rus sineması etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
rus sineması etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Mart 2020

Andrey Zvyagintsev — Dönüş Üzerine Bir Diyalog



Ali Hasar: Yönetmen Zvyagintsev'in baba-oğul ilişkisi üzerinden geliştirdiği tematik filmi Dönüş'te karşımıza soğuk mavi bir tonda manzara çıkıyor ve filmin genel görüntüsüne de, ilişki biçimlerine de bu hakim denilebilir. Babanın 12 yıl aradan sonra eve dönüşü, anneyle hiç yakın olmayışı, yönetmenin çok az diyaloga yer vermesi zihnimizde bir set uyandırıyor: Baba ve büyük oğul Andrey, küçük oğul Ivan (Vanya) arasındaki bu bağ; teolojik, toplumsal, psikanalitik ya da başka düzlemlerde de okunabilir. 

Gökhan Özcan: 12 yıllık bir boşluk var. Bu boşluğu Ivan'ın daha fazla hissettiğini görüyoruz. Baba bu boşluğa Ivan'ın beklentilerine göre bakamıyor ve telafisi için Ivan'ın ve seyircinin gözünde de neredeyse hiçbir şey yapmıyor gibi. Andrey, Ivan kadar hissedemiyor bu boşluğu. Babasıyla yakınlaşması ona iyi geliyor gibi. Ivan ise güvensizlik, hınç ve öfke duygularının kompozisyonunu deneyimliyor. 

Ali Hasar: Çünkü Andrey, babasıyla vakit geçirebilmiş. Ivan, bundan nasipsiz diyebiliriz. Onulmaz bir boşluk var içinde. Vanya, iskeleden atlayamayınca abisinin sorumsuzluğuna daha yakından şahit oluyoruz. Bunun üzerine Anne, bir şekilde Babayı çağırıyor ve aralarında neredeyse hiçbir yakınlaşma olmuyor, diyalog geçmiyor, muhtemelen Anne suçlu burada ya da Babanın gizli bir görevi var, belki bir kaçak, ajan, mafya ya da başka birisi. Sır perdesi var üzerinde. Ve Annenin Babadan oğulları için istediği bir ödev var. Baba ile oğulların çıktıkları yolculuk, bir terbiye süreci gibi, çıktıkları vahşi doğa gibi ilişkileri: sert ve amansız, bir disiplin, bir inisiyasyon gibi: hayata karşı. Buraları nasıl açımlarsın?

Gökhan Özcan: Filmin fenomenolojik düzleminde kalırsak, bunları pekala söyleyebiliriz. Adım adım daha da çetinleşen bir ilişkisellik ve mekan deneyimiyle karşılaşıyoruz. Baba, hayatta kalmaya dair dürtüleri aktifleyerek katı bir doğa rehberi rolüyle karşımıza çıkıyor. Bu kabuk rolün altında hisseden bir insan arıyoruz. Bunu bulamadığımızda ise evet, sanki daha kapsamlı bir amacın varlığından şüpheleniyoruz: İnisiyasyon. Ama neden şimdi? Ya da neden bu yöntemle? Ve kim olarak? Bu sorular seyircinin zihnine tevdi edilmiş sorular bence. 

Ali Hasar: Bu sorular, filmin adını teşkil ediyor: Dönüş. Baba yuvaya dönüş içinde ama bir yandan da çıkış üzere. Babanın bir ödevi var ve Anne ile çatışmadan ötürü ya da daha önce bahsettiğim gibi bilinmez kişiliğinden ötürü çok kalamaz, gitmek zorunda. Babanın bu iki-arada-bir-dereliği, oğullarına sadece özgüven ve gelişmekte olan karakterlerini beslemeyle kalıyor sadece. Onlara bir oğul gibi değil de yetişkin olarak yaklaştığını görüyoruz bir taraftan, ilk yemek sahnesi buna örnek oluşturuyor. Andrey uyum içindeyken, Vanya bir yabancı ve bu uyumu bozuyor: baba ile değil de Anne ile daha çok özdeşleşiyor. Bu noktada Totem ve Tabu çerçevesinde olduğu gibi bir baba ve onun otoritesine karşı oğulların isyanını görüyoruz. Bu da küçük oğul Vanya tarafından gerçekleştiriyor: Babayı hem fiziken hem ruhen kemirmeye başlıyor. Vanya, "Daha kötü olmasan seni sevebilirdik." diyordu bir yerde. Tez ve antitez üzerinden bu noktada senteze nasıl ulaşılabilir? Kurban figürü, teoloji üzerinden nasıl bakılabilir bu noktalara? 

Gökhan Özcan: Evet, Ivan söylüyor bunu. Andrey'den bu cümleyi bekleyemeyiz. O, kestirmeden giderek babayla hızlı bir özdeşleşmeyle sorunun etrafından dolaşıyor. Ivan ise sorgulamayı, hesap sormayı ve Totem ve Tabu'ya yaptığın yerinde atfın bağlamında, babaya isyan edip babayı "sindirmek" ve bu ödipal karmaşadan sağ çıkmak istiyor. Ama bunun için zamana ihtiyaç varken baba ve Ivan'ın kısıtlı bir zamanı var. Ivan'ın babayı kötü olarak nitelemesi bizi şaşırtmıyor. Terk edilmişlik duyguları içinde Ivan kurban, baba işkenceci rolüne bürünüyor. Ivan dünyayı paranoid bir kutupsallık içinde algılıyor ister istemez. Kötünün baba olması, tüm bu olan bitene, 12 yıla bir anlam vermesini sağlıyor. Ve tam da bu yüzden Ivan'ın, hele ki yaşını da gözden kaçırmazsak, buradan diyalektik bir bakışa gitmesi, babasını ve onun yaşadıklarını dinlemesi, babasının bu ada gezisiyle gerçekten neyi amaçladığını merak etmesi ve bu amacın iyicilliğine ihtimal vermesinin çok güç olduğunu teslim ederiz.

Ali Hasar: Yönetmenin kullandığı resimler aracılığıyla bir ağıt görüyoruz. 12 yıllık gurbetten ölü bir baba geliyor. Babanın açılıştaki uyku sahnesiyle kayıktaki sahnesi benzer bu aşamada. Baba, oğullar için zaten ölmüştür. Dönüş, teolojik referanslarıyla, yönetmenin kullandığı soğuk renklere inat Anneyi çok canlı betimliyor. Baba, çok ketum ve sert bir tavra sahip. Ivan ise, Kurban olmamayı seçiyor. Anne, yuvaya dönüşü, merhameti ve sıcaklığı yansıtıyor. Anne ve Baba üzerinden rejimin sürecini ve toplumsalı da görebiliyoruz. Eril iktidar baba figürüyle gösterilirken, istikbal annenin barışçıl tabiatında gizleniyor. Sevgisiz filminde de bunları görmüştük. Zvyagintsev, toplumsal ile ilgilenmekten de geri durmuyor. Küçük Vanya’nın Baba ile çatışması, onun otoritesini tanımaması filmin omurgasını oluşturuyor. Kule ve su metaforuyla da bir geçmiş belleği çıkıyor önümüze, karanlık ve dipsiz bir yer. Filmde, düzen ve düzensizliği bu açıdan sezebiliyoruz. Ada, tüm bunlara rağmen ufukta istikbali de hep bize gösteriyor. Babanın temsil meselesine ek olarak, filmdeki gizemli boşluklar bizlere pay ediliyor. 

Gökhan Özcan: Gizemli boşluklar ve babanın kayıkta yatan ölüsüyle birlikte suya gömülen gizemli bir kutu. Filmin son sahnesinde ekrandan akan fotoğrafların o gizemli kutudan çıktığını varsayarsak, ki bu içimizi rahatlatır, o zaman babanın gerçek amacı kendini ifşa etmiş olur: Dönüş. Baba gerçekten de ailesine "kesin dönüş" yapmak istemiş olabilir mi? Bu fotoğrafların özellikle Ivan'ın kuşkularına karşı bir kanıt niteliği taşıdığını düşünebilir miyiz? Ve son sahne: kayığın ve ölü babanın batışı, oğulların "baba" diye yakarışları. Ölü baba, ardında özellikle Ivan'a biraz daha fazla, suçluluk duygusu ve mevcut olmayanın, boşluğun yasını bırakıyor. Bulunamadan tekrar kayboluyor. Trajedi de kendini burada tüm keskinliğiyle peyda ediyor. 

Ali Hasar: Bu hususta, iki Dönüşten bahsedebiliriz kanımca: Birincisi, senin de dediğin Babanın dönüşü, ikincisiyse oğulların Anneye dönüşü, yuvaya. Baba-Oğul-Kutsal Ruh referansıyla biz babanın uyurkenki hâlinde bunu sezebiliyoruz. Yönetmen burada antropomorfik bir atıfla Babayı tanrısallaştırıyor. Vanya, gerçeklikle karşılaşınca sarsılıyor ve bunu sinir harbi olarak görüyoruz Baba ile oğul arasında. Çatışma doğuyor ve büyüyor. Babalarının tedrisatından geçerken 12 yıllık gurbet önlerine taşıyor. Bunlardan hareketle, filmin de gidişatıyla ilgili olarak İd, Ego, Süperego bağlamında neler söylemek istersin? 

Gökhan Özcan: Psikanalitik yorumu ön plana pek fazla koymak istemem bu film için ama baba-oğul ilişkisi üzerinden elbette Ivan'ın öznelliğinde kalarak yapısal modeli tartışmak zihin açıcı olabilir. Süperego anne-baba-çocuk üçgeninde yapılanan bir ruhsal yapı. Özellikle baba, ki bu Tanrı algısıyla birlikte anılır, süperegonun gelişimini sınırlamalarıyla tohumlar. Yemek sahnesinde Ivan'ın önündeki yemeği bitirmesi için babanın emirler yağdırması, süre tutması bu sınırlandırmalara, yanlış bir yöntemle de olsa, örnek teşkil edebilir. Babanın dönüşü, birlikte yaşamaya devam etmeleri özellikle Ivan için büyük bir şans olabilirdi. Süperegoya karşı çıktıkça ve onu yenemedikçe süperego içinde bir süre sonra uygun bir pozisyona yerleşebilirdi. Kayıkta kürek çekerkenki babasına kurduğu cümleyi hatırlayabiliriz Ivan'ın: "Sen bizden güçlüsün." Ivan bunu zaman içerisinde daha olumlu duygularla söyleyebilmiş olsaydı pre-ödipalitesi ödipaliteye tekabül edecek ve içsel babayı daha uygun bir duygulanımla içinde yaşatacaktı. Bu olmadığı gibi bir de babanın ölümünün yükünü taşımak zorunda kaldı (hem gerçek hem mecazi anlamda). Tanrı ile ilişkiyi buraya indirgemek istemem tabi. Tanrı inancının iç dünyamızda teslisteki Baba'ya tekabül eden bir ruhsal durumla ilişkilendirildiğini biliyoruz. Burada Paul Tillich'in cümlesini yeniden hatırlayalım: "Gerçek iman, kendini ifade için baba imajını kullansa da, bu imajı, "baba"ya karşı bile savunulacak şekilde hakikat ve adalet prensibine dönüştürür." Psikanalizin yetersiz kaldığı nokta tam da burası. Ivan'ın kendi hakikatini (kişilik, inanç, vb.) bir biçimde babası olmadan da yapılandıracağını umuyoruz. Ivan bu suçluluk duygusuyla (ki hissedip hissetmediğinden emin değiliz) neler yapacak? Onu acaba biz mi suçluyoruz? Ya da suçlu baba mı? 

Ali Hasar: Evet, Ivan suçlu, hatası var. Görünür dünyada bu böyle. Ama benim payıma, daha geniş ölçekte bakarsak ortada bir suçlu aramamız beyhude olur. Zira yönetmen bunu dramaya dönüştürmüyor, tipik Amerikan filmleri gibi boşlukları olmayan bir yapıdan bahsetmiyoruz. Bilinçaltımızın oynadığı hileli oyunlar diyebiliriz. Zvyagintsev, bu meta-soruları seyirciye tevdi ediyor, tıpkı Bergman filmlerinde olduğu gibi. Yüzlere gözlere bulaştırılan dram yok, çünkü oğullar babalarını kayıkla sürüyor, çünkü Baba onlardan bir parça, mana madde düzeyine iniyor, Baba motifi onlar için bir değer taşıyor, Andrey ve Ivan kayıkla sonsuza açılan babalarına artık "Baba" diye bağırıyorlardı. Bu sekans, yeterince vurguluydu. Babanın mistik öyküsü, Budala Ivan ve nice sahne, bizim derinlerde bir yerde mahfuz olan hüznümüz ve içsel gerilimimiz filmin donuk pastel renklerine ve Kuzey ışıklarına yediriliyor. Dolayısıyla, toparlamak gerekirse, biz bu filmden bir suçlu aramaktan ziyade insanın insanda yurt bulduğu duyguların tepiştiği bir görsel şölen olarak değerlendirebiliriz Dönüş'ü.

28 Aralık 2019

Aleksandr Sokurov — Francofonia






















Rus yönetmen Sokurov'un sanata ve onun tarihin seyrinde izlediği yolu anlatan bir çalışması Francofonia. Louvre Müzesi'ne odaklanan bu yapımda, bizler sadece Avrupa'nın sanat geçmişine değil, aynı zamanda Sokurov'un büyüleyici sorularına ve ufuk açıcı tarihsel perspektiflere de şahitlik ediyoruz.

Francofonia'da çok disiplinli bir tema hakimdir. Louvre Müzesi ve Nazilerin Paris'i işgali sırasında Milli müzelerden sorumlu Jacques Jaujard ve Alman sanat tarihçisi Metternich şemaları okun asıl atıldığı yer değildir Sokurov'da. Esas meseleye, karakterlerin arkasındaki entelektüel haritaya odaklanılmaktadır bu yarı-dokümanter filmde. Sokurov, bu film için vintage sepya görüntüler ile yeni çekimler arasında güzel bir kıvam yakalıyor ve bunları iyice yediriyor temaya. Sanat ve savaş arasındaki ilişki zeminine çarpıcı bir şekilde vurgu yapmaktadır yönetmen. Ulusal koleksiyonların birer savaş ganimeti olduğu fikrini de gözlemleyebiliyoruz böylelikle. Sokurov, Francofonia'yı çerçeve öyküyle oturturken yalap şap bir sanat tarihi belgeselinin içine girmeyiz. Bilakis, sanatın değeri üzerine bir söylemle karşı karşıya kalırız. Sanat, insandan geriye kalan yegane bir mirasdır Sokurov'da.

Avrupamerkezci tasavvur ve tüm bunların ortasında kalan sanat eseri, etkileyici görsellik, tarihsel miras ve müzeciliğin arkeolojisi yönleriyle izlenmeyi hak etmektedir Francofonia.

Eski diyarlardan bir gezgine rastladım.
İki büyük ve çıplak taş bacak dedi,
Çölde dikili duruyor.
Yanında, kumların üzerinde
Yarı gömülü, parçalanmış bir baş duruyor.
Onaylamayan kaşları,
Soğuk ve alaycı gülümsemesi.
Belli ki heykeltıraşı onu çok iyi yakalamış.
Öykünen eli ve besleyen yüreği ile
O cansız şeylere öyle bir damgalamış ki tutkuları,
Bugüne kadar dayanmayı başarmış.
Kaidesinde şu sözler yazıyor:
"Benim adım Ozymandias, kralların kralı.
Eserlerime bak ey güç sahibi, ve kederlen!"
Geriye başka hiçbir şey kalmamış.
O yok olmakta olan devasa harabenin etrafında ise
Sınırsız ve çıplak,
Yalnız ve dümdüz kumlar uzaklara doğru uzanıyor.

Percy Bysshe Shelley


25 Temmuz 2015

Andrey Tarkovski — Ivanovo Detstvo

Ivanovo Detstvo, 1962 yılı Sovyetler Birliği yapımı ve Andrei Tarkovsky'e 1962 Venedik Film Festivali'nde Altın Aslan Ödülü'nü getiren ve uluslararası üne kavuşmasını sağlayan bir film. Film, Tarkovsky'nin ilk uzun metrajlı yapıtı.

Ivanovo Detstvo [Ivan's Childhood – Ivan'ın Çocukluğu] genç bir keşif erinin öyküsünü ele alıyor. Tarkovsky'nin Ivan'ı ilk dönem filmlerinden biri olup, Nostalghia, Stalker, Offret ya da Zerkalo gibi yapımlardan kendi sinemasal diliyle ayrılır. Ivan, savaşta annesini ve kız kardeşini kaybetmiş ve de dolayısıyla içindeki intikam alma duygusuyla bir çocuk olup savaştaki çizgisini belli eder. Tarkovsky'nin savaş ile bir çok yere gittiği bu filmde aslında aksiyon yoktur. Yani biz ne bir savaş manzarası görüyoruz, ne de birbirlerini öldüren askerler. Perde dışı sesler, fizikselin gerçeklikle algılanıp bir sanrıya dönüştüğü nettir Ivanovo Detstvo'da. Tarkovsky, harap edilmiş manzaralarla, işitsel ve görsel sunumlarla ekspresyonist bir üslup ele alır. Zihinsel gerçekliği öne sürerek revizyon yapar.

Tarkovsky, zıt yönde iki boyutlu ilerler. Birincisi, Ivan'ın hayal dünyası. Renkli, temiz, oldukça canlı, tabiat güzellikleri, kirlenmemiş ve masumiyet ile dolu bir dünya. İkincisi, Ivan'ın gerçek dünyası. Karanlık, oldukça kirli, harap olmuş manzaralar, gölgeli ve intikam duygularından oluşan bir dünya. Tarkovsky bunu keskin karşıtlıkları sunmak için kullanır. Ivan'ın Tarkovsky sunumunda özgün bir yeri olduğunu söylemeliyiz. Diğer dönem filmlerinin evveliyatına indiğimizde Albert Lamorisse’in 1956 yılı yapımı Kırmızı Balon'u aklımızda örnek teşkil edebilir. Le Ballon Rouge'daki karakterimiz ile Ivanovo Detstvo'daki genç keşif erimiz arasında pozisyon olarak bir fark yoktur. Çünkü, ikisi de çocuk/genç figürünün perdede giderek itibarlı bir duruşu olduğunun altını çizer. Ezilen değil, giderek güç kazanan ve anlam derinliğini güçlendiren bir tarzda yol alındığına işaret eder.

Savaş ile yok olan bir çocukluk. Ivan'ın Tarkovsky'nin ellerinde yoğrulup bize savaşların ötesinde yatan drama sürüklediği görülebilir. Tarkovsky, revizyonist savaş alegorisiyle siyasalın ötesindeki zihinsel gerçekçiliği açığa çıkarır. Nostalghia'yı, Stalker'ı bir kenara koyarsak özellikle Offret'in bütününe nüfuz eden anlam ile eylemin arasındaki rüya geçişi Ivan'da sekmeler hâlindedir. Offret, rüya ile gücü, muğlağı, rasyonalizmi, gizemi, aklın sınırını yoklarken, Ivan özsel gerçekliği sinematografik açıdan yansıtmayı başarır. Ivan'ın Çocukluğu’ndaki rüyalar dış dünyadan kolayca ayırt edilebilirken, ismini zikrettiğimiz bu yapımlarda ayrımın yapılması oldukça zordur. Burada Tarkovsky'nin kuvvet – mana potansiyelini derin kullanışı yatar.





Eisenstein'ın kurgulama tekniği Tarkovsky'de geleneksel diye addedebileceğimiz çözümleme ile taban tabana zıttır. Tarkovsky'nin Ivan'ı biraz da tüm bu sinematografik kurgu ve ögelere bir protest dil oluşturur. Ivan'ın Çocukluğu, bu açıdan ses – görüntü – diyalog – mekan gibi unsurlara sıkışıp kalmayan, simgecilik ile uğraşmayan bir yapım. Tarkovsky'nin Ivan'ına ve diğer yapıtlarına bakarken anlamadan ziyade yaşamanın üzerinde durulması önemlidir. Çünkü Tarkovsky bunu ifade eder. "Beni anlamaya çalışmadan önce yaşamanız gerekli" şeklinde bir disiplin dememiz mümkündür. Ivan'ın Çocukluğu, kendi kendini servis eden, benzersiz bir yapım. Hakikat eşiği ile derdi var.

Sosyalist Gerçekçiliği reddedip kendisiyle yol alan Tarkovsky, Ivan'ı bir araç olarak değil amaç olarak görür. Tarkovsky 30 yaşındayken SSCB'de bu filmi çekti. Ivan ile gittiği, savaşın kendi trajedisinin zihinlerdeki arayışı. Genç keşif eri üzerinden savaşın yıkıp geçiciliğinin üstünü örtmeyerek sanrı – zihin yoklaması bağıntısıyla kompozisyon oluşturur Tarkovsky. Ivan'ın Çocukluğu'nda yönlendirme yapmaz, izleyicisini kurtarmayı amaçlar. Ivan'a yüklediğimiz anlam ile Ivan'ın iki dünyası arasındaki köprümüz tamamıyla bir sentez. Kurtardığı izleyici olay örgüsünü ve bütünlüğünü bir kurgu olarak göremez. Zihne işlenen bütünselliğin izleri, yoklamalardan önceki bir duraktır Ivan'da.

Ivan'ın Çocukluğu'nun siyah beyazlığı, karanlığı, bertaraf edilmişliği özdeki parçaların birer parçası. Siyah beyaz olarak çekilen film, tarihsel ve ulusal ortak kökleri açığa çıkarıyor. Sovyet Sineması ve Dünya Sineması'nın kilometre taşlarından biri olan Tarkovsky ve Sineması belleğin sınırlarını zorlar Ivan'da da. Etkileyici hareket, algı üzerine gerilen ipler, gerçekçiliğin betimlenişi ve sunumu, süredizimsel devinim çarkıyla, Ivan'ın o gri denizlerin üzerine doğru koşuşturuşunun canlılığıyla devam eder. Tarkovsky, her zaman bir rüyadan daha fazlasını gider. Ivan, öz-tepkisel bir imajdır. Keder, masumiyet, savaş, öfke ve intikam duygusunun hayatın başında insan ve fıtratına neler yapacağını, hangi çemberlerden geçeceğini ve de kendi öz gerçekliğinin hayatın bu karanlığında, gölgesinde nasıl da canlılığa, aydınlığa dönüşebileceğinin soruları soruluyor, bir öteki aranıyor Ivan'da. Hiçbir zaman gösterişe kaçılmıyor. Salt aklın süzgeciyle imaginatif olana eğiniliyor. Ivan'ın Çocukluğu, Tarkovsky Sineması'nın bir yapı taşı, onun temellerini sağlamlaştıran ve de Tarkovsky'nin sonradan kendisiyle anılacak olan Stalker'ına, Nostalghia'sına ve de diğer eşsiz yapıtlarına Sovyetler'in derinlerinden seslenen ve farklı dönem çizgisiyle bir milat. Gölge işçisi Tarkovsky, siyah beyazdan daha fazlasını sunuyor Ivan'ıyla. Kim bilebilir, bütün kediler şahitlik eder gölgelere ve ölülere. 

Asıldı, kurşuna dizildi, asıldı, kurşuna dizildi, asıldı...

Aralık 2011



1 Ocak 2013

Andrey Tarkovski Röportajı

Fransızcadan Çeviren: Ali Hasar

Bu röportaj 28 Nisan 1986’da Andrey Tarkovski Paris’teki evinde hasta yatağındayken yapılmıştır.

İnsanlığın sizi hayal kırıklığına uğrattığını düşünüyor, filmlerinizi izlediğimizde onların bir parçası olmaktan utanıyoruz. Bu karanlık kuyunun dibinde bir ışık var mı hâlâ?
İyimserliği veya kötümserliği tartışmayalım. Bunlar anlamsız. İyimser olan insanlar politik ya da ideolojik amaçlar uğruna iyilik yapıyor. Düşündüklerini söylemiyorlar. Bir Rus atasözü şöyle der: “Bir kötümser, oldukça bilinçli bir iyimserdir.” İyimserin düşüncesi ideolojik olarak zararlı, yapmacık ve bütün bir samimiyetten yoksundur. Buna karşılık, umut insanın gerçekliği. İnsan olmak büyük bir nimet. İnsan, umutla doğuyor, gerçeklik karşısında umudunu yitirmiyor, çünkü onun akıldışı olduğunu biliyor. Bütün mantığa karşı kendinde yoğunlaşıyor. Tertullian: “saçma olduğu için inanıyorum.” derken haklıydı. Umudumuz, günümüz kirlenmiş toplumlarına karşı güçlü olmalı. Çünkü; kötülük, her iyilik gibi, umudunu koruyan inançlı bir insanda duyguları harekete geçirir.
Hayatınızda sizi en çok etkileyen rüyalar hangileriydi? Saplantılarınız var mı?
Rüyalarımdaki çoğu şeyi biliyorum. Onlar benim için çok önemli. Ama açıklamayı sevmiyorum. Rüyalarım iki kısımdan oluşuyor. Birincisi; gaybdan, başka âlemden gelen peygambervâri rüyalar. İkincisi; gerçeklikle ilişkilerimden gelen anlamsız rüyalar. Peygambervâri rüyalar, uykuya daldığımda geliyor. Ruhum, yeryüzünden ayrılıp dağların zirvelerine doğru çıkıyor. İnsan, yeryüzünden ayrıldığında, yavaşça uyanmaya başlar. Uyandığında ruhu hâlâ temiz, gördükleriyse hâlâ anlamlıdır. Bunlar, bizi derinden özgürleştiren rüyalardır. Ama bu rüyalar çok hızlı bir şekilde yeryüzü görüntüleriyle karıştığı için, tekrardan hatırlanması oldukça zor. Derinlikleri, çizgisel; zamanları içe doğru, sarmal. Emin olduğum bir diğer nokta, zaman ve mekânın sadece onların maddi somutlaşmasında var olması. Zaman, nesnel değil.
Neden Solaris’i sevmiyorsunuz? Acı verici olmadığı için mi sadece?
Solaris’in alt-metnindeki bilinç kavramının oldukça iyi yedirildiğini düşünüyorum. Filmde aşırı derece bilimsel terimlerin olduğu doğru. Uzay istasyonları, uydular, bunlar beni ciddi bir şekilde rahatsız ediyor. Modern ve teknolojik hileler bana göre insanın yanlış düşüncesinin bir göstergesi. Modern insan; seküler gelişimiyle, gerçekliğin çıkarcı tarafıyla çok meşgul. Sadece beslenmeyi bilen yırtıcı bir hayvan gibi… İnsanın âleme ilgisi kayboldu. Şimdilik bir toprak solucanı gibi büyüyor: toprak yutuyor, sonra arkasında pek çok küçük pislik bırakıyor. Bir gün hepsini yediği için toprak kaybolursa, buna şaşırmayalım. Bizi hakikatten uzaklaştırıyorsa evrenin derinliklerine gitmenin pek de anlamı yok.
Bu modern çağda, siz kendinizi nasıl konumlandırıyorsunuz?
Bir ayağı birinci geminin güvertesinde, diğer ayağı ikinci geminin güvertesinde olan bir insan olarak… Gemilerden biri dümdüz gidiyor, diğeriyse sağa doğru sapıyor. Yavaş yavaş suya düştüğümü fark ediyorum. İnsanlığın geldiği nokta bu. Eğer suya düşmek üzere olduğunu fark etmezse, onu oldukça karanlık bir gelecek bekliyor. Ama eminim ki er ya da geç bilinçlenecek. Uykusunda kanaması hiç dinmiyor insanın, uyumadan önce de yara bere içinde kalıyor. Sanat, insanın manevi bir varlığını, sonsuz ve kudretli İlah’ın bir parçası olduğunu ve de sonunda tekrar O’na döneceğini hatırlatmak için var. İnsan, bu sorularla ilgilenir, kendine bu soruları sorarsa, manevi olarak zaten kurtulmuştur. Cevabın hiçbir önemi yok. Biliyorum ki bu andan itibaren artık eskisi gibi yaşamayacaktır.
Filmlerinizi beğenenler, Spielberg’in filmlerini de beğeniyorlar. Spielberg’in filmlerini izlediniz mi? Ne düşünüyorsunuz?
Bu soruyu sorarak, söylediklerimi hiç dikkate almadığınızı gösteriyorsunuz. Spielberg, Tarkovski… Bunlar sizin için birbirine benzeyebilir, ama yanılıyorsunuz!  İki türlü yönetmen vardır: Sinemayı bir sanat görüp kişisel sorular soran; onu bir acı, armağan, zorunluluk olarak kabul eden yönetmen! Diğeriyse, sinemayı para kazanma aracı olarak gören yönetmen! Bu ticari sinemadır. E.T. mesela. İnsanları memnun etmek, eğlendirmek için çekilmiş bir filmdir. Spielberg amacına ulaştı, yeteri kadar para kazandı. Bu benim hiç tenezzül bile etmediğim bir amaç. Bana göre tüm bunlar özgünlükten yoksun olmak demek. Örnek vereyim, Moskova’da turistler dâhil 10 milyon kişi yaşıyor ve sadece üç adet klasik müzik konser salonu var. Çaykovski Salonu, Konservatuarın büyük ve küçük salonu. Küçük yerler ama herkesi memnun edebiliyor. Şimdiye kadar, kimse kalkıp da bana Sovyetler Birliği’nde müziğin hiçbir rol oynamadığını söylemedi. Bu manevi, kutsal sanatın varlığı bile yeterli. Bana göre,kitlelere yönelik sanat anlamsız. Sanat, asil ve manevi olandır.
Yine de Sovyetler Birliği’ndeyken tanınıyordunuz. Filmlerinizi izlemek isteyenler, gişe önlerinde kavga ediyordu…
Birincisi, Sovyetler Birliği’nde film çekmesi yasaklanmış bir yönetmen olarak tanınıyordum. İkincisi, benim için olduğu kadar seyircilerim için de önemli olan ruhun derinliklerinden gelenleri çekmeye çalışıyorum. Üçüncüsü, filmlerim bir ifade biçimi değil, bir duadır. Film çektiğimde bu benim için bir düğün gecesi gibi oluyor. Bir resmin önüne yanan bir mum ya da çiçek koyduğum zaman, seyircim onunla bütün samimiyetiyle konuşur, hâl dilini anlar. Çok basit, kötü ya da zeki bir biçimde ortaya bir dil koymam, çünkü düşüncelerdeki tiranlık diyalogu bozar. Ayrıca, şuana kadar zamana yayıldım. İnsanlar bir benzerini yapmayıp doğal bir dille konuştuğumu, onları aptal yerine koymadığımı anladıklarında çektiğim filmlerle ilgilenmeye başladılar.
Soljenitsin, Batı’nın felakette olduğunu, hakikatin sadece Doğu’dan gelebileceğini söyler. Katılıyor musunuz?
Bu tip şeylerin benim açımdan bir önemi yok. Bir Ortodoks olarak Rusya’yı benim manevi vatanım olarak görüyorum. Bir daha orayı göremeyecek olsam da bunu reddedemem. Kimi, hakikatin Doğu’dan, kimi Batı’dan geldiğini söylüyor. Ama ne var ki tarih bizleri şaşırtabiliyor. Sovyetler Birliği’nde dini ve manevi bir uyanışa tanıklık ediyoruz artık. Bu göz ardı edilebilecek bir şey değil.
Ölümün ötesinde ne görüyorsunuz?
İnsan ruhunun ölümsüz olduğuna inanıyorum. Ölüm, ölüm değil. O yeniden bir doğuş. Bir tırtıl nasıl bir kozaya dönüşüyorsa, ölümden sonra da bir hayat var ve bu, insanda korku verici şekilde kendini gösteriyor. Telefonun fişini prizden çekmek kadar basit aslında. İstediğimiz gibi yaşayabiliriz. Tanrı’nın bizim yaptıklarımıza hiç ama hiç ihtiyacı yok.
Kendinizi insanlığa neden borçlu hissediyorsunuz?
Bu ilk başta Tanrı’ya, sonraysa insanlığa karşı bir hizmetim. Sanatçı, insanlardaki düşünceleri toplayıp bir noktada yoğunlaşır. Sanatçı, insanların sesidir. Gerisi, sadece iş ve tutsaklıktır. Benim etik ve estetik duruşum bu bilinçle şekilleniyor.
Ölmeden önce insanlara söylemek istediğiniz son şey nedir?
Söylemek istediklerimi filmlerimde söyledim. Ben, beni inşa etmeyen insanların kürsüsüne çıkamam.

Mühürlenmiş Zaman kitabınızda “Baksanıza, bu benim! Nasıl da acı çekiyorum! Nasıl da seviyorum! Ben! Ben! Benim…!” şeklinde ifadeler kullanıyorsunuz. Ünlü bir sanatçı olarak bu ego sorununu nasıl çözdünüz?
Henüz çözmüş değilim, ama Doğu kültürünün gizemini ve etkisini sürekli üzerimde hissettim. Doğu insanı, birbirini yardımlaşmaya davet eder. Halbuki Batı’da insanların yaptığı; gösterişte bulunmak, kendini belli etmek. Bu bana sahte, yapmacık geliyor; ayrıca hem manevi hem de insancıl değil. Bundan dolayı gittikçe Doğu’ya kayıyorum.
Hoffman’ın hayatını çekmekten neden vazgeçtiniz?

Vazgeçmedim, daha sonraya ertelemiştim. 
Kurban’ı çekmek daha önemliydi. Hoffman’ın hayatı romantik bir film olarak çekilmişti. Romantizm, tipik olarak batı yaşantısına ait. Bu bir hastalık. İnsan yaşlandığında gençliğini dünyayı romantiklerin gördüğü gibi görüyor. Romantik dönem manevi olarak zengindi, ama dinamizmini olması gerektiği gibi kullanamadı. Romantikler, nesneleri güzelleştirir. Romantizm, kendime yetmediğim zaman yaptığım şeyin aynısı yapıyor: kendim, kendimi keşfediyorum, yeni bir dünya kurmuyorum, onu keşfediyorum.
Neden “Başlangıçta söz vardı…” ?
Söze karşı her birimiz suçluyuz. Söz, hakikatli olduğunda güçlü bir etki bırakıyor. Günümüzdeyse düşünceleri gizlemek için kullanılıyor. Afrika’da yalanı bilmeyen bir kabile bulmuşlar. Beyazlar, onlara yalanı anlatmaya çalışmış ama anlamamışlar. Böylesine yaratılışların mükemmelliğini görmeye çalışın, o zaman başlangıçta neden sözün olduğunu anlayacaksınız. Sözle onun manası arasındaki mesafe artık büyüyor. Çok ilginç, değil mi? Bir bilmece gibi!
Dünyanın sonunu mu yoksa bir dünyanın sonunu mu yaşıyoruz?
Nükleer Savaş mı çıktı? Bu, şeytanın kendi zaferi olamaz, olsa olsa kibritle oynayıp evi yakan bir çocuk olabilir! Ama onu yakma delisi olduğu için suçlayamayız. İnsan, kendi bombalarını patlatmaya henüz hazır değil, ölmeye de. Tarihten öğreneceği daha çok şey var. Öğrendiğimiz bir şey varsa, o da tarihin bize asla bir şey öğretmediği. Oldukça kötümser bir sonuç belki bu, insan hatalarını sürekli yineliyor. Ürkütücü… Yine bir bilmece! Tarihin, en sonunda bir üst mertebeye çıkabilmesi için bize çok önemli bir manevi zemin sağlaması gerektiğini düşünüyorum.  Bundan da önemlisi, bilgiye doğrudan ulaşmak için bir bilgi özgürlüğü. Tek yol bu. Zira, saf bilgi  özgürlüğün başlangıcıdır.
[Kasım 2013'te Heyula Eleştiri'de yayımlanmıştır.]

Bkz: Ivanovo Detstvo

2011–2025 idea, schola, zâhir âlem