30 Aralık 2016

Luis Bunuel — Simon del Desierto

Ey Muhammed! Onlara deniz kıyısında bulunan kent halkının durumunu sor. Hani onlar Cumartesi (yasağı) konusunda haddi aşıyorlardı. Zira tatil yaptıkları Cumartesi günü balıklar onlara akın akın geliyor, tatil yapmadıkları (diğer) günlerde ise gelmiyorlardı.
İşte onları, yoldan çıkmaları sebebiyle böyle imtihan ediyorduk.

A'râf, 163


Ey kendilerine kitap verilenler! Birtakım yüzleri silip de tersine çevirmeden, yahut Cumartesi halkını lânetlediğimiz gibi onları lânetlemeden, yanınızda bulunanı (Tevrat'ı) doğrulayıcı olarak indirdiğimiz bu kitaba (Kur'an'a) iman edin, Allah'ın emri mutlaka yerine gelecektir.

Nisâ, 47


Ve nesillerinizce Sebti ebedî bir ahit etmek üzre, İsrailoğulları Sebti tutacaklar.

Mısır'dan Çıkış, 31: 16

Simon del Desierto, Türkçeye çevrilen hâliyle Çöl Adamı Simon ya da Çölün Simon'u, 1965 yılı yapımı Luis Bunuel'in siyah beyaz filmi. İspanyolca olan filmin süresi 42 dakika.

Luis Bunuel, filmlerinde genel olarak kendi gerçeküstücü disiplinini yerleştirir. Simon del Desierto, irrasyonel bir dinsel anlatı. Bunuel, sürgün bir adamdır. Cizvit meşrep, biraz aykırı ama nihayetinde Le Charme Discret de la Bourgeoisie ve Le Fantôme de la Liberté filmleri ile kendi sanatının zirvesine çıkmış bir kişiliktir. Meksika, İspanya, Fransa derken yıllar ilerledikçe ara-dönem filmlerinde kendini geliştirmiş usta bir yönetmen olup filmlerinde absürd mefhumunu sıklıkla serper. Burada yapılan anlatının bozuntularına radikal bir perspektif kazandırmaktır. Simgesel ve metaforik tasvirin saçmalığını eleştirirken Bunuel'in filmlerini saçma çerçevesinde değerlendirmek hiç şüphesiz yerinde olabilecektir. 

—Sana söz vermiştim geleceğim diye Simon. Bu son sefer...
—Vade retro, Şeytan!
—Artık "Vade" ya da "Retro" yok.
—Eğer Allah beni baştan çıkarmana izin verirse, dayanırım buna ben. Lakin hiçbir şeyi başaramayacaksın. Nefesinin pis kokusu burnuma kadar geliyor.
—Sen de iyi kokmuyorsun ki. Hazırlan, çok iyi bir seyahate çıkacağız! Hem de çok uzun. Kes şu el kol hareketlerini, bu kez sana faydası dokunmayacak. Çöl adamı Simon! Seni şaşırtacağım. Ama seninle aramızda çok az fark var. Senin gibi ben de Yüce Allah'a inanırım. Çünkü onun varlığı hoşuma gitmişti... Seni nereye götürdüğümü biliyor musun? Sebt (Cumartesi) gününe!

Simon del Desierto'daki anlatının siyah beyaz formatın ötesine taşındığını söylemeliyiz. Filmin irrasyonalizmi bir yana, seyir içinde bu döngünün nereye varacağı ise oldukça güzeldir. Bu yönetmenin kendi bakışından sıyrılıp bir üst seyre, perdeye gittiğinin altını çizer. Simon del Desierto, biraz zor filmdir bir bakıma Bunuel'i tam anlamıyla anlayabilmek için. Kesintilik vardır ama bu daimdir. Daimi kesintilik. Yapısallığın genelde bir yapıbozumdan çıkıp bir tabloyu oluşturduğu gözükür Bunuel'de. Bunuel, kendi yaşantısından hareketle de tirancı bir sistem kurar Simon del Desierto'da da. Çünkü Bunuel'in hayatı hep kederle geçmiştir. İspanya'dan kaçmasaydı Franco'nun askerleri kendisini kurşuna dizecekti diye bilinir, öldürülecek yönetmendi olarak diye söylenir hatta.

Çöl ve Simon. Çölün mekân olarak özellikle seçilmesinin altındaki gerçekliğe de uzanmak mümkün. Bunuel bu tip mekanları dış dünyadan soyutlayarak bir merkeze odaklanılmasını ister. Tüm bunlar olurken, Suriyeli aziz Simeon Stylites'in oğlu Simon'u biz bir şefaatçi, Kadın Karakteri Şeytan, Papaz ve Rahipleri bir diğer dilden dinsel sistem içindeki itaatkar toplum merkezi ve de oradaki halkı sefaletin çocukları olarak görürüz. 

—İnsanlar daima kanlı savaşlarda dövüşeceklerdir. Çünkü "benim", "senin" gibi kötü sözlerden dolayı.
—Ne demeye çalışıyorsun sen?
—Kendinin olduğu şeyi savunmak için öldüren insanı.
—"Senin" olan nedir ki?
—"Benim" olan nedir mi? Anlayacaksın. Bu çanta sana ait değil mi? Lakin tersini söylersem tartışmaya başlarız. Denemek ister misin? Simon, bu çanta BENİM! Senin olduğunu söyle.
—Benim!
—Sana benim olduğunu söylüyorum! 
—İyi... Öyleyse al. Bencil olmayışın ruhuna hayırlıdır. Ama tövbe etmek için yararlı olabilir mi?

Sebt gününde ibadetin olmadığı, insanların kendi keyiflerine göre hareket ettikleri, yasağı çiğnedikleri aşikardır. Bunuel'in Sebt günü ile gittiği aralık aslında insanoğlunun düştüğü hezeyan. Geçmiş ile günümüzün dinsel ve tarihsel bir dikotomisini, çatlamasını fark ederiz. Bunuel, bu doğrultuda mantıksal olmayanı gayet başarılı üslubuyla gösteriyor. İrrasyonelliği bu şekilde teyit ediyor. Simon del Desierto, bağlamın içinde pencerelere açılıyor. Bunuel, tepeden inmecilikle değil, salt gerçekliği trajik bir biçimde sunuyor. Dans eden insanlar, Sebt'in şuurundan uzaktaki kitle Bunuel için Şeytan'a biçtiği replik. Evveliyatı modern toplum ile veriyor, siyah beyazlık çatısı altında buluşan iyi ile kötünün savaşı.

Luis Bunuel, din teması ile amaçladığı aslında günümüz gerçekliği. Dinsel kurallar karşısındaki insanın hâli. Sinema dilini gerçeküstücü kullanıp güldürüsünün altındakine gitmemiz çok zor değil. Şeytan'ın Simon’a seyahata çıkacaklarını bildiren "birisi bizi götürmeye geliyor" repliğinin peşine uçağın gözükmesi buraya bir nokta atışıdır. Kendi kendini omuzlayan Simon del Desierto, insanın diğer bir insanla nereye konumlanabileceğini sorguluyor, siyah beyazlıktan gerçekliğin rengine kavuşuyor. 42 dakikadan daha fazlası var Simon del Desierto'da...

Radyoaktif et.

Kasım 2011

Benzer okumalar:

22 Aralık 2016

Ademir Kenovic — Savrseni Krug

Kâbus

Ne yapıyorsun, oğlum?
Düş kuruyorum, anne. 
Nasıl türkü çığırdığımı 
görüyorum anne bu düşte.
Ve sen bana soruyorsun, düşümde: 
oğlum, ne yapıyorsun, diye.
Oğlum, dile getirdiğin ne, 
düşünde çığırdığın türküde?
Bir zamanlar bir yuvam olduğunu 
dile getiriyorum, anne.
Şimdi yuvam yok oysa.
İşte bu dile getirdiğim, bu türküde.
Bir sesim vardı, diyorum, 
bir dilim de, anne.
Şimdi ne sesim, 
ne dilim var. 
Olmayan sesimle,
olmayan dilimde, 
olmayan evimde 
bu türküyü çığırıyorum, anne.

Abdullah Sidran
Adis ve Kerim. İki Boşnak çocuk. Savaşın ortasındalar. Kaçıyorlar sessiz olana. Herkesi öldürüyorlar, her yerde bir kurşun sesi, evler dağıtılmış, köyler yangın yeri, yaşlılar, çocuklar ölüyor. Ölüm yaş tanımıyor. Onlar için bunun pek bir önemi yok, gayet memnunlar insanları öldürmekten. Onları bir hiç gibi görmekten. Kerim, sağır. Kurşun seslerini duymuyor, bu dünyanın kötülüğüne, acımasızlığına kulakları perdeli Kerim'in. Eşini ve kızını daha güvenli bir yere gönderen Hamza'nın evine sığınıyorlar. Hamza eve döndüğünde yan yana yatmış iki kardeşi buluyor. Hamza, onların babası gibi artık, bir aile.

Saraybosna. Yakıp yıkılıyor. Şehirde yaşayan insanlar milislerin mevzilerini biliyor. Her an gelebilecek bir kurşunla ölebilirler ve Bosna'nın insanları bir şekilde yaşamak zorunda, ihtiyaçlarını karşılamak zorunda. Bombardıman devam ediyor. Bir çeşit yıkım, sanki hiç bitmeyecek gibi. Evleri yakılıp yıkılmış, onlardan çok uzakta çoğu. Kendi yurtlarında sürgündeler. Gökyüzü karanlık, sesleri kayboluyor, dilleri kayboluyor, evleri kayboluyor insanların. Sürekli olarak kaybediyorlar. Kaybetmedikleri içlerindeki inanç. Onlar yıktıkça, daha da sıkı sıkıya bağlanıyorlar birbirlerine, yaşama. Tramvaylar, caddeler eksik, ters duran boş bir sandalye gibi Ademir Kenovic'in Bosna'sı. Savaşın mimarları gülüyorken, onlar ağlıyor. Düzen tersten işliyor, kötü olan iyiyi, masum olanı her defasında acımasızca eziyor. Kazandıklarını sanıyorlar. Katliam ile kendi kutsallarını güçlendirdiği düşüncesiyle, silahlarının gölgesinin negatif asilliğinde kayboluyorlar. Boşnak İhtiyarın kafesinde tuttuğu gibi kuş gibi insanlar. Hepsinin özgürlüğü alınmış, hepsi çırpınıyor, kafesi kırıp hürriyetlerine kavuşma arzusundalar.

Hamza, Abdullah Sidran'ın şiirlerinde devinim buluyor. Saraybosna'nın muhtelif yerlerinde, bazen yıkık bir evde, bazen bombalanmış bir tramvayda, kendini aşmış olarak görüyor. Savaş öyle bir çetinlik alıyor ki ruh hâlleri ölümle mesafe tanımıyor. Yaşarken öldürülmüş hepsi. Kalpleri, benlikleri darağacına asılmış, defalarca. Bir ağacın, bir köpeğin ölümünün hüznü en derinlerine işliyor. Sesler yankılanıyor cephelerde, Adis'in sesleri küçülüyor gitgide, soğukluk var üzerinde. Kerim, duymadığı seslerden oluşan bu çirkin dünyanın acısını duyuyor. Hamza, bir hamlede kusursuz çember çiziyor. Bu kusursuz çembere tıkılmış hayatlar var, ölümler, aydınlık ve karanlık, karanlık. Çember oldukça asil, içinde her şeyi barındırıyor. Gökyüzünden düşen bombalar, evlerin pencerelerindeki kurşun izleri, yaralı bir şehir ve nice hayatlar. Yaralı şehrin insanları da yaralı olur. Yeni yeşermeye başlayan ağaçları kesiyorlar, umutlarını dağıtıyorlar, gözyaşları sebepsizce düşüyor tepelerden. Tepelerde derin bir yas var bugün. Krallar seyrediyor hünerlerini, tahtlarının asaletini yitirmek istemiyorlar. Soytarıların rolünü çalıyorlar bir kez daha, umarsızca.

Sonunda kendimi asmaktan korkuyorum. 
Birçoğunun sonu bu oldu, burada ve her yerde. 
Günler uzun geliyor, geceler uzun geliyor, 
Yıllar uzun geliyor aşk olmadan, 
Aşk suyu olmadan, aşk havası olmadan. 
Elbette bu mantığın sesi değil. 
Hiçbir sorunu çözmeye yardımı olmuyor. 
Ama ne zaman gözlerimi kapatsam,
Kendimi asmış olduğumu görüyorum.

Katliam. Savrseni krug, gerçeküstü bir setin ortasında çekilmiyor. Duvarlarda havan topunun izleri, mermilerle delik deşik edilmiş evler, yanan evler, kırık dökük ve artık bir şehir. Sırpların, Boşnaklara zulmü sürüyor. Bu savaş değil, bir insan katliamı. Bosna'da yaşananlar bize uzak değil, kalbimizdeki bir yara oluyor. Saraybosna bir kez daha inciniyor, içimizde, en derinlerde. Şair Hamza, şiirlerini atıyor tramvayların yoluna, eziliyor her defasında. İnsanlar yıkımlı bir göçün içinde. Su, ekmek, konserve, kitapların içine sıkıştırılan konserve. Ademir Kenovic, Bosna panoramasını türlü detaylarla veriyor. Yabancı değil hiçbir şey. Her şey olduğu gibi. Sırp keskin nişancılar, yollarda yürüyen insanların kurşunlara maruz kalması, korkuların çocukların yüzlerindeki hâlleri, bombalanmış araçlar, bertaraf edilmiş tramvay hatları, Bosna'nın Kenovic'in gözünden sadece birkaç resmi.





Şiir. Ademir Kenovic'in Boşnak şair Abdullah Sidran'ın şiirlerini kullanarak Savrseni krug'a duygusallığın yanında şiirsellik kattığı aşikar. Hamza'nın Saraybosna'nın metruk yerlerinde monologlarıyla hissiyatına eriştiğimiz bu şiirler, yaşayan ve acı çeken Boşnakların, Balkan halkının bir sızısı, insanlığın sızısı, bizim sızımız oluyor. Çember daralıyor. Yaşam çemberi. Öyle ki bu yaşam kusursuz. İçine girenler ve giremeyenler var. Savrseni krug'un ajite eden bir yönü mevcut değil. Özünde aşırı duygusallık ya da gerçeküstü bir kurgusallık yatmıyor, gerçekliği ve mükemmel etkileyiciliği kendini vitrine çıkarmaya yetiyor. Kenovic'in kalbi, bizim kalbimiz. O kendi vatanını perdeye taşırken biz bir kez daha yaralanıyoruz, acıya ortak oluyoruz. İnsanlık, kendi çıkarları uğruna gözünü kırpmadan ve yaşlı-çocuk demeden yaptıklarıyla kara bir utanç içinde olacak ve gün geldiğinde bizler, hepimiz, karanlıktan aydınlığa uzandığımızda mermilerle vurulmuş çocukların yüzlerindeki tebessümlerini hatırlayacağız bir daha, sonsuza dek. O çocuklar huzur içinde olacak, sevgiyle, aşkla. Işık çıkacak, Bosna yüzünü gösterecek, o temiz göğsünü açacak bizlere. Sarılacağız her şeye, sımsıkı. Kurşun sesleri artık çok uzakta... Şiir:

Artık başıma başka bir şey gelemez,
İyi veya kötü olsun hiçbir şey.
Birbiri ardına gelen günleri sayan bir askermişim gibi, 
Sıkıcı, anlamsız. 
Kabul etmeli ve sessizce söylemeliyim.
Ölüm bendeki her şeyi alacak :
Vücudumu ve kemiklerimi, masadaki kalemimi,
Bilgimi, ruhumu, duvardaki tabloyu,
Odayı aydınlatan müziği,
Gözyaşlarını, korkuları, polen dolu havayı.
Ve sonrası: Karanlık... Karanlık, karanlık...

Bir şair, iki çocuk ve bir köpek.

Mart 2013

Benzer okumalar:




14 Aralık 2016

Halep Mevlevihanesi

Yazının yayınlanmasında gösterdiği alaka ve incelik için Sakarya Üniversitesi Tasavvuf Anabilim Dalı'ndan Yrd. Doç. Dr. Sezai Küçük'e teşekkür borçluyum.


İLAM Araştırma Dergisi, c. III, sayı: 2, Temmuz-Aralık 1998.

Halep Mevlevîhânesi — Sezai Küçük

Giriş

Mevlana Celâleddin Rûmî'nin 1273 yılında Konya'da vefatından sonra adına oğlu Sultan Veled (ö. 1312) tarafından kurulan Mevlevîlik, Selçuklular devrinden başlayarak Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan yıkılışına kadar geçen süre içerisinde, toplumu derinden etkileyen tarikatların başında gelmiştir. Mevlana'nın sağlığında özel toplantılar düzenleyip, dini sohbetler, zikir ve sema yaptığı Konya'daki dergahı merkez olmak üzere, kısa sürede gerek çelebiler gerekse Mevlevi dedeleri vasıtasıyla Anadolu ve diğer İslam beldelerinde yaygınlık kazanmış ve buralarda mevlevihaneler tesis edilmiştir. Tesis edilen bu mevlevihaneler fonksiyonları bakımından iki gruba ayrılırlar: 1. Asitaneler, 2. Zaviyeler.

Farsçada "kapı eşiği, kapı dibi, eşik yanı" gibi anlamlara gelen âstân kelimesinden türetilen âsitâne, Türkçede âstâne veya âsitâne şeklinde kullanımı yaygınlık kazanmış ve Osmanlı devrinde bir tarikatın veya bir tarikat kolunun merkezi olan tam teşekküllü tekkeler için isim olmuştur. Hücre, küçük oda anlamlarına gelen zaviye ise; herhangi bir tarikata ait olup içinde dervişlerin yaşadığı ve gelip geçen yolcuların misafir edildiği binalardır. 

Mevlevilikte âsitânenin diğer tarikatlarda bulunmayan farklı bir anlamı vardır. Bu tarikat erkanına göre âsitâneler, içerisinde bin bir günlük çile çıkartılan, zaviyelere göre daha geniş bir alanda kurulan ve dervişlerin eğitim ihtiyaçlarına göre mimari özellikler taşıyan dergahlardır. Küçük Mevlevi tekkelerine de zaviye tabir olunmuştur. Asitaneler zaviyelerden büyük sayılmış, zaviye şeyhleri mevki bakımından âsitâne şeyhlerinden aşağı tutulmuştur. Çile asitanelerde çıkarılmış, dervişler bu tekkelerde yetiştirilmiş ve zaviyelerde hizmet etmek çile çıkarmak sayılmamıştır. 

Mevlevi Tarikatı'nın merkezi sayılan Konya'da Asitane-i Aliyye de denilen Mevlana Dergahı'ndan başka bu özel anlamda asitane olan mevlevihaneler şunlardır:
  1. Afyonkarahisar
  2. Eskişehir
  3. Gelibolu
  4. Bursa
  5. Kastamonu
  6. Kütahya
  7. Manisa
  8. Mısır
  9. Rumeli (Yenişehir)
  10. Halep
Konya'dan sonraki asitaneler içinde birinci derecede Afyonkarahisar, ikinci derecede de Manisa ve Halep dergahları gelmiştir. İstanbul'daki beş mevlevihanenin de dördü [Galata (Kulekapısı), Yenikapı, Beşiktaş (daha sonra Bahariye), Kasımpaşa] asitane kabul edilmiş, Üsküdar ise fonksiyonu itibariyle zaviye statüsünde kalmıştır. Konumuz olan Halep Mevlevihanesi asitane olarak, kuruluşundan itibaren 1925 yılında tekkelerin kapatılmasıyla tarikatın son merkezi olarak kaldığı zamana kadar, bu bölgede en önemli Mevlevi temsilciliklerinden biri olmuştur.

Özellikle son zamanlarda Halep, Kütahya ve Manisa Tekkeleri'ne çok sayıda çelebi gönderilmesi bu dergahların tarikat içerisindeki önemlerine birer işaret kabul edilebilir. Bunlardan Arap dünyasında Osmanlı kültürünü temsil eden merkezlerinden biri kabul edilen Halep Mevlevihanesi çoğu zaman daha sonra önemli asitanelere şeyh olarak atanacaklar, mevlevi dedeleri ve bilhassa son zamanlarda, Konya'da Mevlana Dergahı'na postnişin olacak çelebiler için bir yetişme yeri veya geçiş noktası olarak göze çarpmaktadır. Halep Mevlevihanesi'nde bir süre görev yaptıktan sonra Yenikapı Mevlevihanesi'ne tayin edilen Musa Dede, Üsküdar Mevlevihanesi'ne postnişin olan Ahmed Remzi Dede ve son devrin çelebilerinden Amil Çelebi buna birer örnektir.

Bugüne kadar yukarıda ismi geçen mevlevihanelerle ilgili çeşitli araştırmalar yapılmışsa da Halep Mevlevihanesi'ne dair yapılmış Türkçe veya başka bir dilde çalışma bilinmemektedir. Arap aleminde ise, Klaus Kreiser'in ifadesiyle, "Kökenleri Arap dünyasının dışında bulunan belli tarikatiara daha yakından bakılacak olursa, Arapça mahalli' kroniklerin bu tarikatlada ilgili derviş, tekke, zaviye ve hankahlardan çoğu zaman, ancak topluca ve dar bir özetlemeyle söz ettikleri" görülür.

Halep Mevlevîhânesi'nin Tesisi

Konya'da tesis edilen Konya Mevlevi Dergahı'ndan sonra mevlevihanelerin kurulmasında ve yayılmasında birinci derecede çelebiler etkili olmuştur. İlk devir diye isimlendirilen bu dönemde Anadolu'nun pek çok yerinde ya bizzat çelebiler veya çelebilerin gönderdiği halifeleri tarafından mevlevihaneler tesis edilmiştir.

Mevlevilik'in yayılmasında ve tekkelerin açılmasında birinci derecede amil olan çelebilerin temsil ettikleri bu ilk devirden sonra, Mevlevilik'i bilhassa Divane Mehmet Çelebi (ö. 951/1544'ten sonra) yaymıştır. Lazkiye, Mısır (Kahire), Cezayir, Sakız, Eğridir, Sandıklı, Midilli, Muğla, Burdur ve İstanbul'daki Galata (Kulekapısı) mevlevihaneleri ve rivayetlere göre Fars ülkesindeki mevlevihane ve Halep mevlevihanesi onun zamanında ve onun gayretiyle açılmıştır.

Sakıp Dede'nin naklettiğine göre, Mevlevilik'in Şems kolundan olduğu belirtilen Divane Mehmet Çelebi, daha gençliğinde, sırtında Kalenderi abası, başında ise bazen Mevlevi bazen de Kalenderi külahıyla, zaman zaman saçlarını, kaşlarını, bıyıklarını ve sakalını tıraş (çar-darb) ederek dağlarda ovalarda dolaşmış, ömrünün çoğunu seyahatlerde geçirmiştir. Yanına aldığı Mevlevi dervişleri ve Bektaşi abdallarıyla Irak'a gitmiş, Necef, Kerbela, Bağdat ve Samerra'da ehl-i beyt imamlarını ziyaret ettikten sonra, sekizinci imam Ali er-Rıza'yı ziyaret etmek üzere Meşhed'e geçmiştir. Meşhed'de oranın Kalenderileri tarafından saygıyla karşılan Çelebi, etrafındakilerle beraber tekrar Bağdat'a dönmüş ve oradan da Halep'e gitmiştir.

Pir Adil Çelebi zamanında (1421-1460) kırk Mevlevi dervişiyle Horasan'a oradan Bağdat'a, oradan da Halep'e geçen Divane Mehmet Çelebi, Halep'te Tacu'l-arifin Ebü'l-Vefa (ö. 501/1107) soyundan ve Vefaiyye tarikatinden, Ebu Bekr el-Vefai'nin (ö. 991/1583) dergahına inmiş ve onu, Kalenderiler gibi tıraş ettirip halife yapmış ve semadan başka bütün tarikat törenlerini yapmayı izin vermiştir. Buradan anlaşılıyor ki, Halep'e gelen Divane Mehmet Çelebi, daha önce de uğradığı yerlerde olduğu gibi burada da bir halife bırakmıştır ki, o da Ebu Bekir Vefai (ö.991/1583)'dir.

Başta Sakıb Dede olmak üzere diğer bütün kaynaklar, bundan sonra Halep'te müstakil bir mevlevihanenin kurulmasında iki isimden bahsederler: Mirza Fulad ve Mirza Ulvan.

Sakıb Dede'nin kaydettiğine göre, Farisi olan Mirza Fulad ve Mirza Ulvan, Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim'le savaşıp yenilgiye uğrayan Safevi hükümdarı Şah İsmail'in ileri gelen iki adamıdır. Savaş esnasında Şah İsmail'in yanından kaçıp Halep'e yerleşirler. Şia Mezhebi'ne mensub olan bu iki kişi, şia inancından vazgeçtiklerini göstermek için bir ehl-i sünnet tarikatı olan Mevlevilik'e intisab ederler ve Mevlevi tarikatı şeyhlerinden Sultan Divane Mehmet Çelebi'ye derviş olurlar. Kendi mallarıyla ortaklaşa, mevcut tekkeyi yaptırırlar. Tekke inşa edilmeden önce tekkenin yeri etrafı boş ve küçük bir tepedir. Burayı tamamen sahibinden satın alıp tekkeye vakfederler. Tekkeyi inşa ettirdikten sonra Konya'da bulunan Molla Hünkar Çelebi Efendi tarafından Fakri Ahmed Dede (ö. 994/1585)'nin buraya şeyh olarak tayin edilmesine muvaffak olurlar.

Fakri Ahmed Dede'den sonra Halep Mevlevihanesi'nde postnişin olan zevata ait elimizde iki ayrı liste bulunmaktadır. Birincisi, Halep Mevlevihanesi şeyhi Sa'deddin Dede tarafından Konya'daki Mevlevi Asitanesi'nden o dönemde (1909) "her postnişinin bulunmuş olduğu mevlevihane ile ilgili bilgileri göndermesi"ne dair emirname üzerine, 5 Kanunu'l-evvel 1327/1911 yılında Konya'ya gönderilen liste; ikincisi de, Nehrü'z-zeheb müellifi Kâmil el-Bâlî el-Gazzî (ö. 1933)'nin naklettiği ve bizzat tekke sicilinden 1338/1919 yılında son postnişin Sa'deddin Dede zamanında yazdığını ifade ettiği liste.

Her iki listede de tarihi malumat açısından bazı hatalar bulunmaktadır. Özellikle mevlevihanenin ilk dönem şeyhleriyle ilgili verilen meşihat yıllarına ait tarihler birbirini tutmamaktadır. Fakri Ahmed Dede'den Safi Musa Dede'ye kadar Halep Mevlevihanesi'nde meşihat makamında bulunan şeyhlerin meşihat sıralamalarını elde ettiğimiz diğer tarihi bilgilere de muvafık düşebilecek bir şekilde sıralamak pek mümkün gözükmemektedir.

Halep Mevlevîhânesi Şeyhleri
  1. Fakri Ahmed Dede (ö. 994/1585)
  2. Hasan Dede (ö. 1065/1654)
  3. Hüseyin Dede (ö. 1120/1708)
  4. Şatır Mehmed Dede (ö. 1705'ten önce)
  5. Şekib Ömer Dede (ö. 1135/1722)
  6. Safi Musa Dede (ö. 1157/1744)
  7. Muhammed Dede (ö. 1144/1731)
  8. Hasan Dede (ö. 1172/1758)
  9. Mustafa Dede (ö.1187/1773)
  10. Muhammed Ali Dede (ö. 1219/1804)
  11. Abdülgani Dede (ö. 1298/1880)
  12. Vacid Dede (ö.1309/1891-1892)
  13. Amil Çelebi (ö. 1920)
  14. Ahmed Remzi Dede (Akyürek): (ö. 7 Ekim 1944)
  15. Muhammed Sa'deddin Dede (ö. ?)
Mevlevîler, Galata Mevlevîhânesi


1925 Sonrası ve Bugünkü Durum

Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde tarikatlerin kaldırılışından sonra 1925'te son postnişin Abdülhalim Çelebi'nin vefatı üzerine, Halep Dergahı'nda şeyh bulunan Muhammed Bakır Çelebi, çelebilik makamını Halep'te tesis etmiş ve Suriye'deki Fransız mandater hükümeti tarafından da bu müessese tasdik edilmişti. Bu suretle Halep Asitanesi, öbür mevlevihanelere merkez olmuş, şeyhlerin azl ve tayini bu makama aid bulunmuştu. Nitekim Şam Şeyhi Said Dede'nin ölümü üzerine yerine oğlu Şemseddin Dede ve Trablusşam Mevlevihanesi şeyhi Şefik Dede'nin ölümü üzerine de yerine Mehmed Enver Dede tayin edilmişti. Bu vaziyet, 1925 yılından 1944 yılına kadar devam etmiştir. Bu yıllar arasında Mevlevihane bütün olumsuzluklara rağmen Bâkır Çelebi'nin önderliğinde Türkiye'den gelen dedelerle fonksiyonunu icra etmeye devam etmiştir. Tekkede tarikata intisab edenler çile çıkarmış, mukabele törenleri icra edilmiş, diğer tarikat mensubu birçok derviş Mevlevi tarikatine intisab etmiştir. 

1943 yılında Bâkır Çelebi'nin İstanbul'da vefat etmesi ve 1944'te Fransız Hükümeti'nin Suriye'ye bağımsızlığını vermesi üzerine, çelebilik makamı ve bu makamın imtiyazı kaldırılmış; diğer mevlevihanelerin ve Halep Mevlevihanesi'nin vakıflarına ve bütün varidatına el konulmuş ve tamamı Vakıflar Umum Müdürlüğü'ne bağlanmıştır. 

Bakır Çelebi'nin vefatı üzerine oğlu Celaleddin Çelebi'nin, çelebiliği kabul edilmediği için, Bakır Çelebi'ye yokluğunda Halep'te vekalet eden, vefatından sonrada bir yıl kadar çelebilik makamında bulunan kardeşi Şemsülvahid Çelebi, bu tarihi makamın son temsilcisi olmuştur.

Vahid Çelebi'nin verdiği malumata göre,
Halep Mevlevihanesi, Bakır Çelebi'nin vefatından az bir müddet sonra Evkaf Müdürlüğü tarafından zapt edilmiş ve muhiplerden bir Arap, dergaha şeyh vekili tayin edilmiştir. Tekkede beş tane ihvan dede vardır; bunların iaşeleri, pek fakir ve basit bir şekilde Evkaf idaresince temin edilmekte ve her birine ayda beş Suriye Lirası verilmektedir. Fakat yeniden derviş kabul edilmediği için dergahın kapanması, bu dedelerin ölümüne bağlıdır. 

Semahanedeki kütüphane kargaşada yağma edilmiş, etrafındaki demir parmaklık kaldırılmış ve cami haline getirilmiştir. Halep'te otuz kadar Mevlevi muhibbi vardır. Bunlar biraz sema yapmasını bilirler, yılda dört beş defa mukabele yaparlar ve Arapça ilahiler okuyarak usulsüz bir şekilde dönerler. Cuma ve pazartesi geceleri dergaha gelip Evkaf dairesinin temin ettiği yemeği yerler ve hizmetlerine karşılık ayda üçer lira alırlar.

1950'li yıllardan itibaren Suriye'deki mevcut bütün tekke şeyhlerine vefatlarıyla birlikte kesilmek şartıyla maaş bağlanmış, şeyh ölünce yerine başka biri tayin edilmemiş, böylelikle tekkeler, birer birer ve zamanla tasfiye edilerek Evkaf'a mal edilmiştir.

O günlerden sonra kaderine terk edilen, eski ve yeni semahaneleri mescide dönüştürülen tekke, bugün Halep halkı tarafından "Monlahane Cami" olarak bilinmektedir. Eski ve yeni semahane dışındaki müştemilatından hamuşan ve matbah, zamana yenik düşmüş ve tamamen harabe halini almıştır. Hamuşan içinde bulunan Mevlevi mezarlarının mezar taşları yere konulmuş, tekkenin arka tarafında bulunan dükkanlara geçiş yolu yapılmış, sikkeli mezar taşlarının sikkeleri kırılmış, çoğu kaybolmuştur. Özellikle daha önce depo olarak kullanılan ve duvarında "Ya Hazret-i Ateşbaz Veli" ibaresi hâlâ okunan matbah, şimdi dört duvardan ibaret bir harabe halindedir. Tekkenin ana girişinin sol tarafına inşa edilen paralı tuvalet de, tekkeye ve hamuşana sıralanmış Mevlevi dedelerine bir saygısızlık örneği teşkil etmektedir. Tekkenin kuzey ana girişinin hemen sağında bulunan küçük minare ve bu minarenin tepesinde Mevlevilik'in simgesi olan sikke şeklinde alem bulunmaktadır.

Görülen o ki, Suriye'deki bütün Osmanlı eserlerine -bir an önce Osmanlı izlerinin silinmesi için- reva görülen ilgisizlik, Halep Mevlevihanesi'nin de kaderi olmuştur.

Bugün Halep başta olmak üzere özellikle Şam'da oluşan ve kendilerini "Mevlevi Fırkası" olarak isimlendiren bazı gruplar, çoğu zaman bazı özel törenlerde, figürleri tamamen bozulmuş sema gösterileri yapmaktadırlar. Bizim de Halep'te tanıma fırsatı bulduğumuz "Halep Mevlevi Fırkası", yaptığı sema gösterilerini tamamen ücret karşılığında icra etmektedirler. Zaman zaman sema gösterilerinde bulunmak üzere Suriye dışına da çıktıklarını ifade eden fırka mensublarının, Mevlevllik'le ve Mevlevi kültürüyle çok fazla alakalarının olmadığını müşahade ettik.


Tekke'nin Vakıfları

Esasını "Sermayeyi, Allah'ın rızasını kazanmak için insanların yararlarına yöneltmek ve bu yolda harcamak" diye nitelendirebileceğimiz vakıflar, insanlara karşılıksız olarak yardım etmek için ortaya konulmuştur. Bu müessesenin devamlı yaşaması, bakım ve onarımı için gerekli kaynak da gösterilerek, kamu yararına daimi faaliyet göstermesi sağlanmıştır. Dolayısıyla çok çeşitli hizmetleri çatısında birleştiren büyük tekkelerin vakıflara olan ihtiyacı açıktır. Halep Mevlevihanesi de bu manada çatısı altında bulunan dervişlerin barındırılması, tekkenin bakım ve onarımı için vakfedilmiş mala ihtiyacı olan büyük tekkelerden biridir.

Halep Mevlevihanesi, 1919'lu yıllarda Nehrü'z-Zeheb müellifinin ifadesiyle "Mevlevi tarikatının en büyük tekkelerinden biridir ve şehrin en güzel yerine kurulmuş, manzarası fevkalade, binası sağlam ve vakıfları bol bir tekkedir." 

XVI. asrın başlarında Mirza Fulad ve Mirza Ulvan, boş bir arsa iken sahiplerinden satın alarak buraya inşa ettirdikleri tekkenin, yine etrafındaki boş arsaları da sahiplerinden satın alarak tekkeye bağışlamışlar, böylece tekkenin ilk vakıf gelirlerini temin etmişlerdir. Fakat tekkenin bu ilk kuruluş dönemine ait vakıfnamenin mevcut olmadığını ve mevcut diğer vakıfname suretlerinin de Konya'ya gönderildiğini Sa'deddin Dede 5 Teşrini'l-Evvel 1327/1911 tarihli belgede bildirmektedir.

Bugün Konya Mevlana Müzesi Arşivi'nde kayıtlı bulunan bu vakıfname suretleri, Halep Mevlevihanesi vakıf mallarına dair elimizdeki tek belgedir. Üç adet olan ve içerisinde kendilerinden mütevelli olarak bahsedilmesi sebebiyle, aşağıda isimleri zikredilecek olan şeyhlerin dönemine ait olduğu anlaşılan vakıfnameler, Halep Mevlevihanesi'nin vakıf mallarının bilhassa 19. yüzyılda yeterince zengin olduğunu göstermektedir. Ayrıca yukarıda zikredilen "mektup"ta ve belgelerde Halep Mevlevihanesi'nin vakıflarının zenginliğinden ve kıymetinden bahsedilmekte ve belki de bu zenginliğin sebep olduğu meşihat çekişmelerine dair bilgiler verilmektedir. 

Konya Mevlana Müzesi Arşivi'nde bulunan 68/39 no'lu vakıfname suretine göre, Hacı Ebu Bekir Ağa b. merhum Veyis Ağa b. Bekir Ağa, Antakya Kapısı mahallindeki bütün dükkanlarını, öncelikle tekkenin tamir ve bakımı için, gelirin geri kalanını da tekke içinde bulunan sebilin yeniden inşası ve görevlisi sebildarın ücreti için, gelirlerden artanının da tekkede bulunan dervişler için, tercüman Mustafa Ağa b. Hafız Ağa'nın da bulunduğu ve vakıfların tescili için mütevelli tayin edildiği bir mecliste, mütevelli ve tekke şeyhi Mustafa Dede'ye teslim etmiş ve bu dükkanlarını tekkeye vakfetmiştir.

68/40 no'lu ikinci vakıfname sureti ise, Sandal Ağa b. Abdullah b. Abdülkerim'in tekkeye vakfettiği Halep'in dışında ve Kuveyk nehrinin kuzeyinde bulunan yarısı harabe halinde ve 24 kırat üzerinden 12 kırat değerinde olan üç meskene aittir. Bu meskenlerin geliriyle öncelikle evler tamir edilecek, daha sora kirasından elde edilecek gelir, tekke dervişlerine verilecek ve dervişler de her cuma günü mukabeleden sonra vakfedenin ruhuna fatiha okuyacaklardır. Mütevelli olarak tekke şeyhi Ahmed Dede'nin tayin edildiği ve Ahmed Dede'den sonra da gelecek tekke şeyhlerinin bu vakfın mütevellisi olduğu vakıfnamede beyan edilmiştir.

Üçüncü vakıfname, Konya Mevlana Müzesi Arşivi'nde 68/41 numara ile kayıtlıdır ve gerek Mevlevi tarihi gerekse tarikatlar tarihi açısından nadir bir örnek diye takdim edebileceğimiz bir vakıfname suretidir. Tarikatlar tarihi incelendiğinde görülür ki, genellikle tekkelere bağışlar ve vakıflar, o çevrenin veya beldenin zenginlere ve yöneticileri veya halkı tarafından yapılır. Halep Mevlevihanesi tarihinde de Abdülgani Dede'ye gelinceye kadar yukarıda örneklerini sunduğumuz usul görülmektedir. Fakat Abdülgani Dede bizzat tekke şeyhi olarak kendisinin vazife yaptığı dönemde malik olmuş olduğu birçok akarını ve en önemlisi de 1000 cilde yakın kitabını tekkeye vakfetmiştir. Vakıfnamede vakfın ayrıntıları şöyle geçmektedir:
es-Seyyid eş-Şeyh Abdülgani Dede Efendi b. el-Merhum eş-Şeyh Muhammed Ali Dede Efendi b. el-Mebrur eş-Şeyh Mustafa Efendi, Halep Esedullah Mahallesi'nde 24 kırat değerinde biri büyük, biri orta olmak üzere iki evini, yine Ukbe Mahallesi'nde Gabgan Camii'nin batısında bulunan 24 kırat değerindeki altı mesken ve içinde çeşitli meyve veren ağaçları ve Musabin mahallesi ve Zeyt Ham yakınında bulunan evi ve yine Esedullah Mahallesi Bevabetü'l-Muharram dışında bulunan altı adet tek katlı evi ve Benkarsa Mahallesi'ndeki dükkanını, Babü'l-Cenan dışında ve Mevlevi tekkesi yanında ve Yahudi havrası yanında bulunan dükkanlarını, onlarca kadife cinsinden, beş de normal cinsten halıyı ve 1000 adet kitap ve risaleyi, ayrıca kır kahveleri diye bilinen kahveleri, içinde mevcut bütün müştemilatıyla (fincanlar, ibrikler, kandiller v.s) tekkeye vakfetmiştir.

Bu vakıflardan elde edilecek gelirleri de, öncelikle tekke kütüphanesine vakfettiği kitapların korunmasına, kütüphaneye bir nazır tayin edilmesine, tekkenin tamir ve onarımına, tekkede bulunan dervişlerin ihtiyaçlarına, tekkede mevcut meşayihin kabirlerinin bakımına, vefatından sonra tayin edilecek türbedar ve sebildarın ücretine, cüzhanlara ve vakıf mütevellisi tayin ettiği kişilerin maaşlarının ödenmesine tahsis etmiştir.
Abdülgani Dede'nin bağışlarıyla zenginleşen Halep Mevlevihanesi vakıf malları, Amil Çelebi döneminde yukarıda da bahsettiğimiz gibi ciddi bir şekilde azalma göstermiş, Sa'deddin Dede'nin de vakıf akarlarını ehil olmayan kimselere teslim etmesiyle bu azalma ve zayi olma son haddine ulaşmıştır. Öyle ki, mevlevihanenin azalan vakıf mallarını teftiş için Konya'daki Çelebi Efendi müfettişler göndermiştir. Sa'deddin Dede'nin ikinci kez postnişin olduğunda Konya'ya bildirdiği demirbaş eşyalarla ilgili "selefim tarafından bendelerine demirbaş eşya olarak bir şey teslim olunmamış ve bırakılan eşya-ı saire ise kırık sandalye, eski hasır gibi şey-i lâyuzker kabilinden ... " cümlesi de dergahın vakıf mallarının durumuna bir işaret kabul edilebilir.

Konya Mevlânâ Dergâhı önü.
Ortada Veled Çelebi (İzbudak), sağda Yenikapı Mevlevîhânesi son postnişini Abdülbaki Dede (Baykara).


Tekke Kütüphanesi

Mevlevi tekkesi daima geniş bir bahçe içerisindedir ve bir yanda da hamuşhane, yahut hamuşan (sükût yurdu, susanlar) adı verilen mezarlıklar bulunur. Bahçenin bir tarafında, şeyh ailesinin oturmasına mahsus harem dairesi vardır. Ekseriyetle de sahanın ortasında semahane ve semahaneye yakın bir yerde mescid vardır. Semahanenin bir kısmı türbedir. Türbede dergahın büyük şeyhleri gömülüdür. Semahaneye yakın bir yerde selamlık dairesi vardır. Semahanenin arka tarafında zemini ve duvarları taş döşeli çok defa üstü örtülü bir koridorun bir yanında yahut karşılıklı ve birbirine bitişik derviş hücreleri bulunur. Bu koridorun bir ucunda ve ayrı bir yerde birbirine bitişik umumi helalar vardır. Hücre koridorunun diğer bir ucu ekseriyetle matbaha dayanır. Bunlardan başka her mevlevihanede hücreler bölümünde yahut matbaha veya mescide bitişik büyükçe bir oda olan Meydan-ı Şerif ve bütün bu yapıları tamamlayan dergahın hususi kütüphanesi vardır. 

Birçok büyük Mevlevi dergahında olduğu gibi Halep Mevlevihanesi'nin de bir kütüphanesi bulunmaktadır. Özellikle Abdülgani Dede'nin bağışladığı bine yakın kitap ve risale ile zenginleşen kütüphanenin, ne zaman ve hangi şeyh döneminde tesis edildiği hakkında fazla bir malumatımız bulunmamaktadır. Fakat Abdülgani Dede dönemine ait vakıfnameden anlaşıldığı kadarıyla, Dede'nin kütüphaneye kitaplarını bağışlamadan önce de kütüphanenin var olduğu ve tekke dervişlerine ve dışarıdan gelen okuyuculara hizmet ettiği anlaşılmaktadır.

Abdülgani Dede'nin tekkeye vakfettiği kitaplarla kütüphane daha zengin bir hâle gelmiştir. Her Mevlevi şeyhi gibi kitap ve kütüphanenin ehemmiyetine vakıf olan Abdülgani Dede, kitaplarını vakfederken kitapların korunması ve kütüphanenin daha verimli bir şekilde hizmet vermesi için vakfa bazı şartlar koymuştur. Şöyle ki:
1. Her şeyden önce kütüphaneye bağışlanan kitaplar bir deftere kaydedilecektir.
2. Kütüphaneye ve özellikle bu kitaplara Derviş Ahmed Sabuhi b. Derviş Ahmet Buşi nazır ve kayyım tayin edilecek, onun vefatından sonra da Mevlevi dervişlerinden ehil olan biri bu görevi üstlenecektir.
3. Kütüphanenin anahtarını taşıyana (nazır veya hafız-ı kütüb) mütevelli tarafından aylık 60 kuruş dirhem-i sultani ödenecektir.
4. Yine vakfedenin şartlarındandır ki, kütüphanenin anahtarı kendisine teslim edilecek olan kişi doğru, güvenilir, okuma-yazma bilen biri olacak, ecanibden (yabancılar) olmayacaktır; eğer Mevlevi fukarasından birisi bulunamazsa Mevlevi muhibbi birine anahtar teslim edilecektir.
5. Kütüphane cuma ve pazartesi günleri açılacak, ehl-i ilmin adeti olduğu üzere ve o günler de tatil olduğu için sabahtan ikindi vaktine kadar kütüphaneden faydalanmaları sağlanacak, perşembe günü de mukabele günü olduğu için sabahtan mukabele vakti olan öğle vaktine kadar kütüphane açık olacaktır.
6. Her kim okumak veya araştırma yapmak için bir kitap isterse, kütüphanenin anahtarı elinde bulunan nazıra müracaat edecek ve "ben filan kitabı istiyorum" diye taleb edecek, o da (nazır) kütüphane defterinden kitabı tesbit edip, okumak isteyene kütüphane içerisinde okuması için verecek, böylece kitap kütüphane içerisinde kalacak ve aynı kitabı isteyen bir başkasına "kitap kütüphanede değildir" denilmeyecektir.
7. Kütüphaneden hiçbir kitap satılmayacak, rehin verilmeyecek, değiştirilmeyecek ve hiçbir kimseye (büyük-küçük, hakim-kadı, zengin-fakir) verilmeyecektir.
Bu vakıf şartlarıyla sağlam bir şekilde korunan kitaplar, Halep Mevlevihanesi son postnişini Sa'deddin Dede zamanına kadar hiç eksilmeden gelmiştir. 20 Kanunu'l-evvel 1327/1909 tarihinde Sa'deddin Dede Konya'daki Çelebi Efendi'nin isteği üzerine kitapların listesini çıkartmış ve Konya'ya göndermiştir. Halen Konya Mevlana Müzesi Arşivi'nde bulunan bu listede hadis, tefsir, fıkıh ve tasavvuf gibi ilimlere ait 811 adet kitap ve 187 küçük risale kaydı bulunmaktadır. Çok ciltli birçok kitap tek isim altında kayıt edilmiş olduğu için kitap sayısı 811 gözükmekte ise de aslında mevcut kitap sayısı binin üzerindedir.

Yukarıda da arz ettiğimiz gibi tekke, Bakır Çelebi'nin vefatından az bir müddet sonra Evkaf Umum Müdürlüğü tarafından zapt edilmiş ve semahane içerisinde bulunan kütüphane, kargaşalıkta yağma edilmiş, etrafında bulunan demir parmaklıklar kaldırılmış ve cami haline getirilmiştir.

Biz de Halep'te yaptığımız araştırmalar esnasında, Halep Vakıflar Müdürlüğü'nde Mevlevihane Kütüphanesi kitaplarının bahsi geçen kargaşadan geriye kalanlarının 1949 yılında, önce Milli Kütüphane'ye (Mektebetü'l-Vataniyye) nakledip, 1981 yılına kadar bu kütüphanenin depolarında bekletildiğini ve daha sonra 1981'de kurulan Halep İslam Vakıfları Kütüphanesi'ne aktarılmış olduğunu öğrendik. Aynı yıl, zamanın Vakıflar Kütüphanesi Müdürü Ahmed Muhammed Serdar tarafından "Mevleviyye Kütüphanesi" başlığı altında kitapların bir listesi çıkartılmıştır. Elimizde fotokopisi bulunan listede 1006 adet kitabın kaydı bulunmaktadır. Daha sonra Şam'da Esed Kütüphanesi'nin kurulması üzerine, Suriye'nin bütün kentlerindeki bu tür kütüphanelerle beraber, Mevleviyye Kütüphanesi kitapları da Şam Esed Kütüphanesi'ne nakledilmiştir.

Esed Kütüphanesi'nde yaptığımız araştırmalar neticesinde, gerek Konya Mevlana Müzesi Arşivi'nde ismi geçen listedeki kitapların, gerekse İslam Vakıfları Kütüphanesi müdürü tarafından hazırlanan listede ismi geçen kitapların çoğunun, bu kütüphane kayıtlarında mevcut olduğunu müşahade ettik. Nitekim yukarıda Abdülgani Dede'nin eserlerinden bahsederken, Esed Kütüphanesi'nde bulunan ve mikrofilme aktarılmış olan kitaplardan faydalandık.

Tekke'nin Hâmûşân'ı

Mevleviler mezarlığı "susanlar yurdu ve susanlar'' anlamına gelen Farsça "Hâmûşhâne, hâmûşân" diye isimlendirmişlerdir. Dergahlarda, semahanedeki türbeden başka, dergah etrafında veya dergâha yakın bir yerde ayrıca "hâmûşhâne" vardır. Buraya dedeler ve dergaha muhibler sırlanırdı.

Mevlana soyuna mensup olan şeyhler destarlı sikke giydikleri gibi, mezar taşlarının başına da destarlı sikke şekli yapılırdı. Diğer dedelerin mezar taşlarının başında dal sikke vardır. Muhiblerin başlarına ise sikke yapılmaz, hangi memuriyette ise ona göre kafesî, kâtibî destarlı veya örfî sarıklı yahut da fesli taş yapılır, yalnız Mevlevi olduğu, baş taşının göğsüne hakkedilen kabartma sikkeden anlaşılırdı. Kadın taşları da bu şekilde idi.

Halep Mevlevihanesi de diğer büyük Mevlevi dergahları gibi bir hamuşana sahiptir. Avlunun güney-doğuya bakan kısmında içinde tarikat şeyhlerinin ve yüksek düzeydeki görevlilerin kabirlerinin bulunduğu büyük bir hamuşan (mezarlık) bulunmaktadır. Burada eski semahaneye bitişik özel bir bölmede, Şatır Dede, Abdülgani Dede ve Emin Dedelerin kabirleri vardır. Bunlardan başka iç hazire diye isimlendirebileceğimiz ve yıkılan eski semahanenin yerinde bazı Mevlevilerin kabirieri ve dış hazire diye isimlendirilen yerlerde de çok sayıda Mevlevinin ve Mevlevi muhibbinin (Halep'te vefat eden devlet büyükleri başta olmak üzere) kabirieri mevcuttur. Bu kabirlerin mezar taşlarının bazıları Arapça, bazıları da Osmanlıca olarak yazılmıştır. Geçen zaman içerisinde ilgisizlik ve bakımsızlık sebebiyle yavaş yavaş yok olmaya yüz tutmuş bu hamuşanda kabirleri bulunan bütün Mevlevllerin ve Mevlevi muhiblerinin kabir taşlarını tesbit ettik. Her ne kadar ilgisizlik nedeniyle birçok Mevlevi şeyh ve dervişinin mezarları yok olmuş, geriye daha çok 1925 sonrası tekkede bulunan şeyh ve dervişlerin ve onların ailelerinin mezarları kalmış olsa da bunların burada naklinin uygun olacağını düşünüyoruz.

Halep Mevlevîhânesi Hâmûşânı'nda Halen Mevcut Olan Mevlevî Kabirleri

a. Halep Mevlevihanesi'nde eski semahane içinde özel bir odada bulunan kabirler:
1. Şatır Dede
2. Haze'd-darih el-arifü billah teala mürşidi's-salikin ve mürebbiyi'l-müridin şeyhu tekiyyetü'l-Mevleviyye bi Halep eş-Şehba intakale bi'l-vefati ila rahmeti'llahi teala ve afvehu sene 1294 (1877) es-Seyyid eş-Şeyh el-Hac Abdülgani Dede ibni Merhum eş-Şeyh Muhammed Ali Dede ibni Merhum es-seyyid eş-şeyh Mustafa Dede aleyhi rahmetullahi veberekatüh.
3. Haze'd-darihu el-merhum eş-Şehid el-Cinani es-Seyyid el-Hac Muhammed Emin Dede Şeyhu Tekiyyeti Kilis intakale ila rahmeti'llahi teala 1288 (1871)
b. İç Hazire Kısmı (Eski Semahane)'nda Bulunan Kabirler:
1. İsmail Efendi Mevlevi 1268 (1851) b. el-Hac ....Ağa Veyiszade 1355 (1936)
2. eş-Şeyh Said Efendi Reis-i Mahkemetü'l-Ceraim 1263/1846
3. el-Hattat es-Seyyid Zeki el-Mevlevi b. El-Merhum eş-Şeyh Mustafa Dede 22 Zilhicce 1365/1945
4. Kazım Paşa Oğlu Ali Kemal 1330/1911
5. Kudema-yı tarikat-ı aliyye-i Mevleviyyeden İzmirli Tevfik Dede 1322/1913
6. Düfine fi 1333/1914 el-Merhume Amine zevcetü'ş-Şeyh Mustafa Dede ve düfine fihi el-Merhume es-Seyyide Feride binti eş-Şeyh Mustafa Dede el-Mevlevi tüvüffiyet leyletü'n-nısfı min Şa'ban 1355/1936
7. eş-Şehide es-Sittü Meryem es-Seyyid Mahmudzade Hene Cemadi es-Sani 1306/1888
8. Haze'l-kabri'l-merhum el-Mebrur el-Cenani Abdülkadir Dede b. el-Hac Mustafa ed-Debbağ 1329/1911
9. Düfinet fihi eş-Şehide Fatıma binti eş-Şeyh Muhammed Seyyid Dede 1272/1855
10. Amine Hatun binti eş-Şeyh Abdullah el-Kıbrıslı tüvüffiyet fi 28 Ramazan 1330/1911.
11. es-Seyyid Abdülgani b. el-Merhum el-Hac Muhammed Efendi 1272/1855 (Aynı mezarda) Bu garratgah-ı hamuşide medfun kudema-yı Halep gişan-ı Mevleviden Birecikli Sabri Dede 1340/1921
12. es-Seyyid Abdulgani el-Mehamiri 12 Ramazan 1353/1934
13. Kevser Hanım Efendi Kiram-ı Mevlana'dan Hacı Kemalettin Efendi kerimesi eş-Şeyhi'l-Meşhur Osman Efendi hafidesi Çelebi-yi Kebir ibni Mevlana Abdülhalim Çelebi Efendi halifesidir. Bütün hayatını hayr ü hasenat ve ibadatla geçirmiş ve adab-ı mevleviyyeye vukufuyla iştihar eylemiş olup, mahdum-i Çeleb-i Kebir Bakır Çelebi zamanın revnaktar etmiştir. Cenab-ı Hak ruçer-i futuhunu garik ve gufran eyleye. Amin. İstanbul 1881/Halep 1941
c. Dış Hazire Kısmında Bulunan Kabirler:
1. Haze'l-kabri'l-merhum el-Mebrur es-Said el-Cinani el-Mağfur lehu el-Hattat es-Seyyid Muhammed Zeki el-Mevlevi b. merhum eş-Şeyh Mustafa Dede ecabe da'vet-i Rabbi fi's-sani aşara min zi'l-Hicce 1365/1945
2. Bu garratgah-ı hamuşide medfun kudema-yı Halep geşan-ı Mevleviden Birecikli Sabri Dede'nin Ruhuna fatiha 1340/1921 [Aynı kabir taşı iç hazire kısmında (Eski Semahane) da bulunmaktadır.]
3. Haze'l-kabri'l-merhum el-Mağfur lehu es-Seyyid eş-Şehid Süleyman Ağa İbn İsa karayib-i Hüseyin Ağa Emini'd-Def'at-i Halep intekale ila rahmeti'liahi teala fi evahiri Safer sene 1196/1781
4. Haze'l-kabri'l-Merhum el-Mebrure Fatıma binti eş-Şeyh Sabuhi Dede ecabet da'vete Rabbiha el-Cum'a 12 Cemadi'l-Evvel el-muvafık 2 Âzâr 1270/1853
5. eş-Şehid Ahmed Bey İbrahim Paşazade sene 1244/1828
6. eş-Şehid es-Seyyide Emetu'llah H 1231/1815
7. Haze'l-kabri'l-merhum el-Mebrur el-Hac Abdu'l-Kadir b. el-Hac Muhammed ed-Derviş Rabiy-i (Tekke için mal toplayan) Tekiyyeti'l-Mevleviyye bi Halep ecabe da'vete Rabbihi yevme's-Sebt fi ışrin zi'l-Ka'de 1352/1933
8. Haze'l-kabri'l-merhum el-Hattat Hüseyin Hüsni Efendi b. Halil İstanbulî 1374/1954
9. Halep Valisi Osman Paşa 1268/1851
10. Ya Hazret-i Mevlana Haze'd-darih el-Mağfur lehu el-Merhum eş-Şeyh Muhammed Murtaza b. eş-şeyh Muhammed Şahu el-Mevlevi Şeyh-i Mevleviyyet-i Halep tüvuffiye yevme'l-Erbiai el-muvafık 14 Zi'l-ka' de1389/1969 İlahi zünubi evresetni mezelleten fehilmüke mevcudun / Ve ente arimün ve vucudüke kadimu'l-en'ami tefaddalen / Fiha ene muhtacun ve ente alimun anilni el-afve ve emhu / Hatieti bicahı Nebi kad etana halimün feha abduke / Muhammed Şah kad eta zelilün yerdumu'l-hulde dare'n-naim 1323/1905
11. Haze'l-kabri'l-merhum el-Mebrur es-Seyyid'il-Cenani Şeyh-i Tekiyyeti'l-Mevleviyyeti Halep eş-Şeyh Muhammed Yusuf b. el-Merhum eş-Şeyh Mustafa Dede el-Mevlevi edibe da'vete Rabbihi el-Mennan fi yevmi'l-Cum'a et-tasi' min Saferi'l-Hayr 1368/1948
12. el-Hac Muhammed Sabit b. el-Merhum eş-Şeyh Mustafa Efendi ecabe da'vete Rabbihi 1345/1926
13. Nâlet min fazli'l-Kerim fazet rıza'l-Mevla ve kad fazet bi ihsani amîm Aişe Hanım binti Selim Paşa fi yevmi'l-ahad fi Rebii'l-ahir sene 1256/1840
14. Darih-i şehir-i kudema bi'l-fazlı fi'l-mecdi'l-gani Rakiyyi makami'l-evliya Sıracüddin el-Mevlevi 1303/1885
15. Haze'l-kabri'l-merhum vel-mebruru'l-cinani el-mağfur lehu nazır-ı Tekiyyeti'l-Mevleviyye eş-Şeyh Salih Efendi b. el-Merhum eş-Şeyh Mustafa Dede ecabe Rabbehu Mennan (ya eyyetühe'n-nefsul-mutmeinneh ircıi ila rabbiki radıyeten merdıyyeh) fi 16 Rabiü's-sani 1360/1941
16. Erkan-ı Harbiyyeden ve ashab-ı kemalden Manastırlı Rıf'at Bey Viladeti Manastır 1264/1847 Vefatı Halep 1324/1906
17. el-Merhum el-Ferik Ali Muhsin Paşa ibni el-Müşir Hüseyin Hakkı Paşa Vahid Şevval Yevme'l-Ahad 1321/1903
18. es-Seyyid Muhammed Emin b. es-Seyyid İbrahim İsmet el-Hüsni el-Kadi bi Halep fi Ramazan 1202/1787.
Sonuç

Türkiye'de neşet eden bir tarikat olma özelliğine sahip olan Mevlevilik, ortaya çıkışından 1925 yılında kapatılışına kadar geçen süre içerisinde, tasavvufi terbiye yanı sıra, özellikle Osmanlı kültür ve sanatının oluşumunda ve yayılmasında rol oynamış ve birçok musikişinas ve diğer sanat erbabının yetişmesine katkıda bulunmuştur.

Halep Mevlevihanesi, Osmanlı topraklarında Türk-Arap kültür muhiti ekseninde tesis edilmiş en önemli dergahtır. Tarih boyunca eğitim ve kültür hayatına yaptığı katkıların yanısıra, I. Dünya Harbi'nde Osmanlı Ordusuna yaptığı hizmetlerle de dikkati çeker. Türkiye'de tekkelerin kapatılmasıyla Mevlevilik'in merkezi hâline gelen dergah, 1940'lı yıllarda Suriye Devleti'nin engellemeleri neticesi kapatılmış, camiye çevrilen semahanesi dışında diğer binaları kendi hâline terk edilmiştir.

19 Kasım 2016

Yasujiro Ozu — Tokyo Monogatari

Yasujiro Ozu, tüm zamanlarımın büyük ustasıdır.
Wim Wenders



Yakınlık ve uzaklık. İnsan kendi göreceliğinde bu kavramlar üzerinden ilişkilerini geliştirirken bir noktadadır. Noktanın ehemmiyetiyle satır aralarını doldurur. Modern toplumun içinde sadece kendi benliğinin yansımalarını bulmaya çalışır ve bu olurken de kişi kendine ait olan sistemin içinde bulanıklarını yok eder, puslu manzaralardan öteye uzanır, en derine, en güzeline, en sevdiğine. İnsan sevgiyledir zira, erdemledir ve de kendi ahlâkî şablonu içerisindeki parametreleri bu çerçeveye göre olumlama ve olgunlaştırma eylemleri içinde şekillendirir.

İnsanın hayatında her zaman bir meşgale vardır. Tüm bu meşgaleler hayat ilerledikçe öyle bir hâl alır ki bunun yerinin bir zaman sonra hayal kırıkları alır. Körleşme ne kadar derinse, sancısı o kadar fazladır. Ozu'nun nakışladığı bir insanlık, kendi içimizdekine bir yöneliş, Noriko'nun hissiyatı. Ozu'nun Tokyo'su, metropolitan yaşantılar içerisinde saflığını yitirmeyen, kendini olgunlaştıran, öz hâlinin etrafında dolaşan insanın çizgisini tasvir eder, ağır ağır, sindire sindire. Gösterişe kaçmaz. Düz çizgiler, statik durumlar, alçalan kamera ve de kompozisyon derinliğiyle Tokyo'sunu diri tutar. Aile kavramını dünyaya açar, gösterir, ağırdan. Zıtlıkları birlikte tutar. Kalbimize bir merdiven uzatır. Taşranın yüceliğini ortaya koyar. Giderek kirlenen metropol vicdanlarına sessizce bağırır. Siyah beyaz her yer. Mesafelerin bir manası yok Ozu'da. 

Yaşlı çiftin yüzlerindeki çizgiler bu hayatın yorgunluğu. İnsanın sade betimlemesi, küçük detaylardan hareketle anekdotların içlerinin dolduruluşu Yasujiro Ozu'nun ustalığından sadece küçük yansımalardır filmde. Evlatlarını ziyarete gider anne baba, torunlarını sever, ama hayat öyledir ki herkesin türlü koşuşturması vardır. Evlatları hayatın meşgalesi içinde kendileriyle ilgilenirken anne babadan ilgi alakayı keserler, kendilerine ayırdıkları vakitleri onlara pek ayırmazlar. Bu durum herkesin içine işler. Ozu'nun bu yönü, klasik Japon örgüsü değil, evrensel değerler taşır. Aile kavramı yeryüzünün neresinde olursa olsun, farklılık gösterse de, değişmez, birdir. Çocuklar büyür, evlatlar evlenir, evden ayrılır. Yaşlılar ölür. Yasujiro Ozu ve Kogo Noda, Tokyo monogatari'yi bir hüzün anatomisi değil, vicdan manifestosu yapar.

Bizi en çok Noriko'nun o katlanılmaz yalnızlığı rahatsız eder. Noriko, yaşlı ebeveynlerin savaşta yiten oğullarının eşidir, yalnızdır Noriko. Ama sevgisi bütünseldir. Yaşlı çifte, kendi evlatlarının göstermediği sevgiyi verir, ilgilenir. Noriko'ya üzülüşümüz, kan bağı olanlardan daha fazla. Sıyrılan, kendi içinde yükselen, Tokyo monogatari'nin protagonistidir Noriko. Ozu, kuvvetlerin ayrılığını, insanın ilişkilerini içsel düzlemde verirken güzel olan vurgu yapar. Bunu yaparken şehirlerin o muhteşem hayatına hicivlerini yerleştirir. Taşra, insanın hissiyatını beslerken, metropol insanı hırsla kamçılar, zincirler. Sevginin, acının içinden doğuşu ayrı bir güzellik katar. Noriko bu yüzden evlenmez, reddeder evliliği, bakışları hep öne düşer, kocası savaşta yitse de kalbinde yitmemiştir. Ozu, bu noktada mesafe altyapısı hazırlar. Yaşlı çifte sevgi ve alaka yakından değil, en uzaktan gelir. Benzer bir şekilde Noriko'nun yiten eşi uzakta değil, yakındadır. Hissiyatın yakınlığı ve uzaklığının başlangıç noktasıdır aslolan. Noriko'nun kalbi gibi olan kaç tane körleşmemiş kalp var? İnsan, hayalin kırıklığını yaşadığı an gözünden bir yaş gelir, anne baba evlatlarının ardından hep düşünür, bir saat kalır belki geriye onlardan, baktıkça o canlanır. Yaşam ve ölüm. İkisi de birbiriyle savaşıyor. Yer ve zaman tanımıyor. Tokyo, Noriko'yu çoktan sindirmiş durumda.

Ozu'nun insana bakış açısında sadeliğin en temel unsur olduğu söylenebilir. Filmde karmaşık bir düzen yoktur. Nizama uyan bir diziliş vardır. Kalbe doğru yaklaşımlar, naifliğin çekiciliğidir Tokyo monogatari'yi anekdotların içinde büyüten. Evlatlar bize hayatın o çirkin yönünü gösterse de Noriko diğer yönünü, güçlü olanı gösterir. Zaferi iyiyle verir Ozu. Dünyayı iyinin ve eksik olanın zaferiyle tamamlar. Vicdanın sorgulanması, hayatın getirdikleriyle yaşlılığın gençlerin hissiyatına ne derece etki ettiği aşikardır. Gün gelince herkes veda eder, ayrılır, kimi toprağa karışır, kimi uzak diyarlara göçer. Değişmeyen, bu ayrılığın daimiliği. Sürekli olarak bir ayrılış, bir son ve bir gözyaşı. Ozu, suskun.

Tokyo monogatari'de 1950’lerdeki Japon ataerkil aile yapısına bakış açısıyla iletişim-iletişimsizlik, yabancılaşma, bağların kopukluğu gibi güncel sorunlara ulaşmak mümkündür. Doğu toplumlarındaki ataerkil yapı Ozu'nun gerçekçi manasıyla yoğrulur. Düzen, erkeğe neredeyse bir otokontrol sağlamakta, ev yapısının içinde çalışan ve de dolayısıyla eve para getiren erkeğe bir saygınlık kazandırmaktadır. Bu durum evde yaşayan yaşlı ebeveynler için de geçerlidir. Gelenekçi Japon aile kavramının, salt modernizmin getirdiği parçalanmışlık ile değil, bireyselleşmenin de sancılarıyla giderek kopma izlerini taşıdığını belirtmek gerekir. Bu durum Ozu'nun Japonya'sı için değil, sınırların artık giderek küçüldüğü yeryüzünde de hakimdir. Teknoloji, yenilik, mücadele alanının genişletilmesi, etkileşim ve de mutlak iktidar prestiji toplumu ve onu oluşturan bireyleri etkiler. Japonya’nın özellikle İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra kendi özünün gücünü gösterdiği, hakikatini sorgulayan bir duruşu olduğu düşünüldüğünde Ozu’nun Tokyo monogatari'si aileye odaklanarak kendi prensiplerini kendi penceresinden uzatır. Geleneği, modern toplumla savaştırır. Yabancılaşmanın hangi boyutta bir kırılganlık ve kopma eşiğine geldiğinin sorularını sormaktan çekinmez. Taşlaması, bir ünlemdir. Noriko'yu daha çok sevmemizi, ona daha çok sahip çıkmamızı, unutmamızı ister. Zira, Noriko Japon kültür tipolojisinin içinde sıkışıp kalmıştır. Toplumun içinde giderek unutulmaya yüz tutulmuştur bu model. Ozu, kendi güzelliklerinin içinde sunuyor Tokyo monogatari'yi, 1953 yılından bize selam gönderiyor, bizi kucaklıyor, yaşanan hayatların küçük anlarını, büyük umutlarını destanlaştırıyor.

Hayat insanı hayal kırıklığına uğratıyor değil mi?

Mart 2012

13 Kasım 2016

Glauber Rocha — Barravento

Şiddet, açların normal davranışıdır. Şiddet anı, sömürgecinin sömürülenin farkına vardığı andır... Açlığın ortalama reformlarla halledilmeyeceğini ve Technicolor örtüsünün bu açlığın urlarını gizlemediğini, sadece ağırlaştırdığını biliyoruz.

Glauber Rocha


Barravento, Brezilyalı yönetmen ve 1960'larda Latin Amerika'daki sinema akımı Cinema Novo'nun enfant terrible'i sayılan Glauber Rocha'nın ilk uzun metrajlı ve siyah beyaz filmi. Rocha'ya ün katan Barravento'nun öyküsü, bir balıkçı topluluğunun yaşantılarındaki dinsel öğelerin ve gerçekçi bir mistik savaşın tablosunda ve toplumsal süreklilik içindeki çemberde şekilleniyor. Portresi didaktik unsurlar taşıyan Barravento, Rocha'nın ilk gerçekçi adımıdır ve film, topluluğun yaşadığı yer Bahia'dan daha fazlasını sunar.

Glauber Rocha, Barravento'daki öyküsünü gerçekçi bir dille anlatır. Film, Rocha'nın bir prologue'uyla başlar ve devamında köklerini arayan balıkçı topluluğunun yaşantılarına odaklanır. Köklerini arayan bu topluluk, kölelik zihniyetinin çürümesinin ardından toplumsal yaşantılarındaki hakikati sorgulamaya başlar. Rocha, karakterlerinin doğallığıyla Afrika'ya uzanan köklerden siyasi mesajlarını göstermeyi amaçlar. Balıkçıların birlikteliği, topluluğun ne olursa olsun hayat mücadelelerine dik durduğunun bir işaretidir, güçlerin dengesi vardır Rocha'da. Her biri aslında birer köle olan bu insanların özgürlüğü kısıtlanmış bir dünyası vardır. Bahia'daki hayatları metropol yaşantılarından kaçışlarıyla daha da kötüdür. Rocha, birey üzerinden kitleyi hedefler. Barravento'da ön plana çıkan kişiler değil, komündür. Hayata tutunmalılar, ağlar iyi gerilmelidir Rocha'ya göre.

Dinsel mistifikasyonun ele alınış tarzı Barravento'nun tabanını oluşturur. Rocha, zihindeki düşünceyle sinema yapma mantalitesini devreye sokar. Açlığı, iyiliği, kötülüğü ve de Afro-Brezilya pagan müziklerini/danslarını Barravento'nun kalbine yerleştirir. İnsanı siyah beyaz gökyüzü altından bir etkileyiciliğe sürükler. Zıtlıklarını, kesik görüntülerle sunar. Gösterişe kaçmaz. Emperyalist sinema dilini reddeder Barravento'da. Balıkçıların yaşantılarındaki olağan-dışılığını, okyanusun içine gömer. Bir güç mekanizması oluşturur ve bunu yaparken iyi ile kötü olanın kesin ayrımını netleştirir. Kökenlerini unutmayan Balıkçı topluluğunu, Batı'nın kölelik zihniyetine bir manifesto şeklinde sunar, onları hep yalın ayak gezdirir Rocha. Bunu da Emperyalist dünyanın çirkinliğini göstermek için yapar. 

Felaket. Balıkçıların okyanusu içinde şiddeti barındırıyor. Rüzgâr, fırtınaya dönüşür, dalgalar hızlanır. Topluluğun Barravento'yu bekleyişi yaklaşan kıyamet öncesi sessizlik gibi. Balıkçılar, ağları örüyor, kötü olansa şiddeti eliyle veriyor, delik açıyor, onların aç kalmasını istiyor. Balıksız yaşamlarını görünce mutlu olacak ama düzen Rocha'nın kamerasında ritmik bir ritüele dönüşüyor. İnsanın insana yaptığı kötülüğü ağırdan örerken Rocha, söküklerini de beraberinde getirir. Bu düzende güçsüz olan ezilmeyecek. Rocha, değer yargılarını birbirleriyle yarıştırırken, sonucu gizlemez. Brezilya Gerçekçiliğini, metropol yüzlerinden uzaklarda, ıssız yerlerde kuvvetli bir biçimde yansıtır. Barravento, insan sömürüsünün ardılındakiyle meşgul oluyor, sorularını soruyor, yerel dinlerin müzikleriyle kültüre dönüşün sinyallerini veriyor. Köklerini Brezilya topraklarından alan Rocha, öz hâliyle Brezilya portresi çizer, renkli kalemler kullanmaz. Estetiğini konuşturur Barravento'da. Balıkçılar, Rocha'nın kalbinde devrimin ateşini besleyen askerleridir. Sonradan görülebilecektir ki Barravento, Glauber Rocha'nın diğer filmleri için önemli bir imaj olacaktır.

Latin Amerika'nın özgürlükçü ruhu Rocha, totaliter sistemleri kabul etmez. Emperyal sistemin çürüklerini atar bir köşeye. Ona göre bir sinema dili, gerçekliği saklamamalıdır. Barravento, bu bağlamda yönetmenin zihnindeki aktarmadaki ilk deneyimidir ve yaşanılanları ütopik – mistik kadrajlarda değil, reel olana yönelik görürüz. Olumlamaların, siyah beyazlığa inat kültürel yansımalar taşıdığı gerçeğini de unutmamak gerekir. Küçük, basit ama oldukça görkemli bir deneysel havada geçen seyir, temasından asla uzaklaşmaz. Tek bir daire etrafında dolaşıp durur, onun derdiyledir zira. Filmin tabanı zengin ve bozulmamış olana, kültür ve siyasi mozaiklerine çağrılardır.

Brezilya, Rocha'nın sınırlarını aşıyor Barravento ile. Balıkçılar, muhteşemliğin ve yıkımın arasında gidip gelirken, perdeye düşen görüntüler 17.-18. yüzyıl Afrikası'nın toprağından doğuyor. Açlığın – Şiddetin Estetiğini ve pagan kültürünün gölgeleri saklanıyor. Okyanus uçsuz bucaksız, bir derya ufkunu gözetliyor. Tepedekiler, aşağıdakileri eziyor, köleleştirip tasarımcı şiddete ve yıkıma başlıyor. Yüzyıllardır devam ediyor bu. Hiç bitmedi. Değişti dediğimiz dünya düzeni bile reformların çok gerisinde kaldı. Düzensizlik dedikleri anarşi, onlar için bir kaos. Evren kendi içine döndüğünde Rocha çoktan Bahia'dan gitmiş olacak. Sonra o sarsıcı müzikler çalacak. Uyum için dans başlayacak. Barravento, bir dalga olup sahile vuracak tüm şiddetiyle. Gülüyorlar çünkü istediklerini alıyorlar. İnsanlık, kendi düzensizlik inşasını bina ederken, yıkıntılar altındakileri umursamıyor. Bedenlerimizdeki urlar gibiler, sessizce büyüyorlar, vakti gelince ortaya çıkacaklar. Sinsice denebilir. Saldırıları, köleleştirmekten ibaret. Sömürüyorlar, tüketiyorlar. Hiç bitmiyor. Büyüdükçe, aşağılamayı ve ezmeyi kendilerine pay biçiyorlar. İktidarın prestiji bu değil, güçler dengesinin de. Balıkçılar, yalın ayak topraklarda gezerken üşüyorlar, korktukları onları çoktan esir almış durumda. Rocha, Barravento'yu sahile çarpıyor. Rüzgâr dönüşü, bir hüznün izlerini taşımalı belki. Devrimin ruhunu besleyen Balıkçılar, yol alıyor. Rocha, uzaklara gidip öz Brezilya'yı kucaklıyor ve kalbini köklere bırakıyor... Saat öğleden sonra iki.

Brazzaville.

Mart 2012

3 Kasım 2016

Ricalu'l-Gayb ― Gayb Erenleri

Mimarların Geçişi, Sûrnâme-i Hümayûn.




Tabakâtü'l-Evliyâ ― Ricalu'l-Gayb

Bismillâhi'r-Rahmâni'r-Rahîm

Tabakâtü'l-evliyâ (kuddise sirruhu'l-azîz):


el-Aktâb: Kutub olan, cemî'-i zamanda külliyen ahvâle ve makâmâta cami' olur. Veya asalet üzre yahut gayri üzre hakikat-i Muhammediyye gibidir.

el-Gavs: Her zamanda bir olur. Gavs dahi iki türlüdür: Biri zâhire hükmü geçer ve biri bâtına. Amma Hazret-i Resûlüllâh'ın (a.s.) hem zâhire ve hem bâtına hükmü geçerdi. Ondan Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali (rıdvânüllâhi aleyhim ecmaîn) bâtın ve zâhirleri de şâmildir. Ve ulemâ-i râsihûndandır. Ve Hasan-ı Basrî ve Habîb-i Acemi ve Selmân-ı Fârisî ve Bâyezîd-i Bistâmî silsile-i meşâyihden olan azizlerden.

el-İmâmân: Her zaman iki olurlar. Birinin adı Abdü'r-Rab'dir ve birinin Abdü'l-Melîk'tir. Ve kutbun adı Abdullâh'dır.

el-Evtâd: Dört olur. Artık-eksik olmaz. Biri meşrık tarafında ve biri mağrib tarafında olur ve biri cenûb ve biri şimal tarafında mutasarrıflardır.

el-Evrâ: Hay bir kimesnedir. Hak Taâlâ şol kadar kuvvet vermişdir ki cemî'-i mahlûkât kuvveti kadar. Belki dahi ziyâdedir. Asker önünce olur, düşmana evvel ol cevâb verir.

el-Efrâd: Bir kimesnedir ki Halil Peygamber (a.s.) kalbi üzredir. Makamı, makâm-ı selâmettir. Dünyâ halkına sû-i zan etmezler. Hakim olurlar, sâdık olurlar.

el-Ebdâl: Bunlar yediden ziyâde olmaz. Hak Taâlâ bunlara yedi iklimin tasarrufun vermişdir. Esmâları Abdü'l-Hay, Abdü'l-Bakâ, Abdü'l-Kâdir, Abdü'l-Mürîd, Abdü'l-Alîm, Abdü's-Semî', Abdü'l-Basîr'dir. Biri bir maslahata gider olsa, birine bir şahsı kendi suretine kor, gider. Kimesne onu fark eylemez. Ebdâl, anlayıcıdırlar. Hakk'ı anlaya! Muhalefet etmeye! Şeyh Şihâbüddîn Sühreverdî Hazretleri onlardan idi.

el-Büdelâ: Bunlar her zamanda dörttür. Ziyâde olmazlar. Bunlara Ricâlü'l-Vahîs (?) derler. Yeryüzünde meçhuldür. Kimesne onları bilmez; gök ehli bilir ancak.

er-Rukabâ: Her zamanda sekiz olur. Artık-eksik olmaz. Bunlar dünyânın sekiz köşesinde olurlar. Allah emriyle hıfz ederler. Hâtûnlardan dahi olurlar. Ahvâl-i âleme âlimlerdir.

en-Nûkabâ: Bunlar her zaman on iki olur, ziyâde olmazlar. Hak Taâlâ bunlara on iki burç musahhar eylemişdir. Hak Taâlâ, nüfûsda olan günâhları bunlara bildirmişdir.

en-Nücebâ: Bunlar her zamanda altıdan ziyâde olmazlar. Ahvâl-i kubûru Hak Taâlâ bunlara keşf eylemişdir. Arşdan aşağı ne var ise bildirmişdir. Makamları arşa denlüdür.

el-Ümenâ: Bunlar her zamanda üç olurlar. Hazret-i Mîkâil kalb üzre, Hz. Cebrail ve İsrafil ve Mîkâil ve Azrail ilmi kadar ilimleri vardır. Şeyh Necmüddîn Kübrâ Hz. onlardan idi.

es-Sulehâ: Bunlar her zaman beş olurlar, ziyâde olmazlar. Cîbrîl kalb üzre olurlar. Bunların ilmi ve makamı ve mertebeleri Hz. Cibril'den ziyâde olmaya. Haşr oldukları vakit dahi Hz. Cibril ile haşr olalar. Havâtinden (hatunlardan) dahi olurlar.

el-Ahyâr: Bunlar her zaman dokuz olurlar. Nuh Peygamber kalbi üzre bunlar ümmet-i Muhammed'dendir. Havâtinden (hatunlardan) dahi olurlar. Makamları, makâm-ı gayrettir. Dîne muhalif olan nesneye incinirler.

er-Recebiyyûn: Bunlar her zaman kırk olurlar. Halleri, Hak Taâlâ azametine müstağrak olup kalmışlardır. Recebiyyûn dediklerine hikmet oldur ki mübarek Receb ayını görünce ol hâl bunlara vâki olur, perakende olurlar. Kaçan Receb'in evvelki günü olsa, hummâ-yı muharraka gibi bir nesne tutar. Asla üç güne değin harekete kadir olmazlar. Üçüncü gününden sonra bir mertebe-i hıffet hâsıl olur ki cemî'-i esrâr-ı rabbâniyye ve mükâşefe-i ilâhiyyeye muttali' olup mübarek Şa'bân ayı geldikleyin her biri bağdan boşanır gibi işli işine dağılır.

el-Havâriyyûn: Bunlar altı olurlar. Gazaya yardım edip kılıç ururlar. Kılıçlarına kimesne mukabil olamazlar.

el-İlâhiyyûn: Her zamanda üç olurlar. Bunlara Rahmâniyyûn dahi derler. Kâh bunlar hatiften avaz işitirler.

el-Müslimûn: Bunlar her zamanda dokuz olurlar. Velayet izhâr ederler. Onun üzre kâyim olurlar. Ve tayy-i mekân ve tayy-i zaman ederler. Ebu'n-Necîb es-Sühreverdî ve Aynü'l-Kuzât Hemedânî ve Behlül Dîvâne (Dânâ) bunlardan idi.

el-Mustafiyyûn: Bunlara Müctebiyyûn dahi derler. Üç yüz aded olurlar. Artık-eksik olmazlar. Hz. Âdem (a.s.) kalbi üzre olurlar. Ya'nî kemâlâtları Âdem Peygamber gibidir.

er-Ricâlü'l-Gayb: Bunlar her zamanda on olurlar. Huşu' ve hudû' üzre olurlar. Yeryüzünde aheste aheste yürürler, aheste aheste söylerler. Dâima müşâhede-i Hak'ta olurlar.

er-Ricâlü'l-Fevt: On bir kimesne olurlar. Ve bunlara Ricâlü'l-Kahr derler. Himmet etmekte, nüfûs nice dilerlerse te'sîr ettirirler.

er-Ricâlü'l-Feth: Bunlar dahi yirmi dört kimesnedirler. Hep ehlullâhın gönlüne ne feth olursa, onlardan olur; himmetleriyle olur. Bunların ikisi meşrık tarafında, ikisi mağrib ve ikisi şimal tarafında olur. Ve ikisi kıble tarafında, kalanı yerli yerinde olur, meşâyıhlardır.

er-Ricâlü'l-Maâricü'l-Aliyy: Bunlar her zamanda dokuz olurlar. Her nefesde Allah'a mi'râcları vardır. Her mi'râcda bir ilim tahsil ederler.

er-Ricâlü't-Tahte's-Süflâ: Ricâlü't-Tahte's-Serâ dahi derler. Her zamanda beş olurlar. Ve bunların gıdası ve hayâtı nefes-i Rahman’dır.

er-Ricâlü'l-Ganî Billâh: İki kimesnedir. Hak Taâlâ makâm-ı gınayı onlarınla saklar.

er-Ricâlü'l-Ayn: Bunlar her zamanda üç olurlar. Onların makamına Sakî-ru'r-Refref derler. Min sâkıtı'l-arşi'l-kebîr şânü'l-azîmü'l-mekân kimselerdir.

er-Ricâlü'l-Cenân: Ve Atf-ı İlâhî dahi derler. İşleri halka şefkat ve rahmettir. Hak Taâlâ asla velâyet-i zahir etmez.

er-Ricâlü Eyyamı's-Sitte: Bunlar altıdır. Hak Taâlâ'dan istimdâd edip halka meded eylerler ve meded erişdirirler. Birisi âlem-i melekûtta melâikeler ile oturur, bakîleri yeryüzünde makâmlı makamında olur.

el-Hâtim: Her zamanda bir olsa gerek. Velâyet-i Muhammediyye hatm ola. Ümmet-i Muhammed de ondan olur, dahi olmaz.

Benzer okumalar:


_____________________________________

Yazının yayınlanmasında gösterdiği alaka ve nezaket için Sır Yayıncılık'tan Cahit Çollak Bey'e (Bursa) teşekkür ederiz. 

* Minyatür: Mimarların Geçişi, Sûrnâme-i Hümâyûn.

* Süleymaniye Ktp. Şehid Ali Paşa Kit. Nu. 2820/7, vr. 73b-74b; Ögke, age, İst. 2001, s. 571-573. [Kara, Mustafa. Metinlerle Osmanlılarda Tasavvuf ve Tarikatlar ― Sır.] 

1 Kasım 2016

Majid Majidi — Muhammad, The Messenger of God

Sen elbette yüce bir ahlâk üzeresin.
Kalem, 4. 


İnsan başlı başına bir mucizedir, ama bilge insan bir keramettir.
Hermes Trismegistus


Tu meger ber leb-i âbî be heves benşînî
Verne her fitne ki bînî, heme ez hod bînî

Bir su kenarında hevesle oturursan
Gördüğün her fitneyi hep kendinden görürsün

Hâfız Divânı, Gazel 484.

Fıtrat diline yakın bir sinema grameri kullanan Mecid Mecidî'nin, Hz. Muhammed'in ilk dönem yaşantısına odaklandığı ve epik unsurları kullandığı Muhammad: The Messenger of God (Hz. Muhammed: Allah'ın Elçisi) filmi, tipik Mecidî sinemasının başat lirik motifinin dışında bir alana ve bu alanın merkezindeki peygamberin derinliğine, onun mucizevî sekanslarına odaklanıyor.

Çekimi uzun yıllar süren ve gösterimi konusunda muhtelif tartışmalara sahne olan film, zâhir ve bâtın üzerinden sünni ve şii kültürü karşı karşıya getirebiliyor. 

Mecidî İslâm-öncesi coğrafya girizgahıyla bir poetikaya girişir, zihin mekânını inşa eder, atlas içinde atlas: doğan güneş, uçsuz bucaksız kum yığınları, kevnî tabiat. Ebrehe ve yüce ordusunu (bâtıl), Kabe'nin üzerinde dolaşan ve nihayetinde cümle orduya hücum eden Ebâbil'i (hak) göstererek muhayyilemizde ilk olarak iki ayrı ama uçurumlu bir virajla ayrılan olguları gösterir. Mecidî'nin mekan-kronoloji düzleminde Fars dokusu (karakterler), Fars belagatı Arap-Fars dikotomisi açısından ayrı bir parantez olarak değerlendirilmeye açıktır. Bu bağlamda, Fars aklıyla Arap aklının düşünce fragmanları, kültürel ve tarihsel olarak kendi derunlarında kimi zaviyelerden ayrıştığı da pekala görülebilir. 3 ayrı film olarak düşünülen serinin ilk yapımındaki temel iskelet, Hz. Peygamber'in nübüvvet öncesi döneminde, saf çocukluğuna odaklanarak merhamet, bilgi, saf levha ve dönemin koşulları üzerinden müteşekkildir.

İslâm'da Tanrı'nın sözü Kuran'dır; Hıristiyanlık'ta Hz. İsa'dır. Hıristiyanlık'ta, kutsal bildirinin taşıyıcısı Bakire Meryem'dir; İslâm'da ise Hz. Peygamber'in ruhudur. Bakire Meryem'in bakire olmasını gerektiren aynı nedenden dolayı, Hz. Peygamber'in de okuma yazma bilmemesi gerekir. Kutsal bir bildiriyi taşıyacak insanın saf ve renksiz olması gerekir. Kutsal Söz sadece insan alıcılığının saf ve "el değmemiş" levhası üzerine yazılabilir. Eğer bu "söz", et biçimindeyse saflık, Söz'ü doğuran annenin bakireliği ile simgeleştirilir... Peygamberin okuma yazma bilmeyen doğası, alıcı olan insanın kutsal karşısında nasıl tümüyle edilgin olduğunu göstermektedir. Ruhun bu saflığı ve bakireliği olmasaydı, Kutsal Söz, bir anlamda tümüyle insanî olan bilgi ile boyanacak ve insanlığa kendi ilk baştaki saflığı ile sunulmamış olacaktı.

Seyyid Hüseyin Nasr, Ideals and Realities of Islam. 

Çağrı (The Message) filmi üzerinden geliştirilen cihad ve sökün eden cenk kavramları ve de dönem coğrafyasındaki maddi refahlık (zengin/yoksul) çerçevesinde mayalanan tema, Muhammad filminde Ümeyyeoğulları-Haşimoğulları arasındaki çekişmeye ve merhamet eksenine kayar. Yönetmen, filmin geneli için İslâm'ı Doğu-dışı toplumlara aktarırken selâmet fikrinden ve bütünleyici duyarlılık sahasından hareket eder. Nuh (Noah) filmindeki ya da Nasıralı İsâ modelli filmlerdeki büyülü atmosfer, mistik/majestik kurgu Muhammad filminde de, A. R. Rahman'ın çok katmanlı müzik geçişleri eşliğinde vuku bulur. Mesiyanik'vâri kadrajlar ve müzikler Ehl-i kitap teolojisini anımsatabilecek unsurları akla getirebilir. (Bkz. Mezmurlar) Hz. Amine figürünün saf ve berrak tasviri için Hz. Meryem ile bağ kurulması da bu menzilden okunabilir. Etkileyici hareket ve muhayyile ile cihânda bir pergel gibi dolaşmayı yeğler Mecidî. Filmdeki sadık ve kâmil Hıristiyan-Yahudi din sınıfının anlatısı ve beklenen peygamber için sergilenen tavır, kavmiyetçi kodların öne çıkarılması Dinler tarihi açısından dikkate şayan bir husustur; yönetmenin sevgi, iyilik ve merhamet üçlüsünden günümüz İslâmofobi çatışmalarına karşı bir tavrı hissedilebilir. Bu noktada Mecidî'nin Tunuslu yönetmen Nacer Khemir ile aynı yörüngede dolaştığı aşikardır:

Babanızın yanında yürüdüğünüzde ve onun çamura batıp yüzünün kirlendiğini gördüğünüzde ne yaparsınız? Kalkmasına yardım eder, ceketinizle ya da gömleğinizle yüzünü silersiniz. Babamın yüzünde her zaman İslam'ı gördüm ben. Filmimde bilgelik ve aşk dolu, misafirperver ve metanetli bir Müslüman kültürünü göstererek onun yüzünü silmeye çalıştım. Başka bir deyişle, 11 Eylül sonrası histerik dünya ve medyanın yansıttığı İslam algısına karşı çıkan bir duruşla Bab'Aziz fikriyatını işledim. Köktendincilik, entegrizm İslam'ın esas temellerini bozabilen bir anlayış. Bu film, İslam'ın gerçek yüzünü göstermek için oldukça gösterişsiz bir yaklaşımdı sadece. Aşk ve çile dolu Sufi geleneği üzerine kurulu bir film olduğu gibi, aynı zamanda aşırı derecede politik göndermeleri, bilinçli eylemleri olan bir film. Bugün İslam’a dair başka bir şey söylemek bizim görevimiz. Aksi takdirde, herkes bir diğerini tanımamasından dolayı bir buhrana sürüklenebilir. Bu, insanların boşlukta boğulma korkusu gibi. Bugün Fransa'da 5 milyona yakın Müslüman bir kesim yaşıyor. Komşusunun içtenliğini, hakikatini görebilme adına misafirperver yansımalar var filmde. Misafirperverlik sadece evine alıp ağırlamak değildir, ilk olarak komşunu dinleyebilmektir. Siz, evinizde insanları ağırlamayabilir, onlara vakit ayırmayabilirsiniz. Misafirperverliğin ilk düsturu, dinlemektir. Benim için Bab'Aziz öncelikli olarak dinlemeyi anlatıyor, sonraysa gerçek bir buluşmayı, kavuşmayı: Bir insanın komşusuna karşı misafirperverliğinin bir biçimini. (Fransızcadan çeviren: Ali Hasar)












Suların daha derin olduğu yere git... 
Luka, 5: 4

Çöl müzikleriyle hafızalara kazınan Fransız besteci Maurice Jarre, Çağrı'nın epik yönünün vurgusunda önemli isimlerden biriydi. A. R. Rahman'ın Mecidî'nin filminde seçtiği çok katmanlı ve geçiş müzikleri akıllara mistisizmi ve Batı teolojisini getirse de ve klasik müslüman coğrafyasında kültür karmaşası oluştursa da, bunu self-oryantalizm olarak yorumlamaktan ziyade kâmil bir dereceden, beynelmilel bir bakış olarak değerlendirmek daha yerinde olacaktır. 

Önceleme diyebileceğimiz bir teknikle ve flashback'lerle ilerleyen film, İslâm teolojisine ve siyer bilgisine vukufiyeti bulunmayanlar için bağlamı yakalama noktasında bir handikap olabilir. Tümel bir film olan Çağrı'daki Hamza karakterinin dominantlığına paralel olarak; tekil bir film olan Muhammad'deki Abdulmuttalip, Ebu Talip vurgusu, Ebu Talib'in imanı ve Hz. Peygamber'in temsil meselesi (mücessem) filmin tartışma koparan satır başlarını oluşturmaktadır. Temsil meselesinde sünni okumanın hassasiyet gösterdiği bilinirken, şii temayül bu konuda yerleşik düşüncenin ötesinde konumlanarak sureti göstermeyip konuşmaları altyazı ile sunmakta, Hz. Peygamber'i mekanlar-üstü ve mekanlar-içi bir pozisyonda tasvire yanaşmaktadır. Bir görüşe göre, Hz. Peygamber'in yaşadığı coğrafya kuraklık ve çöl iklimi detaylarıyla belirginken yönetmenin Hz. Peygamber'in doğumuyla mekanı bereketlenen coğrafya ve gül yaprakları imajıyla sunması, yönetmenin semantik olarak bir rahmete işaret ettiğini gösterebilir. Kurgudaki Yahudi din sınıfının (Samuel) büyük yer kaplaması ve filmin gidişatında ön sıralara çıkması, Ebu Leheb'in nübüvvet-öncesi kötücül yönlü betimlemesi tartışmaya açıkken; Hz. Peygamber'in ummana nazır bir balıkçı kabilesindeki sahneleri, Hz. Musa'vâri atıflar yönetmenin bağlam konusundaki hissiyatlarından biri olduğu kadar Yahudi-karşıtlığını bir nebze olsun kırma amacı taşıdığının ve derinlerde bir yerde "Bir" olunduğunun altını, ilgili ayetleri filmde vermesiyle çizmektedir. 

***

Son mertebede, ortada semantik/görsellik kabilinden bir emek olduğu açıktır. Muhammad filminin teolojik açıdan biraz daha ortodoksî ilgiye ihtiyacı olduğu ve tartışmaya matuf özellikleri barındırdığı zikredilebilir. Ama hayat, ilahiyattakilerden biraz daha gayriresmîdir. Teo-politik kuşaklar, insanın akıl melekesine öyle hücum eder ki insan aklıselimi arar olur. Mecidî'nin bu çalışması uzun-dönem tartışmaları, temsil meselesi üzerinden yorumları beraberinde getirebilecektir hiç şüphesiz. 

İçimizde çeşitli kesinlikler yatar. İnsan, dogmatik yönünü ve ön yargılarını kırdığı ölçüde fanatizmin şeceresinden sıyrılmayı başarabilir. Birbirine kavuşmadığından dolayı savrulur insan, biteviye aynı şey için acı çeker: halesizdir. Hele bir kendi evinde otursa, içinde ne kadar eşyanın eksik olduğunu görebilecektir. Kişi kendine hükümranlık devşirdiği derecede saf bilginin kudretinden uzaklaşır. Hükümranlığı yetmezmiş gibi sefih bir hülya kurar ve herkesi iman ettiği şeye yönlendirir, vaaza başlar. İnsanın tabiatı bu noktada başkalaşır: mazlumken zalim olmaya meyleder, gözü dönmüşcesine.

Bilgelik birliğe götürür, cehaletse ayrılığa...

Benzer okumalar:

Franco Zeffirelli, Nasıralı İsâ (Gesù di Nazareth)

2011–2024 idea, schola, zâhir âlem