zaman, onu seviyor; ortada görünmediği durumlarda da artık onu sevmiyor. Bu durum yalnızca bir ya da iki kez olmuyor, o denli sıkça yineleniyor ki, insan kendini araştırma laboratuvarıda sanıyor. Hipermimetik biri, yalnızca görünüşte kendisine ait olan bir arzuyla yönetilmeyi kabullenmeye daha hazır kimsedir. Bu, İncil'deki daimonik cinlenmeye yakın bir şey.

Böyle bir kişi mimetik düzeneğine özel bir duyarlılık gösteriyor mu?

Evet. Kanımca iki tür hipermimetik insan var: Kendi öz mimetizmine bütünüyle gözü kapalı olanlar ve bilinçli olanlar. Dostoyevski'nin ilk yazılarında kendisine tümüyle kapalı olması çok ilginç – bu durum büyük ölçüde Jean Santeuil'ün Proust'unu da içeriyor. Burada konuşan mimetik arzudur. Mektupları okunduğunda bunların ilk dönem romanlarıyla hemen hemen aynı oldukları görülür. Ama daha sonra, Yeraltından Notlar ile Dostoyevski birden şaşılacak denli kendi kendinin bilincine varır. Bununla birlikte, Shakespeare'in yapabildiği gibi mimetik düzeneği bütünüyle ortaya koymuyor. Aslında birçok bakımdan onunla karşılaştırılabilir, ama Shakespeare düzeneği ve arkaik toplumların kendini yenileme gücünü daha iyi tanıyor. Bu bakımdan Dostoyevski güncel antropolojik araştırmalarımıza Shakespeare denli yakın değildir. Bir Yaz Gecesi Rüyası ondan hiçbir şey anlamayan ve Shakespeare'i yüzeysellikle suçlayan George Orwell gibi büyük yazarlar için bile çok güçlüdür! Orwell yapıtın hangi yükseklikte kişilerinin ve onların küçük kıpırtılarının üstüne çıktığını görmüyor. Kısaca üretici boyut gözünden kaçıyor.

[...]
___________________________
(*) René Girard, Kültürün Kökenleri, çev.  Ayten Er, Mükremin Yaman, Dost Kitabevi, 2010, Ankara.

3 Ekim 2020

Thomas Aquinas — Summa Theologica

Latinceden ve Almancadan çeviren: 

https://twitter.com/emanuelkant_ [Universität Tübingen]

Üçüncü Makale 

Tanrı bir mi? (Karş. 103, 3

İnceleme. 1. Zahiren, Tanrı bir değildir. Çünkü 1. Korintoslular 8, 5 der ki: "Evet çok sayıda 'tanrı' ve çok sayıda 'efendi' var." 

2. Üstelik, hiçbir ölçü Tanrı tarafından peşinen söylenemeyeceği için, sayının ilkesi olan 'bir', Tanrı tarafından peşinen söylenemez. Var olanlarla dönüştürülen 'bir' de aynı şekilde. Çünkü bu beraberinde noksanlığı getirir ve her noksanlık Tanrı'ya yakışmayan bir kamil olmamadır. O halde Tanrı'nın bir olduğu söylenemez. 

Ama aksine Tesniye 6, 4'de şöyle yazılmıştır: "Dinle, İsrail! Senin Rabbin, senin Tanrın, bir olandır." 

Şunu derim: Tanrı‘nın bir olduğu şu üç şeyle kanıtlanır. İlkin: O'nun basitliğinden. Şu açık ki her tek bir şeyi 'bu şey' yapan neden, onun hiçbir şekilde çoğa vasfedilemiyor oluşudur. Sokrates'i bir insan yapan belirli bir şey birçok insana, ama burada-bu insan olan Sokrates sadece birine vasfedilebilir. Yani eğer Sokrates onu burada-bu yapan özelliğiyle insan olsaydı, nasıl birçok Sokrates olamıyorsa, aynı şekilde bu surette birçok insan da olamazdı. Bu ancak sadece Tanrı'ya atfedilebilir. Çünkü yukarıda (Soru 3, Makale 3) izah edildiği gibi, bu Tanrı'nın kendisi, O'nun doğasıdır. Bu yüzden bir ve aynı şey olan Tanrı'dır ve 'bu Tanrı'dır. O halde birden fazla Tanrı'nın olması imkansızdır. 

İkincisi: O'nun mükemmelliğinin sonsuzluğundan. Yukarıda (4, 2) Tanrı'nın kendinde, var olanların tüm mükemmelliğini kapsadığı gösterildi. Birkaç tanrı var olsaydı, bunlar zorunlu olarak birbirinden farklı olurdu. Nihayetinde birine ait olmayan şey, diğerine ait olacaktı. Eğer bu bir noksanlık olsaydı, onlardan [tanrılardan] birisi apaçık mükemmellikte olmazdı. Bu bir mükemmellik olsaydı, o halde onlardan biri bundan yoksun olurdu. Yani, birkaç tanrının var olması imkansızdır. Bu nedenle antik filozoflar, sözgelimi hakikatin kendisi tarafından zorunlu kılındığı için, sonsuz bir ilke öne sürdüklerinde, bunun yalnızca tek bir ilke olması gerektiğini iddia ettiler. 

Üçüncüsü: Alemin birliği açısından. Yani burada bulunan her şey, karşılıklı bir düzen içindeymişçesine, bazıları diğerlerine hizmet ediyor. Ancak bir tarafından böyle bir düzen kurulmuş olmadıkça, farklı olan şeyler aynı düzen içinde birarada uyum içinde olmazlar. Bir tarafından birçok şeyin bir düzene sokulması, birkaç [tanrın]ın bunu yapmasından iyidir. Çünkü 'bir' kendinde kendinin nedenidir, onlar bazı yönlerden bir olduğu kadar, bir şekilde birin arazî nedenidir. Bu nedenle, birinci olan en mükemmel olduğu, haddi zatında, arazî olmayan olduğu için, her şeyi tek bir düzene indirgeyen ilk, yalnızca bir olmalıdır. Ve bu Tanrı'dır. 

Öyleyse itiraz 1'e cevap: Birçok tanrıya tapan bazılarının yanılgısıyla birçok şey tanrı olarak isimlendirildi. Onlar gezegenlerin ve yıldızların ve alemin parçalarının teker teker tanrılar olduklarını düşünüyorlardı. Bu sebepten havari: "Bizim için tek bir tanrı vardır." vs. diye ekler. 

İtiraz 2'ye cevap: Sayıların ilkesi olan 'bir', Tanrı'ya değil, maddi şeylere atfedilir. Varlıkta maddi olan matematiksel cinslere ait sayıların ilkesi olan bir, ancak akli olarak maddeden soyutlanmış ideadır. Fakat varlıkla dönüştürülebilir olan 'bir' metafiziksel entitedir, ancak o kendi varlığında maddeye bağlı değildir. Ve Tanrı'da bir yoksunluk olmamasına rağmen, yine de, bizim kavrayış tarzımıza göre, O bizim tarafımızdan sadece yoksunluk ve ıraklık yoluyla bilinir. Bu nedenle, belirli bir tür yoksunluğun Tanrı'ya atfedilmemesi için hiçbir engel yoktur; mesela O, cisimsizdir ve nihayetsizdir gibi ve benzer biçimde Tanrı'nın bir olduğunun söylenmesi gibi. 

Kaynak: Summa Theologiae (Articulus 3, s. 58)

19 Haziran 2020

Fransızca YDS–YÖKDİL Koronavirüs Terminolojisi (PDF)


Fransızca YDS–YÖKDİL Koronavirüs/Covid-19 Terimleri


Önemli gördüğüm vokabler dışında
fen bilimlerinden kelimeleri de listeye ekledim.

İndirmek için TIKLAYINIZ


Fransızca YDS–YÖKDİL 1000 Kelime Listesi için:



4 Nisan 2020

Galder Gaztelu-Urrutia — The Platform




Şiddet, açların normal davranışıdır. 
Glauber Rocha

İbn Arabi, bir kitabında Nefs ile Tanrı arasındaki diyalogu aktarır:

Sen Sensin, Ben Benim!

İspanyol yönetmen Urrutia, çok katlı dikey bir hapishanede yer alan mahkumların günde bir kereliğine mahsus olmak kaydıyla Platform üzerinde iki dakika boyunca üsttekilerin artıklarını yediği bir sistemde insan ontolojisi üzerine eklemlediği bir öyküyle hareket ediyor ve temelde özneye insanı ve açmazını ve selamet fikrini yerleştirerek filmin gramerini oluşturuyor.

Baş kahraman Goreng, onun hücre arkadaşı Trimagasi, sistem için yıllarca çalışan Imoguiri ve köpeği II. Ramses ve diğer karakterlerle olay örgüsü ilerleyen filmde, klostrofobik ve Sartre'vari Huis-clos arka plan çıkıyor karşımıza: Çıkış yok. Yönetmen, kullandığı düşük tonda ışıklarla ve müziklerle gerilim dolu ve yer yer gore tipi evrenini sunuyor ve bunun üstesinden de geliyor. Mahkumlar aracılığıyla geliştirilen bu evren, yemek konusunda avantajlı konumdaki üsttekiler ve onlara göre dezavantajlı grupta yer alan alttakiler arasındaki beden ve çatışma dilinden bir cehenneme evriliyor. Bu cehennemdeki karakterler öylesine mizantrop veriliyor ki bizlere Baş kahraman Goreng'i bir süre sonra elindeki kitapla bir kurtarıcı (İsa), Trimagasi'yi bir ayartıcı (İblis) temsilinde görüyoruz. İsa ile İblis arasındaki çetin diyalogların olduğu Hıristiyan ve İslam ilahiyatlarında  da görülebilir. 

"Yaşam ekmeği Ben'im. Atalarınız çölde man yediler, yine de öldüler. Gökten inen öyle bir ekmek var ki, ondan yiyen ölmeyecek. Gökten inmiş olan diri ekmek Ben'im. Bu ekmekten yiyen sonsuza dek yaşayacak. Dünyanın yaşamı uğruna vereceğim ekmek de benim bedenimdir." Bunun üzerine Yahudiler, "Bu adam yememiz için bedenini bize nasıl verebilir?" diyerek birbirleriyle çekişmeye başladılar. İsa onlara şöyle dedi: "Size doğrusunu söyleyeyim, İnsanoğlu'nun bedenini yiyip kanını içmedikçe, sizde yaşam olmaz. Bedenimi yiyenin, kanımı içenin sonsuz yaşamı vardır ve ben onu son günde dirilteceğim. Çünkü bedenim gerçek yiyecek, kanım gerçek içecektir. Bedenimi yiyip kanımı içen bende yaşar, ben de onda."

Yuhanna 6: 48-56.

Filmde, bu dünya (Delik) ve insan (Mahkum) merkeziyle bir meşru delilik gözlemlenebiliyor. Verilen korku ve ürperti duygusu fiziksel olmaktan çıkıp artık varoluşsal bir şemaya bürünüyor. En temel, en ilkel, primitif duygular açığa çıkıyor. Bir kanibalizm gibi: Nous sommes tous des cannibales (Hepimiz yamyamız). Tüketim toplumu imajları üzerinden bir düzen çarkı motifi filmin alt katmanlarından birini oluşturuyor sadece, ancak yönetmen, kanımca, burada daha ziyade metafizik ve felsefi diyebileceğimiz bir çizgide konumlanıyor ve tematiği bu şekilde yoğruluyor filmin.

Cube ya da Bong Joon-Ho'nun Snowpiercer filmiyle çeşitli veçhelerden alaka kurulan Platform'da karakterler, seyircinin gözünde iki boyutlu ele alınmaktadır: kendi olgunlukları (Dikey), fizyolojik ihtiyaçları (Yatay) açısından. İnsan tabiatı bu şekilde seyreder: kimi mizaçlar çok yukarıdadır, kimi mizaçlar çok aşağıdadır. Yüksek tabiatlı insanlar aydınlıktır ve kuşatıcıdır, birleştiricidir: Goreng gibi bir elmayla yetinebilir. 25 yıl sistem için çalışan Imoguiri, köpeği II. Ramses'in yemek sırası onda olduğu için yemeyi reddeder: Bugün onun yemek günüydü. Düşük tabiatlı insanlarsa karanlıktır ve ayrıştırıcıdır: Trimagasi gibi. Bu dikey hapishanenin üst katlarında görece müreffeh bir dekor vardır, insanlar bu müreffehlik içinde Tanrı'ya ulaşmakta pekala zorlanabilir: tıpkı Baharat'ın 6. katta iple yukarıya tırmanışı gibi. Tanrı önünde kıyama durmak için ucuz yollar aldatıcı olabilir ve insan çoğu kez düşer. Üsttekilerin bu aydınlık coğrafyasından alttakilerin karanlık dünyalarına uzandığımızda karşımıza adeta bir pandemonium çıkar, bütün iblislerin toplandığı yer. 

İnsan Tanrı'ya göre değil, kendine göre yaşarsa, Şeytan'a benzer. 
Augustinus, De Civitate Dei

Katlar arası mücadele alegorisi, sosyal fabl öyküsüyle yedirilerek sınıf çatışması algısından bir çürümeye, bir bozuma uğruyor. Onların bu dereceleri aşması pekala mümkün değil: ruhları gibi betonarme duvarları var. Bu sosyal kriz yönüyle Metropolis filmi düşünülebilir. Tüm bu açılardan Platform, politik zeminde konumlandığı yönüyle içe dönük bir parkur oluşturuyor diyebiliriz. Tansiyon rengini yerinde ayarlayan yönetmen Goreng'i, curcunanın ortasında bir nevi Don Kişot'un öyküsüyle özdeşleştiriyor ve seyirciyi bu kahramanımızın penceresiyle arızi  meselelerden asli meseleye odaklamak istiyor.

Son kertede, Platform içinde barındırdığı metafizik bunalım ve diğer tabakalarındaki antropomorfik yönüyle seyir gücü hayli yüksek bir yapım. Panna cotta ile tecessüm ettirilen umut, miraca doğru ilerlerken seyirciye tevdi edilmiş sorularla fikrin izlediği seyri flu alana doğru çekiyor. 

25 Mart 2020

Andrey Zvyagintsev — Dönüş Üzerine Bir Diyalog



Ali Hasar: Yönetmen Zvyagintsev'in baba-oğul ilişkisi üzerinden geliştirdiği tematik filmi Dönüş'te karşımıza soğuk mavi bir tonda manzara çıkıyor ve filmin genel görüntüsüne de, ilişki biçimlerine de bu hakim denilebilir. Babanın 12 yıl aradan sonra eve dönüşü, anneyle hiç yakın olmayışı, yönetmenin çok az diyaloga yer vermesi zihnimizde bir set uyandırıyor: Baba ve büyük oğul Andrey, küçük oğul Ivan (Vanya) arasındaki bu bağ; teolojik, toplumsal, psikanalitik ya da başka düzlemlerde de okunabilir. 

Gökhan Özcan: 12 yıllık bir boşluk var. Bu boşluğu Ivan'ın daha fazla hissettiğini görüyoruz. Baba bu boşluğa Ivan'ın beklentilerine göre bakamıyor ve telafisi için Ivan'ın ve seyircinin gözünde de neredeyse hiçbir şey yapmıyor gibi. Andrey, Ivan kadar hissedemiyor bu boşluğu. Babasıyla yakınlaşması ona iyi geliyor gibi. Ivan ise güvensizlik, hınç ve öfke duygularının kompozisyonunu deneyimliyor. 

Ali Hasar: Çünkü Andrey, babasıyla vakit geçirebilmiş. Ivan, bundan nasipsiz diyebiliriz. Onulmaz bir boşluk var içinde. Vanya, iskeleden atlayamayınca abisinin sorumsuzluğuna daha yakından şahit oluyoruz. Bunun üzerine Anne, bir şekilde Babayı çağırıyor ve aralarında neredeyse hiçbir yakınlaşma olmuyor, diyalog geçmiyor, muhtemelen Anne suçlu burada ya da Babanın gizli bir görevi var, belki bir kaçak, ajan, mafya ya da başka birisi. Sır perdesi var üzerinde. Ve Annenin Babadan oğulları için istediği bir ödev var. Baba ile oğulların çıktıkları yolculuk, bir terbiye süreci gibi, çıktıkları vahşi doğa gibi ilişkileri: sert ve amansız, bir disiplin, bir inisiyasyon gibi: hayata karşı. Buraları nasıl açımlarsın?

Gökhan Özcan: Filmin fenomenolojik düzleminde kalırsak, bunları pekala söyleyebiliriz. Adım adım daha da çetinleşen bir ilişkisellik ve mekan deneyimiyle karşılaşıyoruz. Baba, hayatta kalmaya dair dürtüleri aktifleyerek katı bir doğa rehberi rolüyle karşımıza çıkıyor. Bu kabuk rolün altında hisseden bir insan arıyoruz. Bunu bulamadığımızda ise evet, sanki daha kapsamlı bir amacın varlığından şüpheleniyoruz: İnisiyasyon. Ama neden şimdi? Ya da neden bu yöntemle? Ve kim olarak? Bu sorular seyircinin zihnine tevdi edilmiş sorular bence. 

Ali Hasar: Bu sorular, filmin adını teşkil ediyor: Dönüş. Baba yuvaya dönüş içinde ama bir yandan da çıkış üzere. Babanın bir ödevi var ve Anne ile çatışmadan ötürü ya da daha önce bahsettiğim gibi bilinmez kişiliğinden ötürü çok kalamaz, gitmek zorunda. Babanın bu iki-arada-bir-dereliği, oğullarına sadece özgüven ve gelişmekte olan karakterlerini beslemeyle kalıyor sadece. Onlara bir oğul gibi değil de yetişkin olarak yaklaştığını görüyoruz bir taraftan, ilk yemek sahnesi buna örnek oluşturuyor. Andrey uyum içindeyken, Vanya bir yabancı ve bu uyumu bozuyor: baba ile değil de Anne ile daha çok özdeşleşiyor. Bu noktada Totem ve Tabu çerçevesinde olduğu gibi bir baba ve onun otoritesine karşı oğulların isyanını görüyoruz. Bu da küçük oğul Vanya tarafından gerçekleştiriyor: Babayı hem fiziken hem ruhen kemirmeye başlıyor. Vanya, "Daha kötü olmasan seni sevebilirdik." diyordu bir yerde. Tez ve antitez üzerinden bu noktada senteze nasıl ulaşılabilir? Kurban figürü, teoloji üzerinden nasıl bakılabilir bu noktalara? 

Gökhan Özcan: Evet, Ivan söylüyor bunu. Andrey'den bu cümleyi bekleyemeyiz. O, kestirmeden giderek babayla hızlı bir özdeşleşmeyle sorunun etrafından dolaşıyor. Ivan ise sorgulamayı, hesap sormayı ve Totem ve Tabu'ya yaptığın yerinde atfın bağlamında, babaya isyan edip babayı "sindirmek" ve bu ödipal karmaşadan sağ çıkmak istiyor. Ama bunun için zamana ihtiyaç varken baba ve Ivan'ın kısıtlı bir zamanı var. Ivan'ın babayı kötü olarak nitelemesi bizi şaşırtmıyor. Terk edilmişlik duyguları içinde Ivan kurban, baba işkenceci rolüne bürünüyor. Ivan dünyayı paranoid bir kutupsallık içinde algılıyor ister istemez. Kötünün baba olması, tüm bu olan bitene, 12 yıla bir anlam vermesini sağlıyor. Ve tam da bu yüzden Ivan'ın, hele ki yaşını da gözden kaçırmazsak, buradan diyalektik bir bakışa gitmesi, babasını ve onun yaşadıklarını dinlemesi, babasının bu ada gezisiyle gerçekten neyi amaçladığını merak etmesi ve bu amacın iyicilliğine ihtimal vermesinin çok güç olduğunu teslim ederiz.

Ali Hasar: Yönetmenin kullandığı resimler aracılığıyla bir ağıt görüyoruz. 12 yıllık gurbetten ölü bir baba geliyor. Babanın açılıştaki uyku sahnesiyle kayıktaki sahnesi benzer bu aşamada. Baba, oğullar için zaten ölmüştür. Dönüş, teolojik referanslarıyla, yönetmenin kullandığı soğuk renklere inat Anneyi çok canlı betimliyor. Baba, çok ketum ve sert bir tavra sahip. Ivan ise, Kurban olmamayı seçiyor. Anne, yuvaya dönüşü, merhameti ve sıcaklığı yansıtıyor. Anne ve Baba üzerinden rejimin sürecini ve toplumsalı da görebiliyoruz. Eril iktidar baba figürüyle gösterilirken, istikbal annenin barışçıl tabiatında gizleniyor. Sevgisiz filminde de bunları görmüştük. Zvyagintsev, toplumsal ile ilgilenmekten de geri durmuyor. Küçük Vanya’nın Baba ile çatışması, onun otoritesini tanımaması filmin omurgasını oluşturuyor. Kule ve su metaforuyla da bir geçmiş belleği çıkıyor önümüze, karanlık ve dipsiz bir yer. Filmde, düzen ve düzensizliği bu açıdan sezebiliyoruz. Ada, tüm bunlara rağmen ufukta istikbali de hep bize gösteriyor. Babanın temsil meselesine ek olarak, filmdeki gizemli boşluklar bizlere pay ediliyor. 

Gökhan Özcan: Gizemli boşluklar ve babanın kayıkta yatan ölüsüyle birlikte suya gömülen gizemli bir kutu. Filmin son sahnesinde ekrandan akan fotoğrafların o gizemli kutudan çıktığını varsayarsak, ki bu içimizi rahatlatır, o zaman babanın gerçek amacı kendini ifşa etmiş olur: Dönüş. Baba gerçekten de ailesine "kesin dönüş" yapmak istemiş olabilir mi? Bu fotoğrafların özellikle Ivan'ın kuşkularına karşı bir kanıt niteliği taşıdığını düşünebilir miyiz? Ve son sahne: kayığın ve ölü babanın batışı, oğulların "baba" diye yakarışları. Ölü baba, ardında özellikle Ivan'a biraz daha fazla, suçluluk duygusu ve mevcut olmayanın, boşluğun yasını bırakıyor. Bulunamadan tekrar kayboluyor. Trajedi de kendini burada tüm keskinliğiyle peyda ediyor. 

Ali Hasar: Bu hususta, iki Dönüşten bahsedebiliriz kanımca: Birincisi, senin de dediğin Babanın dönüşü, ikincisiyse oğulların Anneye dönüşü, yuvaya. Baba-Oğul-Kutsal Ruh referansıyla biz babanın uyurkenki hâlinde bunu sezebiliyoruz. Yönetmen burada antropomorfik bir atıfla Babayı tanrısallaştırıyor. Vanya, gerçeklikle karşılaşınca sarsılıyor ve bunu sinir harbi olarak görüyoruz Baba ile oğul arasında. Çatışma doğuyor ve büyüyor. Babalarının tedrisatından geçerken 12 yıllık gurbet önlerine taşıyor. Bunlardan hareketle, filmin de gidişatıyla ilgili olarak İd, Ego, Süperego bağlamında neler söylemek istersin? 

Gökhan Özcan: Psikanalitik yorumu ön plana pek fazla koymak istemem bu film için ama baba-oğul ilişkisi üzerinden elbette Ivan'ın öznelliğinde kalarak yapısal modeli tartışmak zihin açıcı olabilir. Süperego anne-baba-çocuk üçgeninde yapılanan bir ruhsal yapı. Özellikle baba, ki bu Tanrı algısıyla birlikte anılır, süperegonun gelişimini sınırlamalarıyla tohumlar. Yemek sahnesinde Ivan'ın önündeki yemeği bitirmesi için babanın emirler yağdırması, süre tutması bu sınırlandırmalara, yanlış bir yöntemle de olsa, örnek teşkil edebilir. Babanın dönüşü, birlikte yaşamaya devam etmeleri özellikle Ivan için büyük bir şans olabilirdi. Süperegoya karşı çıktıkça ve onu yenemedikçe süperego içinde bir süre sonra uygun bir pozisyona yerleşebilirdi. Kayıkta kürek çekerkenki babasına kurduğu cümleyi hatırlayabiliriz Ivan'ın: "Sen bizden güçlüsün." Ivan bunu zaman içerisinde daha olumlu duygularla söyleyebilmiş olsaydı pre-ödipalitesi ödipaliteye tekabül edecek ve içsel babayı daha uygun bir duygulanımla içinde yaşatacaktı. Bu olmadığı gibi bir de babanın ölümünün yükünü taşımak zorunda kaldı (hem gerçek hem mecazi anlamda). Tanrı ile ilişkiyi buraya indirgemek istemem tabi. Tanrı inancının iç dünyamızda teslisteki Baba'ya tekabül eden bir ruhsal durumla ilişkilendirildiğini biliyoruz. Burada Paul Tillich'in cümlesini yeniden hatırlayalım: "Gerçek iman, kendini ifade için baba imajını kullansa da, bu imajı, "baba"ya karşı bile savunulacak şekilde hakikat ve adalet prensibine dönüştürür." Psikanalizin yetersiz kaldığı nokta tam da burası. Ivan'ın kendi hakikatini (kişilik, inanç, vb.) bir biçimde babası olmadan da yapılandıracağını umuyoruz. Ivan bu suçluluk duygusuyla (ki hissedip hissetmediğinden emin değiliz) neler yapacak? Onu acaba biz mi suçluyoruz? Ya da suçlu baba mı? 

Ali Hasar: Evet, Ivan suçlu, hatası var. Görünür dünyada bu böyle. Ama benim payıma, daha geniş ölçekte bakarsak ortada bir suçlu aramamız beyhude olur. Zira yönetmen bunu dramaya dönüştürmüyor, tipik Amerikan filmleri gibi boşlukları olmayan bir yapıdan bahsetmiyoruz. Bilinçaltımızın oynadığı hileli oyunlar diyebiliriz. Zvyagintsev, bu meta-soruları seyirciye tevdi ediyor, tıpkı Bergman filmlerinde olduğu gibi. Yüzlere gözlere bulaştırılan dram yok, çünkü oğullar babalarını kayıkla sürüyor, çünkü Baba onlardan bir parça, mana madde düzeyine iniyor, Baba motifi onlar için bir değer taşıyor, Andrey ve Ivan kayıkla sonsuza açılan babalarına artık "Baba" diye bağırıyorlardı. Bu sekans, yeterince vurguluydu. Babanın mistik öyküsü, Budala Ivan ve nice sahne, bizim derinlerde bir yerde mahfuz olan hüznümüz ve içsel gerilimimiz filmin donuk pastel renklerine ve Kuzey ışıklarına yediriliyor. Dolayısıyla, toparlamak gerekirse, biz bu filmden bir suçlu aramaktan ziyade insanın insanda yurt bulduğu duyguların tepiştiği bir görsel şölen olarak değerlendirebiliriz Dönüş'ü.

23 Mart 2020

Bong Joon-Ho Röportajı — Parazit



Fransızcadan çeviren
: Ali Hasar

Parazit neyi ima ediyor?

İlk bakışta, herkes bir yaratık ya da bilimkurgu filmi gibi zannedebilir. Çünkü özellikle önceki filmlerden biri olan Yaratık (The Host) ile ilişki, devamlılık biçimi yer alıyor. 

Ama dediğim gibi, filmin kahramanları tipik bir ailenin üyeleri esasında. Ötekiyle yakın bir ortakyaşam ilişkisini sürdürmeyi arzuluyorlar, ama kazın ayağı öyle değil; bu, bir parazit olmalarına yol açıyor. Parazit'i herkesi aynı müreffeh bir hayatın etrafında birleştirmek istediğinizde ortaya çıkan mizah, gerilim ve kederi anlatan ama en nihayetinde gerçekle burun buruna geldiğiniz bir trajikomedi olarak düşündüm. 

İronik bir isim, görünürde tatlı ve hoş anılardan bahseden Cinayet Günlüğü (Memories of Murder) gibi. İnsan bir cinayetten nasıl hoş bir anı gibi söz edebilir? Aynı şekilde, bu film seri cinayetler vakası üzerinden bir dönemin hafızasını yansıtıyor. Parazit de isminde ironik bir ayrıntı barındırıyor. 

Siz, Parazit'i hangi türle ilişkilendiriyorsunuz? 

Her şeyden önce bir dram Parazit, fakat modern dünyanın fazlasıyla sindiği bir dram. Olay örgüsü aykırı durumların bir silsilesinden oluşsa da, gerçek dünyada pekala cereyan etmiş olabilir bir hikâye bu. Üzerine film yapmak için temel olabilecek, gazetelerde ya da sosyal ağlarda bahsi geçen bir olay olarak görebiliriz. 

Parazit, bundan ötürü, fikrimce daha ziyade gerçekçi bir drama, ancak bir gerilim, komedi hatta korku filmi olarak da algılanabilir. Her zaman seyircinin beklentilerini makul biçimde aşmayı yeğlerim ve Parazit'in de bu yaklaşımın bir parçası olacağını düşünüyorum.

Parazit'teki hikâyenin merkezindeki bu iki aile kim?

İlk aile, daha çok mazlum bir sosyal çevreden ve sefil bir bodrum katında öyle ahım şahım bir şeyleri olmadan yaşayıp gidiyorlar, hayatlarını idame ettirmede zorlanıyorlar özellikle. Ailenin babası, mesleki başarısızlıkları üzerinde toplamış; anneyse sporcu kariyeri boyunca asla büyük bir başarı elde edememiş; oğlan ve kızsa, üniversiteye giriş sınavlarında başarısız olmuş.

Karşılarındaysa, bir bilişim şirketini yöneten Park'ın varlıklı ailesi yer alıyor. Ailenin babası tam bir işkolik, güzel bir kadınla evli ve iki tane sevimli çocuğu var. Park ailesi, soyluların modern dünyasından ideal ailenin temsilcileri.

Filmin oyuncularını nasıl seçtiğinizi ve bunun nedenlerini anlatır mısınız?

Bu film için, tıpkı bir futbol takımı gibi, homojen bir birlikteliği oluşturan oyuncu kadrosunu bir araya getirmek önemliydi. Bu oyunculara bakınca hemen bir aile gördüğümüz duygusuna kapılmamız gerekiyordu. Bundan ötürü, bunun üzerinde çokça düşündüm. 

İlk seçtiğim Song Kang Ho'ydu, Choi Woo Shik ile Okja'yı çekerken, Song Kang Ho ile birlikte oynadığını görmek keyifli olur demiştim kendi kendime. Sonra, Park So Dam'ı seçtim, –ki görünüşü Choi Woo Shik'e çok benziyordu– zira oyun anlamında yüce meziyetleri vardı. Aile efradı arasında bağ kurmaları önemliydi benim için. Jang Hyae Jin'e gelirsek de, Bizim Dünyamız'da (The World of Us) ortaya koyduğu gücü beğenmiştim, dolasıyla Song Kang Ho'nun kudretli eşi olarak kendisini seçtim.

Park ailesi için, televizyonda gördüğümüz Kore dramalarındaki dört dörtlük bir burjuvazi aile portresini istemiyordum. Bunun yerine, saf ama kültürlü bir aile imajına ait oyunculara ihtiyacım vardı. Lee Sun Kyun'un çok yönlü yapısından her zaman etkilenmişimdir, bu da onu seçmemde güven telkin etti. Anneyi oynayan  Cho Yeo Jeong inanılmaz derinlikteki bir elmas madeni gibiydi âdeta, potansiyelinden hakkıyla istifade edilmiyordu, kısmen de olsa bunu ortaya koymak adına Jeong'u tercih ettim. 

Parazit, tek bir kahraman üzerine bir film değil, haliyle de oyuncuların birbirleriyle etkileşim içinde olmaları önemliydi. Öte taraftan, çekimlerin sonunda, herkesin kendi rolü için elini taşın altına koyduğu çalışmaya çok minnettar olmuştum.

Bu film aracılığıyla modern toplumun hangi imgesini yansıtmak istediniz?

Toplumumuzun yakasına yapışan adaletsizlikleri betimlemenin sadece tek bir yolu olduğunu düşünüyorum: o da komedi-dramayla. Başka mümkün hiçbir seçeneğin olmadığı kapitalizmin hüküm sürdüğü bir dönemde yaşıyoruz. Bu hiç adil değil Kore'de, bütün dünya kapitalizm düşüncesinin reddedilmediği bir durumla karşı karşıya. Gerçek dünyada, Ki-taek ve Park ailelerinin yolları asla kesişmiyor. Sınıflar arasındaki tek kesişim noktaları iş etrafında dönüyor, biri ötekine hizmetçi olarak tayin edildiği vakit.

Yalnızca belli durumlarda, bu iki sınıf ötekinin soluğunu hissetmek için yeterli biçimde yaklaşıyorlar birbirlerine. Filmde, her iki tarafın kötü hiçbir amacı olmasa da, iki sınıf en küçük bir sapmanın onulmaz bir çatlağa yol açabileceği bir durumun içine giriyorlar. Bugünün kapitalist toplumunda,  çıplak gözle görülmez zümre ve tabakalar var. Bugün hâlâ sosyal sınıflar arasında aşılmaz sınırlar olsa da sınıf hiyerarşisini geçmişin bakiyesi gibi düşünerek gözden uzak tutuyoruz. Bu filmin, gitgide kutuplaşan bu toplumda iki sınıfın birbirine temas ettiğinde meydana gelenleri anlattığı kanısındayım.

İnsanların filminizden ne alacağını bekliyorsunuz?

Seyircileri düşündüreceğini umuyorum. Hem komik, ürpertici hem de üzücü ve eğer film insanları bir masanın etrafında tartışmaya sevk edecekse, dünyadaki en bahtiyar insan olurum!
_______________________________________

(*) Bu söyleşinin Fransızca aslına buradan ulaşabilirsiniz.

20 Mart 2020

Paul Tillich — İmanın Dinamikleri


Nihâi Kaygı Olarak İman 

İman, nihâi derecede kaygılı olma halidir. İmanın dinamikleri, insanın nihâi kaygısının dinamikleridir. 

Nihâi kaygı olarak iman, tüm kişiliğin bir eylemidir. O, kişisel yaşamın merkezinde gerçekleşir ve onun bütün öğelerini içerir. İman, insan zihninin en odaklanmış eylemidir. O, insanın bütün varlığının özel bir fonksiyonu ya da özel bir parçasının bir hareketi değildir. Bunların hepsi iman eyleminde birleşmiştir. 

İman, bilinçli bir eylemdir. Özgürlük ve iman özdeştir. 

Gerçek iman, kendini ifade için baba imajını kullansa da, bu imajı, "baba"ya karşı bile savunulacak şekilde hakikat ve adalet prensibine dönüştürür. 

İnsanın öz doğasının, zihninin rasyonel yapısıyla aynı olduğunu reddetmeliyiz. İnsanın, aklın lehinde ve aleyhinde karar verme gücü vardır ve insan aklın ötesini yaratma veya akıl-dışını yok etme gücüne sahiptir. 

Kişiliğin kucaklayıcı ve odaklanmış bir eylemi olarak iman, "coşkusal"dır. O hem rasyonel olmayan bilinçaltı dürtülerini hem de rasyonel bilincin yapılarını aşar. Coşkunluk (vecd) kişinin merkezinde birleşmiş olan bütün öğelerle birlikte –kendi olmayı bırakmaksızın– "kendinin dışarısında kalma" demektir. 

İnsanın manevi yaşamındaki her eylemde olduğu gibi, imanda da duygu bulunur. Fakat duygu imanı oluşturmaz. Zira iman bilişsel (kognitif) bir içeriğe sahiptir ve iradenin bir eylemidir. 

İman demek olan mutlak kaygı, mutlak olan hakkındaki kaygıdır. Sonsuz tutku, ki iman bu şekilde tanımlanmıştır, sonsuza duyulan tutkudur. 

Eğer Tanrı içimizde dua eden Ruh değilse, başarılı bir dua bile imkansızdır. (Romalılar 8

Nihâi kaygı, nihai risktir ve nihâi cesarettir. 

Nihâi kaygı durumu olarak iman, insanın bütününü gerektirmektedir ve sadece hissiyatın subjektivitesine sıkıştırılamaz. 

Kutsal ve Sonsuz 

Birini nihai olarak kaygılandıran şey, kutsal hâle gelir. Bu kutsalın farkında-oluş, ilahinin varlığının, yani bizim nihâi kaygımızın muhtevasının farkında oluştur. 

Şartsız/mutlak olana erişmenin hiçbir şartlı yolu yoktur; sonsuz olana erişmenin de hiçbir sonlu yolu yoktur. 

Kutsal, yaratıcı ve yok edici olarak ortaya çıkabilir. 

Putperest iman, hâlâ bir imandır. 

Bir iman eylemi, sonsuz tarafından sımsıkı kavranan ve ona döndürülen fani bir varlığın eylemidir. 

Kutsal, her şeyden önce varlığını hissetme şeklinde tecrübe edilir. O şimdi ve buradadır; bu, onun bizimle bir şeyde, bir kişide, bir olayda karşılaştığı anlamına gelir. 

Kesinlik ve Şüphe, Vecd ve Mit 

İman hem kesinlik kazandıran doğrudan farkında oluş öğesini, hem de şüphe öğesini ihtiva eder. Bunu/böyle bir şeyi kabul etmek cesarettir. Şüphenin bu cesaretli/güçlü konumunda, iman kendi dinamik karakterini en görünür şekilde ortaya koymaktadır. 

İman olmaksızın kişilik mümkün değildir. 

Şayet şüphe kendini gösterirse, o, imanın nefyi olarak değil, fakat iman eyleminde her zaman var olan bir öğe olarak düşünülmelidir. 

Ciddi şüphe, imanın tasdikidir. 

İmanın en sıradan yanlış-yorumu, onu düşük dereceli bir delile sahip bir bilgi olarak düşünmektir. 

Güven, imanın bir öğesi olmasına rağmen, iman, otoritelere güvenden daha fazla bir şeydir. 

İmanın kesinliği "varoluşsaldır", yani insanın bütün varlığı işin içine dahildir, söz konusudur. İmanın iki öğesi vardır: Biri, kişinin kendi varlığı hakkındaki risk değil, aksine kesinliktir, yani nihâi veya mutlak olan bir şeyle ilişkili olma konusundaki kesinliktir. Diğeri ise bir risktir, şüphe ve cesaret içerir, yani gerçekten nihâi olmayan fakat nihâi olarak alınırsa zararlı olabilecek bir kaygıya teslimiyettir. 

Hiçbir inanma emri ve hiçbir inanma iradesi, iman yaratamaz. 

Ateizm herhangi bir nihâi kaygıyı ortadan kaldırma teşebbüsü anlamına gelebilir, yani bir kimsenin varlığının anlamı hakkında kayıtsız kalması. 

Mitler, ilahi-beşeri yüzleşmesine ilişkin hikayelerde toplanmış iman sembolleridir. 

Bir kimse bir miti diğeriyle değiştirebilir, fakat, o miti insanın tinsel hayatından söküp atamaz. 

İman, kendi izafiliği (relativite) üzerine kurulu olan tolerans ile kaygısının nihâiliği üzerine kurulu olan kesinliği birleştirmelidir. 

İman korelasyonunun dışarısından hareketle imanı değerlendirebilecek hiçbir kriter yoktur. 

Bu sonlu dünyada, nihâinin bulunduğu bir mekan vardır; insan ruhunun derinliği. Bu derinlik sonlu ile ebedinin temas noktasıdır. Onun içine girmek için, insan, normal hayatının bütün sonlu muhtevalarını boşaltmak zorundadır; duyduğu bütün geçici (preliminary) kaygıları nihâi kaygı uğruna terk etmek zorundadır. 

Nihâi kaygı hali olarak iman, vecd halindeki akıldır. 

İnsan sonludur, insan aklı geçici kaygılarda yaşar; fakat insan, kendisinin potansiyel sonsuzluğunun da farkındadır ve bu farkında oluş, onun nihâi kaygısı olarak, onun imanı olarak kendini gösterir. 

Bir nihâi kaygının vecdî tecrübesi aklın yapısını yok etmez. Zira vecd, inkar edilen değil fiiliyata dökülen akılcılıktır. Akıl, ancak kendi sonluluğunun sınırları ötesine çekilirse fiiliyata geçmiş olur ve nihâi'nin varlığını, kutsalı tecrübe eder. 

Çatışma iman ile bilim arasında değil, her biri kendi doğru boyutunun farkına varmamış olan bir iman ve bilim arasındadır. 

Bilim ancak bilimle, iman ise ancak imanla çatışabilir; bilim olarak kalan bilim, iman olarak kalan imanla çatışamaz.

Benzer Okumalar:

Carl Theodor Dreyer, Ordet

Ingmar Bergman, Kış Işığı: Öğretmen Marta'nın Papaz Tomas'a Mektubu
_________________________________________
(*) Paul Tillich, İmanın Dinamikleri, çev. Fahrullah Terkan, Salih Özer, Ankara Okulu, 2016.

18 Mart 2020

Fransızca YDS–YÖKDİL Locutions Verbales Listesi (PDF)

Paul Klee
Fransızca YDS–YÖKDİL Locutions Verbales Listesi

Sınavlarda çıkmış locution'lar yer almakla beraber,
bunların dışında kalan, önemli gördüğüm locution'ları da listeye ekledim, örnekler verdim.

İndirmek İçin Tıklayınız:


14 Mart 2020

Hannah Arendt'in Martin Heidegger'e Mektubu








1929

Sevgili Martin,

Hakkımda pekala başka ve tesadüfi kaynaklardan haber almış olmalısın. Bu da haberin saflığını gideriyor, fakat Heidelberg'deki son görüşmemizde bir kez daha yenilenen ve saadet bahşeder bir tarzda sağlamlaştırılan güveni değil. Bugün sana öyle geliyorum, eski teminat içinde ve eski bir ricayla: Beni unutma, sakın unutma; çok iyi ve derin bir şekilde bildiğim gibi, aşkımız hayatımın lütfu ve inayeti oldu. Bu bilgi kalbe dokunmak için değil. Bugün de değil. Çünkü ben kendi göçerliğimin aidiyetini ve yurdunu bir insanda buldum, muhtemelen bunu çok az anlayacaksın.

Sık sık senin hakkında bir şeyler işitiyorum. Ne var ki, hepsi meşhur bir ismin anılışındaki o hususi yabancılık ve dolaylılık içinde. Bu benim için zor özdeşleşilebilir bir şey. Seve seve bilmek isterdim: Neredeyse acı veren bir memnuniyetle, nasılsın, şu an neyle meşgulsün ve Freiburg sana ne veriyor?

Alnından ve gözlerinden öpüyorum.

Senin Hannah

****

Eylül 1930

Martin,

Bugün seni gördüğümde, bağışla, hemen kendimi toparladım. Fakat, seninle Günther'in pencerede yan yana duracak olması, bu resim beni bir anda sarstı ve ben peronda, bu görüntünün iblisçe açıklığına yol vermek istemedim. Bağışla.

Beni tamamen alt üst eden birçok şey bir araya geldi. Seni görmek, sadece, her zaman olduğu gibi hayatımın en sıkışık ve duru sürekliliği hakkındaki bilgimi uyandırmıyor, lütfen bırak söyleyeyim, aşkımızın sürekliliği hakkındaki bilgimi de uyandırıyor.

Bilakis, saniyelerce önünde durdum. Sen aslında beni çoktan görmüştün. Üstünkörü baktın. Ama beni tanıyamadın. Küçük bir çocukken, annem beni ahmakça bir oyun oynayarak çok korkutmuştu. Hani bir daha kimsenin onu tanıyamayacağı kadar burnu uzayan Cüce'nin masalını okumuştum. Annemin bana oynadığı oyun sanki bugün başıma geldi. Sadece sürekli bağırdığım korkuyu, o kör korkuyu hâlâ çok iyi hatırlıyorum: Hâlâ senin çocuğunum ve Hannah'yım. Bugün de tıpkı böyleydi.

Ve sonra tren çekip gitti. Evet böyleydi, tıpkı şu an düşündüğüm gibi, o hâlde istediğim gibi: Siz ikiniz orada yukarıda ve ben yalnız ve büsbütün çaresiz karşınızda. Her zaman olduğu gibi elimde hiçbir şey yok, olayları akışına bırakmaktan başka, beklemekten başka, beklemek, beklemek.

****

New York, 27 Kasım 1970

Sevgili Martin,

Günlerdir, haftalardır sana yazmak; en azından mektubunun bana ne kadar iyi geldiğini, paylaşımının ve Zaman şiirinin tefekkür ederken nasıl yardımcı olduğunu söylemek istiyorum. Yıllar, yıllar önceki diğeriyle birlikte.

Ölüm varlığın sıradağıdır
Dünyanın oyununda.
Ölüm senin ve benim olanları
Düşen ağırlığa taşır
Bir huzurun yüksekliğine
Salt yeryüzünün yıldızına doğru.

(Umarım yanlış alıntılamamışımdır, tekrar bakmak istemiyorum.)

Fakat yazamıyorum; belki konuşabilirdim ama yazamıyorum. İki insanın arasında bazen, çok nadir, bir dünya oluşuyor. Sonra bu bir vatan oluyor, kabul etmeye çoktan hazır olduğumuz her hâlükârda biricik bir vatan. İçinde dünyaya karşı korunduğumuz bu minicik mikro-dünya, biri çekip gittiğinde yıkılıyor. Gidiyorum, çok sakinim ve düşünüyorum: gitti.

Sana ve Elfride'ye teşekkür ediyorum. Eve ne zaman taşınıyorsunuz? Yanımda Du Thor Seminerleri'nin sonuncusu var: "La finitude est peut-être la condition de l'existence." (Fr. Sonluluk, belki de varoluş hâlidir.) Şu an plan yapamıyorum ama ilkbaharda nerede olacağınızı bilmek güzel olurdu.

Her zaman olduğu gibi

Hannah

****

21 Temmuz 1972

Sevgili Martin,

Dün çok güzeldi. Eylülün gelişini sevinçle bekliyorum. Şimdi aklıma geldi; ayın 26'sında sizi rahatsız etmemeye dikkat etmeliyim.

Bir aşağı bir yukarı çok şey düşündüm. Düşünce, eğer sendeki gibi her sabah yeni bir başlangıç yapıyorsa, sonuçlarını hiçbir şey örtemez. Bu bir ödüldür ve bu ödülü düşünsel faaliyetin aslı olan "sözlü ifade", yazı için de talep eder. Bu konuda Kant'ın çok güzel bir ifadesi var, kâğıt hazinem arasında ona tekrar denk gelirsem onu sana göstereceğim. Kant aşağı yukarı şöyle bir şey söylüyor: sonuçlar akla muhaliftir, akıl onları sürekli çözer durur. (Sokrates)

Merkür'ün Haziran sayısı daha yeni elime geçti. Wiezsäcker'in ziyareti yüzünden: Muhtemelen onun kısa süre önce yayımlanan kitabı Die Einheit der Natur'u (Tabiatın Birliği) biliyorsundur. Merkür'de Gernot Böhme'nin Physik zu Ende denken başlığı altında uzun bir mülakatı var. Belki ilgini çeker.

Melville'in Billy Budd eserini elde etmek için uğraştım; muhtemelen kitap yarın burada elime geçecek. Onu kitapçıdan direkt sana gönderiyorum.

En iyi dileklerimle, özellikle de "60 Sayfa" için.

Her zaman olduğu gibi,

Hannah

Elfride'ye selamlar.
_________________________________________
(*) Martin Heidegger, Hannah Arendt: Mektuplar, çev. Melek Paşalı, Kaknüs, 2009.

6 Mart 2020

Elias Canetti — Acımasız Dostla İkili Söyleşi

Andrew Wyeth, The Kuerners, 1971.


Güç ve Hayatta Kalmak 

Bir insanın bir ölüyle karşılaşması, kendi ölümüyle karşılaşması anlamına gelir; gerçekten ölmediği için, ne de olsa kendi ölümü gibi değildir bu karşılaşma; ama öte yandan her zaman bir başkasının ölümü söz konusu olduğundan, kendi ölümünü aşan bir şeydir. Duyarsızlığını yüreklilik ve erkeklikle karıştıran profesyonel katil bile bu hesaplaşmadan kaçamaz; benliğinin çok iyi gizlenmiş bir köşesinde, aynı dehşeti o da yaşar. 

Uzanmış yatan bir ölüyle karşılaşanın duyduğu dehşetin yerini, rahatlama duygusu alır: Ölen, ölüyle karşılaşan kişi değildir. Olabilirdi. Ama ölmüş olan, ötekidir, bir başkasıdır. Ölüyle karşılaşan ise dimdik ayaktadır, ne yaralanmıştır, ne de kılına dokunulmuştur. Ölen, ister onunla karşılaşanın eliyle yaşamı son bulmuş bir düşman, ister yitirilmiş bir dost olsun, her şey sanki hayatta kalanın karşısına çıkan ölümü bir başkası kendi üstüne çekmiş gibi bir görünüm oluşturmaktadır. Hızla egemen olan duygu, bu duygudur. Başlangıçtaki dehşet, bir doyuma ulaşma duygusuyla karışır. Henüz her şeyi yapabilecek olan, ayakta duran insan, dimdik ayakta oluşunun bilincine hiçbir zaman bu denli varmamıştır. Başını bu denli dik tutabildiğini hiç algılamamıştır. Kendini tümüyle o anı yaşamaya vermiştir ve ölüye üstün olma duygusu, onu ölüye bağlamaktadır. 

İnsan, kendi yaşamadığı sürece ölüme hiçbir zaman tam olarak inanmaz. Ama ölümü başkalarında yaşar. Başkaları tek tek gözünün önünde ölürler ve ölen her birey, ölüme tanık olanı ölüme inandırır. Ölen, ölüm karşısında duyulan korkuyu besler; o, hayatta kalanın yerine ölmüştür. Yaşayan, öleni kendi yerine öne çıkarmıştır. Yaşayan, kendini hiçbir zaman ölenle, artık asla kalkamayacak olanla karşılaştığı zamanki kadar büyük hissetmez: O anda artık öleni aşmış gibidir. 

Karl Kraus ya da Direnişin Okulu 

İnsan konuşur, ama karşısındaki onu anlamaz. İnsan konuşmasını sürdürür, bu kez karşısındaki tarafından daha da az anlaşılır. Bağırdığımızda, karşımızdaki de bizi bağırmayla yanıtlar; dilbilgisinin alanı içerisinde zavallı bir yaşam sürdüren boşalma, dile zorla egemen olur. Seslenişler, taraflar arasında top gibi gidip gelir, çarpar ve yere düşer. Karşımızdakine bir şeyler iletebildiğimiz enderdir; iletebilenler de ters anlaşılır. 

Henüz yola çıkan hiç kimse, kendi iç dünyasında ne bulacağını bilemez. Henüz bir şey bulunmadığı için, bulacağının ne olduğunu sezmesi de olanaksızdır. Bu insan, ödünç aldığı araçlarla yine ödünç ve yabancı olan, yani başkalarına ait toprağı kazmaya başlar. Sonra ansızın kendini tanımadığı, hiçbir yerden gelmemiş bir şey karşısında bulduğunda, korkar ve sendeler. İşte bu bulduğu, kendi özüdür. 

Acımasız Dostla İkili Söyleşi 

Söyleyeceğim şu ki, izlenimlerinin gücünü bilen, her gününün her ayrıntısını, sanki o gün yaşamının son günüymüşçesine algılayan bir insan, aslında –sanıyorum bunu başkaca türlü söylemek olanaksız– salt abartmalardan oluşan, başlıca amacı bir yaşamı kuran ne varsa tümünü belirginleştirmek, çarpıcı ve somut kılmak olan bir insan, evet, böyle bir insan, bir güncenin yardımıyla kendi kendini yatıştırmasaydı, hiç kuşkusuz patlar ya da başkaca bir biçimde paramparça olurdu. 

Heyecanlar bulaşıcıdır ve işin normali, insanların içeriği yalnızca en yakınlarının heyecanlarıyla sınırlı kalmayan, kendilerine özgü yaşamlarının bulunmasıdır; böyle olmadığı takdirde başkalarının heyecanları içerisinde boğulup giderler. 

Gerçekten her şeyi bilmek isteyen için en iyi kaynak, kendisidir. Ama bunu yapmak istiyorsa eğer, kendini esirgememeli ve kendine karşı sanki bir başkasıymışçasına, yani yumuşak değil, tersine daha sert davranmalıdır. 

Herkes, tek tek herkes dünyanın bir odak noktasıdır ve dünya, böyle odak noktalarıyla dolu olduğu içindir ki değerlidir. Herkesin, bir odak noktası olmakta kendisinden aşağı kalmayan sayısız başkalarıyla birlikte odak noktası olması, insan sözcüğünün de anlamını oluşturur. 

Konuşmalarıyla Konfüçyüs 

Önemli olan, çabuk verilen yanıtın çarpıcılığı değil, sorumluluğunu arayan sözün derinlik kazanmasıdır. 

Önemli olan, insanın şunu ya da bunu yapabilmesi değil, tek tek yapabildiklerinin tümüyle bir insan olabilmesidir.

__________________________________
(*) Elias Canetti, Sözcüklerin Bilinci, Çev. Ahmet Cemal, Payel, 2001.

Yazının yayınlanmasında gösterdiği incelikten ötürü değerli dostum Gökhan Özcan'a teşekkür ederim.

19 Şubat 2020

Rainer Maria Rilke'nin Franz Xaver Kappus'a Mektubu

Andrew Wyeth, 1965.



Rainer Maria Rilke'den Franz Xaver Kappus'a 
Sekizinci Mektup 

Borgeby Gard, Flädie, İsveç
12 Ağustos 1904

Size yardımcı olabilecek herhangi bir şey söyleyemesem de, söylediklerim işe yarar şeyler olmasa da sizinle yeniden konuşmak istiyorum sevgili Kappus. Çok sayıda ve büyük üzüntüler atlattınız. Ancak bu üzüntüleri atlatmış olmanızın sizi zorladığını, keyfinizi kaçırdığını söylüyorsunuz. Ancak lütfen bu büyük üzüntülerin doğrudan kalbinizden geçmemesini mi yeğlerdiniz, onu bir düşünün. İçinizdeki çoğu şeyin değişip değişmediğini düşünün. Sadece başkalarının seslerini bastıracak kadar güçlü hissedilen üzüntüler tehlikeli ve kötüdür. Bu üzüntüler, yüzeysel ve aptalca tedavi edildiğinde yeniden ortaya daha acı verici bir şekilde çıkan hastalıklara benzerler, bu şekilde sürdükleri sürece insanın içinde birikirler. Yaşam, yaşayamadıklarımız, yaşamayanlar verebilir bu üzüntüleri bize ve bizleri de yaşatmayabilir. 

Bildiklerimizden çok daha ötesini görebilseydik, hatta görebildiklerimizden biraz daha fazlasını görebilseydik bile, yaşayacağımız üzüntülere neşelerimizden daha kolay katlanırdık belki de. Çünkü üzüntüler, hayatımıza bilinmeyen yeni bir şey girdiğinde ortaya çıkar. Duygularımızın sesi, kafa karışıklığımız tarafından bastırılır, her şey bir anda yok olur, bir durgunluk gelir ve hiç kimsenin bilmediği yeni şey sessiz bir şekilde bütün karışıklığın ortasına oturur. 

Yaşadığımız bütün üzüntülerin, hayatımızı durduran gerginlik anlarından ibaret olduğunu düşünüyorum. Evet, hayatımızı durduruyorlar; çünkü şaşkınlık içerisindeki duygularımızın artık var olup olmadıklarını bilemiyoruz böyle durumlarda. Çünkü içimize giren yabancı şeyle baş başa kalıyoruz; çünkü alışkın olduğumuz ve samimi bulduğumuz her şey bir anlığına kayboluyor; çünkü sabit kalamadığımız bir geçiş sürecinin ortasında kalıyoruz. Üzüntüleri geçici kılan şey de budur. İçimizdeki yeni şey, kalbimize sonradan giren şey bir anda kalbimizin en derin noktalarına girer, ararız fakat bulamayız çünkü kanımıza karışmıştır bile. Ve bu şeyin ne olduğunu öğrenemeyiz. Hiçbir şey olmadığı konusunda ikna edilebiliriz ama buna rağmen çoktan değişmişizdir; tıpkı gelen misafirin evi de değiştirdiği gibi değişmişizdir işte. Kimin geldiğini söyleyemeyiz, belki de hiçbir zaman bilemeyeceğiz fakat çoğu durum aslında geleceğin içimize bu yolla girip, kendimizi yaşanacakların gelişine hazırlıyor olduğunu gösteriyor. İşte üzüldüğümüzde bu yüzden yalnız kalmalı ve dikkatli olmalıyız. Çünkü geleceğimizin içimize doğru adım attığı o durgun ve karamsar an, sanki bizlere dışarıdan yaşanıyormuş gibi görünen gürültülü ve tesadüfi zaman diliminden çok daha yakındır yaşamın kendisine. Üzgün olduğumuzda ne kadar durgun, sabırlı ve açık olursak, içimize yeni giren şey de o kadar derinlere iner ve sabit olur, o kadar bu yeni şeyi sahiplenir ve bu geleceği kaderimiz olarak kabul ederiz. 

İleride bir gün kaderimiz "yaşandığında" (yani bizden çıkıp başkalarına görünür olduğunda), yaşananlar böylelikle bize daha samimi ve aşina gelir. Bu durumun yaşanması gereklidir. Yaşanmalıdır ki –gelişelim– başımıza aşina olmadığımız şeyler gelmesin, uzun süredir bir parçamız olan geleceği deneyimleyelim. Şu ana kadar doğru olduğunu düşündüğümüz hareket yasalarının bile farklı olduklarını gördük, aynı şekilde kader dediğimiz şeyin de aslında başkalarından bize gelmediğini, içimizden çıkıp başkalarına göründüğünü yavaş yavaş anlayacağız. Birçok insanın kaderlerini kabullenip, sindire sindire yaşayamamaları, içinden çıkan ve başkalarına görünen şeyi tanıyamamalarına sebep oldu. Kaderleri onlar için o kadar alışılmadık bir şeydi ki, korkudan hayretler içinde kalmış bir şekilde kaderlerini "başlarına gelen" bir şey sandılar. Çünkü daha önceden içlerinde böyle bir şeyler hissetmediklerine dair yemin ediyorlardı. İnsanlar güneşin hareketi hakkında uzun süre yanıldıkları gibi, geleceğin ve yaşanacakların hareketi konusunda da yanıldılar ve yanılacaklar. Gelecek sabit bir şekilde bizleri bekliyor, sevgili Kappus fakat bizler sonsuz uzayda hareket ediyoruz. Bu bizim için nasıl zor olmasın? 

Yalnızlıktan yeniden bahsedecek olursam, yalnızlığın bir seçim meselesi olmadığını anladığınızda durumu daha iyi anlayacaksınız. Hepimiz yalnızız. Kendimizi kandırıp yalnız olmadığımızı iddia edebiliriz. Ancak yalnızlığa karşı yapabileceğimiz tek şey bu. Fakat yalnız olduğumuzu anlamak, hatta yalnız olduğumuzu varsayarak işe başlamak çok daha iyi. Bunun ardından elbette kafamız karışacak. Çünkü görmeye alıştığımız şeyler bir anda elinizden alınacak, etrafınızda hiçbir şey kalmayacak ve her şey size sonsuz uzaklıkta olacak. Bir anda evi elinden alınan, herhangi bir hazırlanmaya veya alışma sürecine bile izin verilmeden bir anda dağlık bir bölgeye tek başına yaşaması için bırakılan bir insan da benzeri duyguları hissederdi; eşi benzeri olmayan bir emniyetsizlik, ifade edilemeyecek bir şeyden uzaklaşmak içini dağlardı adeta. Kendisini yüksek bir binadan düşüyor, uzayın boşluğunda sürükleniyor ya da binlerce parçaya ayrılıyor gibi hissederdi. Yaşadığı duygulara bir açıklama getirmek için acaba beyni nasıl da vahşice bir kurgu yaratırdı! Yalnızlaşan insan için de tüm mesafeler ve ölçütler değişir. Bu değişim de bir anda yaşanır ve ardından tıpkı dağa bırakılan kişide olduğu gibi sıra dışı hayaller ve katlanılamayacak kadar güçlü tekil duygular oluşmaya başlar yalnızlaşan kişinin kalbinde. Ancak bu duyguları da deneyimlememiz gereklidir. Varlığımızı mümkün olduğu kadar kapsamlı kabul etmeliyiz; öyle ki her şey, hatta duymadıklarımız ve bilmediklerimiz bile varlığımızla beraber mümkün olmalıdır. İşte bunu yapmamız için de bize gereken tek şey cesarettir: En yabancı, en cesur olmaktır gereken. 

İnsanoğlunun bu konuda cesur olmaması hayata sonsuz sıkıntılar katmıştır. Mesela yaşanan deneyimler "sanrı" olarak adlandırılmış, bütününe ise "ruh dünyası" adı verilmiştir. Aslında aşina olduğumuz ölüm ve bütün bu kavramlar, hayatın günlük kovalamacası içinde geriye ötelenmiş ve hissedebileceğimiz ve tutunabileceğimiz duygular böylelikle körelmiştir. Tanrıdan bahsetmiyorum. Fakat bilinmeyenin korkusu sadece varlığı köreltmekle kalmamış, aynı zamanda iki insan arasındaki ilişkileri de durdurmuştur. Sanki sınırsız olasılığın olduğu bir yerden alınmış ve hiçbir şeyin yaşanmadığı başka bir yere götürülmüştür ilişkiler. İlişkileri birbirinin benzeri, aşırı monoton ve değişmez kılan sadece atalet değildir; kişinin mücadele edemeyeceğini düşündüğü yeni ve görülmez şeyler karşısındaki çekingenliğidir. Fakat her şey için hazır olan, en esrarengiz durumları bile cesaretle bekleyen bir insanın ilişkisi daha yaşam dolu olacak ve elinden geldiğince ilişkiye kendi varlığından bir şeyler katmaya çalışacaktır. 

(...) 

Size bunların dışında söyleyebileceğim tek şey ise şudur: 

Sizi rahat ettirmeye çalışan ve tavsiyeler veren insanın, bazen size yardımcı olan basit ve sakin cümleleriyle iç içe dertsiz ve tasasız bir şekilde yaşadığını düşünmeyin. Kendisinin hayatı sizinkinden çok daha zor ve üzüntülerle dolu. Eğer öyle olmasaydı, size bu sözleri de söyleyemezdi.

Benzer okumalar:

Blog Üzerindeki Mektup Yayınları

__________________________________
(*) Rainer Maria Rilke, Genç Şaire Mektuplar, Çev. Berkay Tartıcı, SUB.

Yazının yayınlanmasında gösterdiği incelikten ötürü değerli dostum Gökhan Özcan'a teşekkür ederim.

16 Şubat 2020

Daryush Shayegan — İran'da Heidegger

Martin Heidegger'in Zaman Kavramı üzerine İran'da baskısı yapılan bir kitabı.

Heidegger İran'da özellikle 1970'li yıllarda çok moda olmuştu. Ünlü İslamcı Heideggerciler grubu ilk o dönemde ortaya çıkmıştı; bu grup, devrimden sonra ülkenin kültürel sahnesinden yok olmadığı gibi, bilakis İslam Cumhuriyeti'nin yardımıyla daha da güç kazanmıştır.

Varlığını koruyan ve çok gerici bir maskeye bürünen bu düşünce akımını anlamak için, tuhaf bir şahsiyet olan kurucusu Ahmed Ferdid (1912-1994) hakkında etraflı bilgi sahibi olmak gerekir. Ferdid'i kişisel olarak tanıdım. Dostumuz Hüseyin Cihanbeglu'nun evinde düzenli olarak toplanırdık ve o akşamlara, ortamı canlandıran kişi nedeniyle Ferdidiye adı verilmişti. O dönemde zihinleri bölen tüm çatışmaların; yani modernlikle gelenek, mutlakıyetçilikle demokrasi, liberalizmle komünizm arasındaki çatışmaların doğal ortamda tecrübe edildiği bir laboratuvardı o akşamlar.  Ferdid sürekli olarak Freiburglu ustanın aşırı tutumlarına atıfta bulunur, onun fikirlerini kendi özel amaçları için fütursuzca kullanır ve bunlardan baş döndürücü sonuçlar çıkarırdı. Bu çalkantılı teatral ve çoğu zaman maskaralık derecesinde gülünç akşamlardan hatırladığım, takışmalar, sözlü çatışmalar, çark edişlerdir. İnsanı hem zenginleştiren hem de bunaltan akşamlardı bunlar. Ferdid doğuştan provokatördü; insanı afallatan deha şimşekleri ve baş döndürücü sezgileri vardı. Sokrates geleneğine sadık kalarak, düşüncesinin çarpıtılması korkusuyla tek bir satır yazmaya tenezzül etmeyen bir tür şaman-filozoftu. Tutarlı bir serimlemede bulunamadığından, daha bir fikre kendini kaptırır kaptırmaz başka fikirler de fışkırır ve söylemini yolundan saptırarak bazen sonunda haince imalara varırdı. Fikir kıvılcımları, hatta yangınları taslak halinde bırakılmış kavramlarla, ölü doğmuş fikirler ve hınçla karılmış bir magma tabakası altında havasız kalıp sönüyordu; her şeyin temeli de Batı'nın bütün entelektüel tarihini, Varlığın esirgenmesi ve unutulması (Seinsvergessenheit) gibi Heidegger'in bazı temel kavramlarına getirdiği şahsi tefsir ışığında yorumlamak için duyduğu muazzam arzuydu.

Varlığın tarihinin azalmakta olan bir hakikatin "tarihkâr" aşamaları olması, ya da Varlığın geri çekilip unutuluyor olması, tarihteki her hareketi, insanın her ilerlemesini, Aydınlanma'nın her kazanımını olumsuzun inanılmaz çalışması gibi, hatta nihilizmin maskesi gibi gören Ferdid'in mistik zihnine cuk oturuyordu. Zira herhangi bir devirde herhangi bir hakikat üzerindeki perdeyi kaldırarak gerileyen bir ilkenin gizlenmesi ve varlık-olmayan'ın karanlıklarına gark olup giden bir dünyanın yok olması, Ferdid'in ak-kara zihniyetiyle çok iyi uyuşuyordu. Bu ontolojik bakışı kendine eksen alan Ferdid, Batı felsefesinin tarihini kendi tarzında yorumluyor; bakışını desteklemek ve ona İslam tasavvufunda öncü örnekler bulmak amacıyla da, Sufiliğin İbn Arabi gibi büyük kaynaklarından beslenip Hafız'ın o paradoksal şiirlerinden ilham alıyordu. Biz de böylelikle tarihsel bölünmeleri, epistemolojik kopmaları bir çırpıda elinin tersiyle silen hayret verici karışımlara tanık oluyorduk; tasavvufla felsefe kavuşup birbirine sirayet ediyor, Allah bilir ne tuhaf bir karışıma yol açıyorlardı. Düşünme tarzında iki tür kifayetsizlik vardı: Birincisi, Ferdid ortak yanları olmayan dilsel ve felsefi mefhumları birbirleriyle özdeşletirdiği için (Raymond Aron'un L'Opium des intellectuels'de [Aydınların Afyonu] işaret ettiği) "zincirleme özdeşleştirmeler"; bir de dışakestirim yoluyla eleştiri. Yurtsuzlaşmış, Batı nazarında ayrı düşmüş olan kendi dünyasının şifre-çözümünde ise bambaşka bir bağlama ait kavramsal araçları uyguluyordu. Mesela Heidegger'in teknik üzerine eleştirileri, Batı düşüncesinin oluşumuna değinirken Sokrates-öncesi filozofların physis'inden yola çıkarak art arda ricatlarıyla Nietzsche'deki güç istencine varır, bu arada Platoncu ideadan, ortaçağın skolastik tözlüğünden, Descartesçı öznellik ve Hegel diyalektiğinden de söz ederdi. Bütün bu gelişim Ferdid'in beslendiği, bütünüyle farklı bir episteme alanına giren geleneğin yörüngesi dışında kalmaktaydı.

Ferdid ve takipçisi olan hakikaten vasat çömezleri, bu temel ayrımlara kulak asmıyorlardı. Ferdid'i asıl büyüleyen, metafiziğin sonuydu ve Heidegger'in Der Spiegel adlı haftalık dergiye verdiği söyleşide, beklenmedik şekilde, bizi ancak bir Tanrı'nın kurtarabileceğini (nur ein Gott kann uns retten) beyan etmesiydi. Ferdid'in gözünde, modern Fars dünyasındaki bütün edebi ve sanatsal üretim, Batı metafiziğinin atığı ve yan-ürünüydü. Dolayısıyla mademki metafiziğin sonuna ulaşılmıştı ve yeni bir tanrısallığın elikulağında tezahürü bekleniyordu, bu tanrısallık sonunda kendini açığa vurduğu vakit dünyanın çehresi ne olacaktı? O zaman, diyordu Ferdid tumturaklı bir havada, Varlığın "ertesi günü"nün (pes ferdâ) nihai noktası, kaçınılmaz bir biçimde "evvelki günü"nün (perî rûz), yani başlangıcının ilk noktasına kavuşacaktır. Bunun sonucunda da halka tamamlanmış olacak ve Varlığın insanın selametini bir kurtarıcıya bağlayan mesajının içerdiği mesihçilik tamamına erecek, hatta Hakikati'nin ilk ortaya çıkışına dönecektir.

Heideggerci Ferdid'de iki unsuru birlikte buluruz: Düşüncenin mitolojikleştirilmesi ve ahiretle ilgili bir vaadin mesihçi içeriği. Ferdid gibi, üstelik İranlı da olan iflah olmaz bir ak-karacı için bulunmaz nimettir bu; zira böylelikle, Alman filozofun büyütücü yorumbilgisi sayesinde, dünya kadar eski bir mesihçi bakışı "modernleştirebilmektedir". Zira mesihçilik fikrinin Mehdi figürüyle İran kolektif hafızasında derinlemesine yer etmiş olduğunu unutmayalım. Heidegger'in bakışındaki düşünceyi mitolojikleştirme tehlikesini Adorno daha o zamandan algılamıştı. Şöyle demişti: "Bilebildiğimiz kadarıyla düşünmenin tarihi, Aydınlanma'nın diyalektiğidir. Bunun içindir ki Heidegger, kararlı bir biçimde, gençliğinde cazibesine kapılmış olabileceği gibi bu safhaların herhangi birinde durmaz, fakat Wells'vari bir zaman makinesinin yardımıyla, her şeyin her şey olabildiği ve her anlama gelebildiği arkaizmin uçurumuna atlar. Mitosa el uzatır; fakat kendi mitosu da 20. yüzyıla ait bir mitos olarak kalmaktadır; maskesi tarih tarafından düşürülen yanılsamadır ve içinde her tür bilince varılan gerçekliğin aklileştirilmiş çehresiyle mitosun katiyetle bağdaştırılamaz özelliği bu yanılsamayı gün gibi aşikâr kılar.[1]

Bekleyiş zamanından ilham alan Ferdid, Varlık döngüsünün "ertesi günü" ile kendi "evvelki gününü" çakıştırarak, bir bakıma bu beklenen tanrısallığın gelişini öngörür. Bu kavramı hem Şii düşüncesinde hem de İran'daki eski Zerdüşt dininde buluruz. Gelip bizi kurtarabilecek bir Tanrı'dan söz eden Heidegger'in düşüncesini Ferdid koşulsuz benimser, zira bir döngünün son bulması eninde sonunda dünyanın çehre değiştirmesi değil midir? İran düşüncesinin kendini Şiiliğin mesihçi ikliminde bu kadar evinde hissetmiş olması hiç sürpriz değildir. Dünyanın nihai çehre değiştirmesine varan Zerdüştçü kozmolojideki on iki bin yıl döngüsü onu buna hazırlamıştı. Kuşkusuz biçimler değişecekti, kuşkusuz dinsel çerçeve İbrahimî dinlerin döngüsüne kayacaktı, ama –insanın bu dünyada sürgünde olduğu fikrinin onca kök salmış olduğu– İran bilincinde, dünyanın çehre değiştirmesinin büyük bir yoğunlukla yaşanan derin mesajı el değmemiş bir halde kalmıştır; Ferdid de bu konuda bir istisna değildir ve Heidegger'de, kendi metafizik saplantısına modern bir felsefi gerekçe bulmuştur.

Devrimden sonra işler tepeden tırnağa değişti. Ferdid, usta bir oportünist olarak yön değiştirdi ve kudurganlık derecesinde meczup bir devrimci haline geldi. Belki de onun düşüncesinde ertesi gün daha şimdiden Varlığın evvelki günüyle birleşmişti; belki de onca sabırsızlıkla beklediği tanrısallık, Yüce Rehber'in kutsal çehresine bürünmüştü. Ve nasıl ki ustasının gözünde, Alman Volk'unun (halkının) yenileştirici Geist'ının (ruhunun) tecessümü Führer idiyse, Ferdid için de kurtarıcı, aynen, yeni bir düzen kurmaya gelen rahip-kral çehresine bürünüyordu. Devrimle birlikte Ferdid bir peygambere, yeni çağın keramet sahibi ulularından birine dönüştü; yeni manevi düzenden aldığı manyetik çekicilik sayesinde bütün dindar gençlik için karizmatik bir figür haline geldi. Bu ender görülen olayın sihrine kapılmış, kelimenin klasik anlamıyla artık bir sınıf mücadelesi değil de benzersiz bir mesihçi ütopyanın kuruluşu olan o büyük sarsıntıyla büyülenmişti gençlik. Bu nesil kendini dünyaya bağlayacak modern bir kaçış yolu arıyordu, Ferdid de ona bunu temin edecekti.

Devrimin zaferinden sonra Tahran Üniversitesi'nde verdiği, benim de katıldığım ilk konferansta, bu yeni ruh halini belli etmişti. Özellikle tüylerimi diken diken eden bir cümlesini açık seçik hatırlıyor ve hafızadan zikrediyorum: "İnsan hakları, yani Aydınlanma'nın kazanımları, alt-bilincin (nefsü'l-emmâre) üst bilince, yani huzura kavuşmuş ruha (nefsü'l-mutmainne) uyguladığı bir siyasi sansürdür." Salondan çıkarken ona dediklerimi çok iyi hatırlıyorum: "Bütün laik aydınların ölüm fermanını çıkardınız." Ve onu son görüşüm oldu bu. Kendine bilge-filozof diyen bir insanın alelacele infazları desteklemiş ve terör hükümdarlığına kendince zemin hazırlamış olmasını anlayamazdım. Buraya vardıktan sonra, caniyane, tehlikeli ve taassup dolu bir hale gelen bu düşüncenin, siyasi arenaya baskın yapan kutsalın şiddetini haklı göstermek için modern bir söylem arayan radikal gençler güruhunu çekebilmiş olması pek şaşırtıcı değildir. Ferdid'in saf insanları, yolunu şaşırmış devrimcileri, Batı kültürü görgüsünden yoksun olanları, ülkeyi kıyameti andıran bir savaş meydanına çeviren bu yeni mesihçi dünya anlayışıyla keskinleşmiş ideologları etkileyebilmiş olması da hiç şaşırtıcı değildir. Bu Heidegger'vari Ferdidciliğe her çeşidinden İslamcılar safları sıklaştırarak üşüştüğü gibi, huzura ermiş yüce ruhun kurban edilmesiyle sansür doruk noktasına vardığı gibi, Aydınlanma ve insan haklarıyla ilgili her şey şeytani sapkınlık derekesine atıldığı gibi, bu çağrıya icabet eden saygıdeğer ve ciddi aydınlar da çıkmıştır. Böylece geçen yıllar içinde, onun etrafında neredeyse mafyavari bir şebeke oluşmuştur. Devlet organlarına, medyaya, basına sızan bir şebeke, "sapma gösteren liberallerin" peşinde olup onları ihbar etmekten, çirkefte süründürmekten, itibarlarını lekelemek ve hatta onları mahvetmekten başka derdi olmayan koca bir sansürcü ve engizisyoncu korteji ortaya çıkarmıştır. Günümüzde geçerli olan aydın ihbarları büyük ölçüde onların eseridir.

Başlarda Ferdidci filozof, Batı sanatından bahsederken şöyle akıl yürütür: Batı'nın sanatı şeytani bir sanattır, zira benlik, kibir ve nefs gibi biçimlerle hakikati perdeler. Buna karşılık, gelecek sanat rahmani bir sanattır. Çağ sempati, diyalog ve doğrudan gönül gözüyle seyredalış çağıdır. Fakat din sürgüne gidip de Tanrısallık kendini geri çektiği zaman, o zaman sanatçılar, özellikle de şairler, Ahitleşme'yi tekrar kurmak (tecdid-i ahd), kutsalı diriltmek için çabalayıp dururlar. Bu yenilenme İslam Cumhuriyeti'nin kurulmasıdır. Kendi payıma şu sonucu çıkarıyorum bundan: "Filozofumuzun yüce usavurumunun tamamı, hakikatin Heideggerci yorumuna dayanmaktadır. Netice itibariyle, 20. yüzyılda yaşamış bir Alman filozofunun 'tarihsel evreleri' üzerine eğilmesi, Batı felsefesini Varlığın Örtülmesi anlamında yorumlaması, bu felsefenin zaman içindeki farklı söylemlerini kendi tarzında açığa vurması gerekiyormuş ki, bu dünyanın karşı kutbunda yer alan bir İranlı bunu Fransızca çeviriler sayesinde öğrenip, kendi sorunu bile olmayan bir sorunun kendini ilgilendirdiğine hükmetsin; ve üstelik, bu yetmiyormuş gibi, Alman'ın peygambervari açıklamalarında İslami yenilenmenin manevi hakikatinin ortaya çıktığına inansın."[2]

Ferdid'in mesihçi şifre anahtarıyla çözdüğü, çömezlerinin de neredeyse peygamberimsi bir şahsiyet haline getirerek ilahlaştırdıkları Heidegger,, bizimki gibi ülkelerin o kadar duyduğu eleştirel anlayışı ve bütün Aydınlanma geleneğini içeriden kemiren bir hastalıktır. Ferdid'in Heidegger'i bu şekilde yorumlayabilmiş olması, Adorno'nun da dediği gibi, mitsel boyutu gereği Heidegger düşüncesinin buna çanak tutmasındandır. Başka deyişle, muazzam meziyetlerine rağmen bence Heidegger düşüncesi bu tür karışımlara, daha eleştirel ve daha sakin olan Kant düşüncesinden daha çok mahal vermektedir. Eleştirel düşüncenin nice zorluklara adım atabildiği bizimki gibi gelenekler için, Kant felsefesi diğer düşünürlerin felsefelerine nazaran zihinsel açıdan daha "sağlıklı"dır. Öncelikle Kant'ın sayıklamamıza engel olmasındandır bu; sonra da, bilginin sınırlarını göstermesindendir. Akıl bazı sınırların ötesine fantazmalara gömülmeden, yani çözülmez çatışkılara varmadan geçemez. İyi ki de bu böyledir, zira hakikaten düşünmek ve serinkanlı kalmak istediğimiz zaman bu sınırlar içinde kalmak evladır.

Benzer okumalar:

Daryush Shayegan ile Söyleşi: Işık Batıdan Gelir

________________________________
(*) Daryush Shayegan, Melez Bilinç, çev. Haldun Bayrı, Metis, 2013, s. 61-66.

[1] Dialectique négative, Paris, Payot, 1978, s. 99.

[2] Yaralı Bilinç, s. 129.

2011–2024 idea, schola, zâhir âlem