tasavvuf etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
tasavvuf etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Mayıs 2021

Niyazi-i Mısri'nin Kardeşi Ahmed Efendi'ye Mektubu


Gözüm nûru kardeşim Ahmed Efendi,

Binlerce özlemle selâmlar ve hayır duâlardan sonra bildirmek ve anlatmak isterim ki:

Benim cânım, ne hâl ve ne âlemdesin? Yani demek isterim ki, insan dünyada oldukça dert ve elemden kurtulamaz. Sen, o dert ve elemden cezâ ve korku da mısın; yoksa sabr-ı cemîlde misin? Yahut dert içinde dermânı gece karanlığında gün bulanlar gibi sen de günü buldun mu? Hasta gönlün sağ; yediğin yürekte yağ olup her dağ üstü bâğ oldu mu?

Kardeşim, nefsini bildin mi, Rabbini buldun mu? Bunun alâmeti vardır. Yetmiş iki millete bir göz ile bakabiliyor musun? Bütün yaratılmışlar hepsi bir ağızdan bağrışıp "Fe eynemâ tuvellû fe semme vechullah" [Nereye dönerseniz Allâh'ın veçhi oradadır. Bakara, 2/115] zâhir oldu mu?

Cemâlini hangi yüzden göreyim diyen dîller, 
Şikeste âyineler gibi pâre pâre gerek

Kardeşim, bu arsaya bî-nişân ve lâ-mekân illerinden kudret yularıyla yedilerek çıka geldin. Gözünü açıp kendini bir ulu hengâme içinde buldun. Buradaki çokluğa aldanıp, hakikatin izini kaybetme. Bu dernek çabucak dağılır; yabanda kalırsın. İzini izleyerek geldiğin kapıyı bul. Yokluk yolunda bî-nişân ve lâ-mekân illerine –ki, vatan-ı aslîdir– ulaşagör ki, "Hubbü'l-vatan mine'l-imân" [Vatan sevgisi imândandır] budur. Bu yolu yitirdin ise bilene sor. Eşiklerine yüzünü ko! Hizmetlerinden ayrılma ki her derdine dermân onlarda, ehlullahta bulunur. Kâmiller bahîl (cimri) olmazlar. Tek hemen sen tâlib ve râgıb ol. Âşık-ı sâdık ol. Azıcık yokluk ile gelirsen, "Mâ lâ aynun ra'et"e [Yani gören hiçbir gözün olmadığı hadisinin sırrına] mazhar olursun. Dürr-i yetîmlerini ve cevâhirini –ki babası oğluna göstermeye kıyamaz– hep senin eline teslim ederler.

Tek sen sözlerimi anlamaya liyâkat kesb eyle. Cümle riyâzât, cümle müşâhedât –ki vardır– bunları işlemek li-zâtihi (kendisi için) değildir. Belki insân-ı kâmil sözünü anlamaya liyâkat kazanmak içindir. Eğer bir kimse onların sözlerini anlaya, onun irfânı ayn-ı mücâhededir.

Benim kardeşim, münasebetsiz birkaç söz söyledim. Daha düzgün söyleyebilecek zerafetim yok. Kerâmet bilecek velâyetim yok. Karpuz gibi bir top düzdüm, önüne yuvarladım. Çevgân elinde! Hemen her nereye çekersen ve her nereye çalarsan, o semte gider, muhâlefet etmez. Ammâ sen çevgânı elinden bırakıp topu kapasın ki, asıl mesele budur, vesselâm.

1658
__________________________________
(*) Mehmed Emin Kerkükî kitabı içinde, Niyâzî-i Mısrî'nin Mektubu, haz. Abdurrezzak Tek, Bursa Akademi, 2019, s. 59-61.

26 Haziran 2019

Leo Schaya Üzerine

I Ching Heksagramları


Leo (Leonil) Schaya ya da Aryeh Lev, İsviçreli metafizikçi ve kabala müfessiri.

Schaya, Polonya kökenli Yahudi bir ailenin oğlu olarak, 1916'da İsviçre Basel'de dünyaya geldi. İbranice ismi Aryeh Lev'di ve ataları birer hahamdı. Polonya'dan İsviçre'ye göç etmiş ve buraya yerleşmiş bir aileye sahipti. Schaya, küçük yaşlarda metafizik ve ezoterik konulara ilgi duymaya başladı. Üniversitede İktisat üzerine eğitimi aldı. Schaya'nın kendi kendine öğrenme konusunda fevkalade bir istidadı vardı. Genç yaşlarından itibaren felsefe, ilahiyat, karşılaştırmalı dinler ve yabancı dil alanında kendini yetiştirdi.  

Sadece doğup büyüdüğü Yahudi tradisyonu üzerine eğilimi bulunmuyordu. Yeni-Platoncu düşünce, Tasavvuf ve Advaita Vedanta gibi sahalara da entelektüel ilgi duydu ve bu alanlarda çeşitli araştırmalar, okumalar yaptı. 

Bir arkadaşının vasıtasıyla, Basel'de Dinlerin aşkın birliği üzerine konuşmalar yapan Frithjof Schuon (İsa Nureddin) ile tanıştı ve bu karşılaşma, onun için hayatının kırılma noktası oldu. Frithjof Schuon'a intisap etti ve inisiyasyona (seyr u süluk) başladı. Müslüman olduktan sonra Sîdî Abdulkuddüs ismini aldı. Schuon'un yönlendirmesiyle Fas'a ve Cezayir'e gitti. Ölünceye dek Schuon'la dostluğunu ve ilişkisini korudu. Hayatı; Basel, Lozan, Amiens, Nancy ve Paris arasında geçti. Ana dili Almanca olmasına rağmen eserlerini Fransızca yazdı.

René Guénon'un kurduğu Études traditionnelles dergisine makaleler gönderdi. Daha sonraları Connaissance des religions (Jean Borella da yönetiminde bulunmuştu) adında bir dergiyi yayın hayatına geçirdi.

Connaissance des religions dergisinin ilk sayısında yer alan yazılar: (Haziran 1985)

Frithjof Schuon, Primauté de l'intellection

Léo Schaya, Monothéisme et religions asiatiques

Max Escalon de Fonton, Le Graal: de la Tradition primordiale au Christianisme

Jean Borella, Du non-être et du Séraphin de l'âme

Dr. R. Van Ex, De la Médecine traditionnelle amérindienne

***

Martin Lings, Seyyid Hüseyin Nasr gibi yazarlar eserlerinde Leo Schaya ile ilişki kurmaktadır. M. Lings'in On Birinci Saat kitabından bir pasaj:

"Yeni Ahid'de söylendiği şekilde Elijah veya Elias'ın (Hz. İlyâs) işlevine ilişkin bir makalede, Leo Schaya, 'babalar' ile 'oğullar' arasındaki ilişkinin, kişiden kişiye aktarılan dini öğretiyi yani 'geleneği' belirlediğine işaret ediyor ve ekliyor:

'Babaların kalbi' geleneğin özü, merkezi ve batıni yönü, manevi ve evrensel nüvesidir. O aynı zamanda kendisinden türeyen doktrinler, usuller ve tesirlerdir de. 'Çocukların kalbi' veya inananlar, bunların manevi kabulleridir (receptivity); kendilerine 'babaları' tarafından bağışlanmış batıni kabülleri (acceptance) ve algılamalarıdır (reception). İbranicede bu kabul ve algılama, İlyas'ın görünmez lider olduğu şeklindeki manevi geleneğe tamı tamamına tekabül eden Kabbala kelimesiyle ifade edilir. İlyas, bu aşağı aleme yalnızca ahir zamana doğru değil, göğe kaldırıldığından beridir her devirde iner; zira geleneğin kendi içinde ihya edilmesi gerekmektedir."*

(*) "The Eliatic Function", Studies in Comparative Religion, 1979, s. 15.
___________________________________
Eserleri:

La doctrine soufique de l'Unité (Sufi Tevhid Öğretisi, İnsan, çev. Mahmut Kanık, 2017)
L'homme et l'Absolu selon la Kabbale (Kabala'ya göre İnsan ve Mutlak)
Naissance à l'esprit
La création en Dieu

La doctrine soufique de l'Unité (Sufi Tevhid Öğretisi)

Allah'ın isimleri, Mutlak, Peygamber, Birlik ve sufi terminolojisine ait çeşitli kavramların metafiziğini yapan bu eser Schaya'nın ilk çalışmalarındandır. Kitap, ele aldığı konularda kelimelerin arkeolojisini yaparak işe başlar ve derinlere doğru ilerler. Schaya'nın zahir ve batından iki yönle ilerlediği bu eseri, üzerinde düşünülerek okunmayı gerektiriyor. 

Schuon bu eserinde; Frithjof Schuon, Titus Burckhardt, Michel Valsan, René Guénon gibi isimlerle alaka kurmaktadır.

La Création en Dieu: à la lumière du judaïsme, du christianisme et de l'Islam

"La Création en Dieu", Leo Schaya'nın vefatından (ö. 1985) önceki son çalışmasıdır. 

Schaya’nın üç bölümden oluşan bu çalışması Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâm kaynaklarına dayanarak Yaratılışçılık temelli bir tema izliyor. Birinci bölümde İbrahimi dinlerde yaratılışçılığın veçheleri, Hıristiyan mistisizmi, Müslüman ezoterizmi, Ortaçağ Yahudiliğinde zahirilik ve felsefe, Skolastik yaratılışçılık; ikinci bölümde Evrensel nedensellik, yaratılışın sırrı, İncil’in ilk bölümlerine giriş, insanın yaratılışı, yedinci gün, altı günde yaratılışın hermenötik yorumu; üçüncü bölümdeyse Adem'in düşüşü, Tanrı'ya dönüş, manevi fetih, Apokalips gibi meseleler ele alınıyor. İncil, (Kabala gibi) Yahudi din geleneği kaynakları, Muhyiddin ibn Arabi, İbn Ataullah el İskenderi gibi İslam düşüncesinde başat rol oynamış isimlere yapılan atıflarla ve diğer sufi unsurlarıyla sıradışı bir eser olan "La Création en Dieu"; Dinler tarihi, Karşılaştırmalı ilahiyat ve felsefe çalışmalarında önemli bir kaynak olabileceği hasebiyle de ilgiye mazhar bir yönü içinde barındırıyor. Çok zengin kaynaklarla harmanlanmış bu eserin mana aleminde bir ses bulabilmesi adına Türkçeye kazandırılması hiç şüphesiz yerinde olacaktır.

24 Haziran 2019

İsveç'te Metafizik Yapmak — Ivan Agueli

Paul Klee, Ad marginem (detail), 1930. Courtesy Kunstmuseum Basel Bequest of Richard Doetsch-Benziger, Basel 1960 © Paul Klee. Photo: Kunstmuseum Basel, Martin P. Bühler Ivan Aguéli, Afrikanskt landskap (detail), ca 1914 
© Ivan Aguéli. Photo: Moderna Museet



René Guénon'un müslüman olup Şazeli tarikatine girmesine vesile olan İsveçli ressam Stockholm'a 129 km. uzaklıktaki Sala adlı küçük bir şehirde 24 Mayıs 1969'da doğdu. 1889 yılında resim yapmaya başladı. Resimleri İsveçli büyük ressamlar tarafından beğenildi. Bunun üzerine 1890'da Paris'e gidip Emile Bernard'ın atölyesinde çalışmaya başladı. Bu sırada Teosofi Cemiyeti'ne (Société Théosophique) girdi. "Anarşizm" mensuplarıyla yakından münasebetlerde bulundu. 1892'de teozof, şair ve sosyalist Marie Huot adlı bir kadınla dost oldu. Polis tarafından aranan bir "anarşizm" mensubunu evinde barındırdığı için tutuklandı ve aylarca hapiste kaldı. Hapishanede Arapça, İbranice ve Maleyza dilini öğrendi. Dil öğrenmeye fevkalade bir istidadı vardı. Hapisten çıkınca 1894-1895 yıllarında Mısır'a gitti. Peyzaj resimleri ve insan başı krokileri yaptı. 1895'te Paris'e döndü. Şark dilleri ve medeniyetlerini incelemeye başladı. Écoles des langues orientales'de (Şark Dilleri Okulu) klasik Arapça, halk Arapçası ve Hintçe tahsil etti. École pratique des Hautes Études'de Sanskritçe öğrendi.

Şark Dilleri Okulu'ndaki Arapça hocası, derslerinde meşhur sufi şairlerden İbn Farız'ın (ö. 1235) tasavvufi kasidelerini şerh eden Derenbourg, ressam Agueli'nin İslam'ı ve İslam tasavvufunu tanımasında ister istemez yardımcı oldu. 1897 yılında müslüman oldu. 1898 yılında Budizm'e alaka duymaya başladı. Hindistan'a giderek orada 9 ay kadar kaldı ve tekrar Paris'e geldi. 1902'de Revue Blanche adlı dergide "İslam hakkında notlar" başlıklı bir yazı dizisine başladı, fakat tamamlayamadı.

1901 yılında Enrico Insabato adlı genç bir İtalyan doktorla tanıştı. İkisi de doğuyu ve batıyı fikren birbirine yakınlaştırma düşüncesindeydiler. İkisi birlikte 1902'de Mısır'a gittiler. Arapça-İtalyanca Il Commercio Italiano ve Il Convito adlı iki gazetede İslam tasavvufundan İtalyanca tercümeler ve birçok makale yayımladı. 1907 yıllarında Mısır'da Ezher ulemasından Maliki fakihi ve Şazeli tarikati şeyhi Abdurrahman İliş el-Kebir ile tanıştı. Ona intisap ederek Abdülhadi adını aldı. Şeyhi onu kendisine mukaddem (halife) tayin etti. Mısır'da daha başka kimselerle ve Senusiyye tarikatının üçüncü postnişini Şeyh Ahmed Şerif b. Muhammed es-Senusi (ö. 1933) ile de tanıştı. Bu şeyh kendisine İtalyanlarla münasebetini kesmesi tavsiyesinde bulundu.

1909'da tekrar Paris'e döndü. Kulakları çok ağır işitmeye başlamıştı. 1910 yılı sonlarında René Guénon'la tanıştı. O sırada R. Guénon La gnose (İrfan) dergisini idare ediyordu. Bu dergide 1910-1912 yılları arasında Abdülhadi'nin İslam tasavvufundan tercümeleri ve makaleleri yayımlandı. Tahminen 1911-1912 yıllarında Guénon müslüman oldu ve Abdülhadi vasıtasıyla Abdurrahman İliş el-Kebir'e (ö. 1930) intisap ederek Şazeli tarikatine girdi.

Abdülhadi 1913-1914 yıllarında tekrar Mısır'a gitti. 1915 yılı içinde İngilizler, ne olduğu bilinmeyen sebeplerden dolayı onu Mısır'dan kovdular. Oradan İspanya'ya gitti. Artık kulakları hiç işitmiyordu. Orada resimle meşgul oldu, tablolar yaptı. Barselona yakınlarında 1 Ekim 1917 tarihinde lokomotif altında kalarak vefat etti.

Yaptığı bütün tabloları İsveç'e annesine gönderildi. Bunlar Stockholm Milli Müzesi ve Gottenbourg Müzesi'nde sergilenmektedir. Abdülhadi ressam olarak imzasında Ivan Agueli adını kullanıyordu. İsveç'te modern resim sanatının önde gelen isimlerinden biri olarak tanınmaktadır.  

Hayvanlara karşı aşırı derecede bir sevgisi vardı. Bu sevgi ona, Güney Fransa'daki bir boğa güreşinde matadora tabancayla ateş açmasına sebep olmuştu. Paris'te Ermeniler'in Türkler aleyhinde tertiplediği bir gösteriye, üstünde bir cellabe ve fesle dinleyici olarak katılmıştı. "Hakikat adına söz istiyorum" diyen, fakat konuşmasına mani olunan, sonradan bir Türk doktoru olduğunu öğrendiği bir kimsenin galeyana gelmiş topluluk tarafından tartaklanıp dövülmesine engel olmak istediği için dövülmüştü. Çok iyi derecede Arapça bildiğini, "Arapça öğrenmeden önce dünyanın en aptal insanı olduğumu şimdi anlıyorum" dediğini biyografisini yazanlar söylemektedirler.

1907 yılından itibaren Avrupa'da İslam tasavvufu ve İbn Arabi mütehassısı olarak tanınmıştır. Batıda İslam tasavvufuna intisap edenler arasında ilk sırada kendisinden söz edilen bir kimsedir. Mutasavvıf ve mütefekkir René Guénon onun vasıtasıyla müslüman olup Şazeli tarikatine girdiği için, entelektüel seviyede İslam tasavvufunun ve İbn Arabi ekolünün batıda tanınmasında mühim bir rol oynadığı anlaşılmaktadır. Hakkında İsveç dilinde şu iki eser yayımlanmıştır: Axel Gauffin, Ivan Aguéli, Stockholm, 1940; Torbjörn Safve, Ivan Aguéli: en Roman om Frihet, Stockholm, 1976.

Ivan Aguéli & Paul Klee: 

https://www.modernamuseet.se/stockholm/en/exhibitions/klee-agueli/biografi-ivan-agueli/

____________________________________

Mustafa Tahralı, Çağ ve Hakikat: René Guénon'dan Seçme Makaleler ve Yorumlar içinde
s. 75-77, Kubbealtı, 2018.


2 Mart 2019

Ahmed Amiş Efendi — Sözler

Necmeddin Okyay

Mana kadimdir. Kimsenin olmaz.

***
Erce mi konuşalım, oyuncakça mı?
Erce akılca, oyuncakça hakikatçe.

***
İnsanların çoğu mabud-i mevhuma tapar.

***
Analar Allah'ın rahim sıfatına, babalar da rezzak sıfatına mazhar olurlar.

***
Allah senin için ahirette odun kömür yakmaz.

***
Helvaya şeker konulacak zamanı helvacı bilir.

***
Fatih, İstanbul'un Medine'sidir.

***
Gam gam üstüne, gam gam üstüne veririz. 
Gelene sevinmeyinceye, gidene yerinmeyinceye kadar.

***
Biz bir evi temelinden tepesine kadar değiştiririz, kiremiti kımıldamaz.

***
Biz köpek tabiatlıyız, kuçu kuçu derler geliriz, hoşt derler gideriz.

***
Gör geç, belle geç, durma geç...

***
Âdeti bozmayın, âlemi günahkar etmeyin.

***
Biz, "Tebbet Yedâ" suresini hatim tamam olsun diye okuruz.

***
Osmanlı'dan sözünü, ariften gözünü, evliyaullahtan özünü saklayamazsın.

***
Mehmet Efendi: 
Bir gün huzurda iken gönlümden "fakirde keşfi keramet olsa" diye geçirdim.
"Ulan keşif, meşif ne yapacaksın? Sen bana bak, ben sana bakayım, bu sana yetmez mi?"
buyurdular.

***
Yaptığınız kabahati kimseye söylemeyin. Hüküm giyer, çünkü şahit oluyor.

***
Her alınan kitabın üç defa okunmak hakkı vardır.

***
Yokuşu severim, inişi sevmem.

***
Çok Kuran okuyan bunamaz.

***
Huzurda teveccüh olmaz.

***
Kalp safası, beden hafifliği iste.

***
Beni bu türbenin türbedârı zannederler, oysa biz bütün bu âlemin türbedârıyız. 

***
Taşta hayati ilahi olmasaydı Musa'nın elbiselerini alıp kaçar mıydı?

***
Bazı insanların gözü, bazılarının sözü, bazılarının da özü değer. 
Özü değenler evliyaullahtır.

***
O, bu hep O derler. O, bu hep bu imiş.
Bunu anlayınca üç sene gökyüzüne bakamadım.

***
Zat görünür bilinmez, sıfat bilinir görünmez.

***
İyi bir iş yaparsan vücud giyer, o senin hadimin olur. O bir melaikedir.
Fena bir iş yaparsan o vücud giyer. O senin zebanindir.

***
Yapmakla yapmamakta muhayyer bırakıldığımız bir şeyde yapmamayı tercih ediniz.

***
Bakkal dükkanında duruyordum. Bir meczub bana "Ahmed" diyerek elime bir metelik koydu.
"Sıkı tut" dedi. Hayatımda bu cihetle parasız kalmadım.

***
Aşağı başa bağlıdır. Bütün kötülükler yukarıdan gelir.

***
Ne kadar terakki edersen et, üstünde yine fahamet (ululuk) vardır.

______________________

Ahmed Amiş Efendi, Seçil Ofset
18. Baskı, Ekim 2015.

9 Kasım 2018

Rene Guenon Üzerine Söyleşi


Söyleşinin yayınlanmasında gösterdiği alaka ve incelikten ötürü Profesör Mustafa Tahralı Hocama teşekkür ediyorum.


Bu söyleşi, Hareket Dergisi, sayı: 20-22, Ekim-Aralık 1980'de İsmail Kara tarafından yayınlanmıştır.

Mustafa Tahralı, Çağ ve Hakikat: René Guénon'dan Seçme Makaleler ve Yorumlar, s. 79-94, Kubbealtı, 2018.

İsmail Kara: Rene Guenon'u (Abdülvahid Yahya) ne zaman tanıdınız? İlk okuduğunuzda eserleri sizde nasıl bir tesir bıraktı?

Mustafa Tahralı: Nisan 1967-Haziran 1973 tarihleri arasında Paris'te doktora talebesi olarak bulundum. Prof. Muhammed Hamidullah verdiği konferansların birinde -zannedersem 1967 senesinin Kasım ayında- Batı ülkelerinde İslamiyet ve müslümanlardan bahsetmişti. Avrupa'da ilk mühim şahsiyet olarak Rene Guenon'un ismini verdi: "Eserleri her ne kadar doğrudan doğruya İslam'ı mevzu olarak işlemiyorsa da, Avrupa'nın entelektüel müslümanları onun eserleri ve fikri şahsiyeti etrafında toplanmış, tasavvuf yoluyla müslüman olmuşlardır ve hemen hemen hepsi Muhyiddin ibn Arabi'nin tasavvuf mektebine dayanmaktadırlar" mealinde müşahede ve tespitlerini belirtmişti.

Bu tarihten sonra Guenon'un eserlerini aramaya koyuldum. İlk okuduğum eserleri de Modern Dünyanın Bunalımı, Doğu ve Batı ve Doğu Metafiziği adlı kitapları oldu. Aynı tarihlerde R. Guenon'u ve eserlerini tanımakta önüme ayrı bir imkan daha çıkmıştı. Şark Dilleri Okulu'nda (École des langues orientales) Arapça derslerini takip ederken Mustafa (Michel) Valsan'ın oğlu ile tanıştım. Müslüman olan bu arkadaşımın babasının, Guenon'un eserleriyle İslam'a yönelmiş, müslüman olmuş ve çalışmalarını Muhyiddin ibn Arabi'nin eserlerinden tercümelere teksif etmiş olduğunu da sonradan öğrenmiştim.

Böylece Guenon ve eserini hem kitaplarını okuyarak, hem de onun müslüman takipçileriyle konuşarak daha yakından tanımak imkanını bulmuştum. Bu tanışma daha sonraki yıllarda daha da genişledi. Müslüman Fransız arkadaşlarımla okuduklarım üzerinde konuşuyor ve Guenon'un kullandığı bazı Fransızca terimleri İslami ıstılahlar içinde değerlendirmeye çalışıyordum.

Okuduğum ilk eserleri Batı'nın tenkidiyle alakalı olduğu için bende cezbedici ve sürükleyici bir tesir bıraktı. Daha Türkiye'de iken, pek belirgin olmamakla beraber, Doğu ve Batı, hususen Müslüman-Türk medeniyeti ile modern Batı medeniyeti mukayesesi hakkında, yaptığım İmam-Hatip ve ilahiyat tahsili dolayısıyla ve Muhterem Samiha Ayverdi'nin eserlerinden edindiğim nüve halinde bazı fikirler ve zihnimde bazı sualler mevcuttu. Guenon'dan okuduğum ilk kitaplar bu fikirlerimi genişletirken bazı suallerimin de cevabını veriyordu. Ama Guenon'a has terimleri, zihnimde bir türlü sarahate kavuşturamıyordum. Tasavvufi bir mevzuda doktora tezim üzerinde çalışmaya başlayınca bu terimleri de yavaş yavaş çözmek mümkün oldu. Guenonien'lerle (Guenon'un fikri takipçileri) yaptığım görüşme ve konuşmalar da bu anlayışı büyük ölçüde kolaylaştırdı. Zira onların İslam tasavvufuyla yakın alakaları, bu mevzuda çalışmaları ve tercümeleri vardı.

Guenon'u az çok tanıdıktan sonra "niçin Türkiye'de tanınmıyor?" diye -zira 1921 senesinden beri birçok eseri neşredilmişti- pek çok hayıflanmıştım. Sonradan öğrendim ki rahmetli Prof. Hilmi Ziya Ülken, rahmetli Prof. Hamdi Ragıb Atademir -ki kendisiyle Paris'te bizzat görüştüğümde Guenon ve eserinden bahsetmiştik- gibi bazı kimseler Guenon'un eserini tanımışlardı. Türk Tarihinde Osmanlı Asırları ve Kölelikten Efendiliğe adlı kitaplarında Samiha Ayverdi Hanımefendi Guenon'u ismen zikrediyor ve Doğu ve Batı kitabından bir pasajı naklediyordu. Belki daha başka kimseler de onu biliyorlardı. Ancak eserleri tercüme edilmediği için, bu müslüman Fransız mutasavvıf ve mütefekkir, Türk okuyucular ve münevverler tarafından bilinmiyordu. Gerçi Tercüman gazetesi fıkra yazarlarından Ergun Göze Bey on seneden beri Guenon hakkında birkaç hususi fıkra yazmış, zaman zaman yazılarında onun ismini ve fikirlerini zikretmiştir. Fakat Fransızca bilen ilim ve fikir adamlarımızdan alaka gösterip peşine düşen olmuş mudur bilmiyorum.

İ. Kara: Guenon'un düşüncesinde esas olan "Doğu" ve "Batı" kavramlarından ne anlaşılmak lazım gelir? Bu kavramların karşıtlığı esasen neye dayanıyor?

M. Tahralı: Guenon'da, "Doğu" ve "Batı" şeklinde birbirine zıt ve muhalif iki mefhum onun bütün tenkit eserlerinde sık sık yer alır. Ancak bu zıtlık bir coğrafya veya iklim zıtlığı değil, iki cemiyet arasındaki ruh ve zihniyet muhalefetidir. Modern Dünyanın Buhranı'nda Guenon bunu açıkça ifade eder. Eğer Batı dünyasında Ortaçağ'daki gibi bir medeniyet mevcut olmaya devam etseydi Doğu ile modern Batı arasında bugün bir muhalefet olmayacaktı. Bu, bir zihniyet ve ruh muhalefetidir. Daha sonraki devirlerde Batı süratle değişmiş, nizamı ve esasları altüst olmuştur. Doğu böyle bir köklü değişmeye maruz kalmamıştır. Batı'da XIV. asırdan beri devam eden bu ruh ve zihniyet (mentalité) değişikliği onu beşeriyetin tamamına nisbetle "anormal" yani gayrı tabii bir hale getirmiştir. Batı'daki bu büyük değişiklik Guenon'un Tradition (din, an'ane) dediği şeyden kopmakla, ayrılmakla başlamış, günümüze kadar artarak gelmiştir. Doğu ise beşeriyetin ilk devirlerinden beri devam eden an'anevi (traditionnel) ruha sadık kalmıştır. Doğu ile Batı arasındaki zıtlık ve muhalefet temelde bundan ileri gelmektedir.

İ. Kara: Guenon'un düşüncesi bazı temel ıstılahlara dayanarak yükseliyor. Mesela gelenek (an'ane), entelektüalizm, metafizik, zihnilik, akıl, bilgi gibi. Bunları açıklar mısınız, an'aneden başlayarak...

M. Tahralı: Önce Guenon'un tradition'dan ne anladığını belirtmek gerekmektedir. Bugün bu terimi gerek Türkçede gerekse Arapçada tam olarak karşılamak oldukça güçtür. Eğer iki-üç asır önce tercüme etınek mümkün olsaydı, sadece "din" kelimesiyle karşılamak belki doğru olabilirdi. Ama bugün, bu kelimeyi bazen din, bazen de, dinle çok yakın mana alakası içinde olduğunu kabul ederek, an'ane kelimesiyle tercüme etınek her halde isabetli olacak ve mefhum daha iyi anlaşılacaktır. Guenon bütün traditionları beşerüstü ve tek kaynaktan neş'et etmiş olarak kabul etmektedir. Bu da ilahi kaynaktır. Vahiyle tesis edilmiş ve zaman içinde keşif ve ilhamla, yani yine ilahi kaynaktan gelen işaretlerle işlenmiş ve bir medeniyetin kurulmasıyla çeşitli sahalardaki tezahürlerini göstermiştir. Bu tarife en uygun kelime ve ıstılah ise müslümanlarda dindir. Ancak müşkül hemen halledilmiş olmuyor. Zira Batı dillerindeki religion kelimesinin karşılığı da Türkçe'mizde dindir. Guenon'un terimleriyle İslamiyet hem tradition hem de religiondur, daha, doğrusu dini (religieux) karakterli bir traditiondur. Şu halde meseleyi biraz daha açmak gerekiyor:

Guenon Batı'nın anlayışına göre religionu şu şekilde tarif etmektedir: En geniş manasıyla religion itikad, ibadet ve morali içine alan bir mefhumdur. Hatta bazen bu üç unsur bile bütün genişlik ve derinliğiyle ele alınmamakta, üzerinde durulmamaktadır. Bazı modem ilim ve düşünce sahipleri bu üç unsuru daha da azaltmaktadır. Şöyle de söyleyebiliriz: Batı'da religion yani din asli manasını ve unsurlarının çoğunu kaybederek, tamamiyetini ve mükemmeliyetini kaybederek günümüze kadar gelmiştir. Batı'nın religionları yani Hıristiyanlık ve Yahudilikle Doğu'nun İslam, Hinduizm ve Taoizm'i karşılaştırılınca bunların hepsini religion kelimesiyle tavsif etmek mümkün olmamaktadır. Zira aralarında bir hayli farklılık göze çarpmakta ve bir muadelet bulunmamaktadır.

Gerçi Türkiye'de de religion (din) anlayışı batılılaşmamızın ve felsefe, sosyoloji, psikoloji ve dinler tarihi gibi Batı'dan nakledilen ilim ve düşüncelerin tesiriyle, Batı'dakiyle aşağı yukarı aynileştirilmeye çalışılmış, farkına varılmadan aynı anlayış içine girilmiş, iki anlayış arasındaki farklılık ve muadeletsizlik pek hissedilmemiş, ancak Hıristiyanlık ve İslamiyetin mukayesesi bahsinde meseleye az çok temas edilmiştir.

Din deyince bugün bizim de aklımıza itikad, ibadet ve moral gelir olmuştur. (Ahlak kelimesiyle tercüme edilen bu kelime de günümüzde bir hayli mana kaybetmiştir. Oysa İslamdaki ahlak mefhumu modern moral ile karşılaştırılır ve yakından incelenirse farklar ve muadeletsizlikler hemen göze çarpacaktır). Halbuki tarihte İslam dini, ilahi bir vahiy eseri olan Kuran-ı Kerim ve Resulullah'ın sünnetinden hareketle teessüs eden tasavvuf, hukuk, tıp, astronomi, kozmoloji, siyaset, sanat vb. gibi fikri ve içtimai birçok sahayı içine alan, yani hayatın her safhasıyla alakalı ilahi, beşerüstü bir kanundur, sistemdir. Demek olur ki din yalnız inanmak, belli birkaç ibadet ve ahlaki birkaç davranıştan ibaret değildir. Bunlar dinin en dar ve her ferdi alakadar eden temel unsurlardır. Ancak her çeşit ilmin, sanatın ve beşeri faaliyetin geçmişte din (tradition) içinde mütalaa edildiği de dikkat edilirse hemen fark edilecektir. Mesela askeri, iktisadi, ticari ve ilmi hayat dine doğrudan bağlı ve ondan aldığı prensipler üzerine kurulmuştur. Bugün İslam dünyasında dini bu genişlik ve derinlik içinde geçmişte olduğu  gibi idrak etmek gayretleri vardır. İşte din hayatın her safhasıyla alakalı olarak kabul edilecek olursa, buna Guenon Batı dillerinde tradition demektedir. Religion ise itikad, ibadet ve bazı davranışlan içine alan, çok dar manada bir "din" ifade etmektedir. Ayrıca şuna da işaret etmek lazımdır ki religion kelimesi Batı dillerinde "ilahilik" ve "kudsilik" vasfını hemen hemen kaybetmiş gibidir. Mesela kolaylıkla la religion marxiste (Marksist din), une religion philosophique (felsefi bir din), la religion protestante (Protestanlık dini) gibi kullanışlar mevcuttur. Bu çeşit ifadelerden anlaşılmaktadır ki, din herhangi bir insanın meydana getirdiği bir sistem gibi düşünülmektedir. Hele Protestanlık dini gibi bir ifade dikkat çekicidir. Bizim Hıristiyanlık içinde bir mezhep olarak bildiğimiz Protestanlık'ın "din" gibi düşünülmesi de mananın ne kadar daraltıldığını  gösterir. Bu vesile ile şuna da işaret edelim ki Guenon Protestanlığı Katoliklik içinde sahih, "sünni" (orthodoxe) bir mezhep olarak kabul etmez. Hıristiyan dininden (tradition chrétienne) sapmış, an'anevi (traditionnel) hiçbir esası ve temeli olmayan dini (religieux) bir cereyandır. Katoliklik ise Batı'da Hıristiyan dinini (tradition) temsil eden yegane müessesedir. Ancak o da Ortaçağ'daki tamamiyetini büyük ölçüde kaybetmiştir.

Netice olarak şunu söyleyebiliriz ki "religion" kelimesinin asırlar içinde manasındaki kudsiyeti ve tamamiyeti kaybedişi de hakiki din yani en geniş, en tam manasıyla din mefhumu ifade etmek için Guenon'u "tradition" kelimesini seçmeye götürmüştür. Yukarıdan beri söylediklerimizi göz önünde tutarak Guenon'u okurken "tradition" kelimesini en geniş ve derin manasıyla din olarak anlamak, yerine göre de din veya an'ane diye tercüme etmek isabetli olacaktır. An'ane kelimesi yerine "gelenek" denilmemelidir. Bizzat Guenon "tradition" kelimesinin batı dillerinde örf, adet, gelenek manasında kullanılmasını tenkit etmektedir. Tradition beşerüstüdür, ilahidir. Türkçemizde de "gelenek" hiçbir "kudsi" ve "manevi" mana ifade etmemektedir. Bir "gelenek" dindışı olabileceği gibi dine zıt da olabilir. ''An'ane" kelimesi bugün pek az kullanıldığı ve kök olarak yapılışı ''tradition"u andırdığı için tercümelerimizde gereken yerlerde bu kelimeyi seçtik. Ayrıca "an'ane" kelimesi hadis ilminde kullanılan bir ıstılahla alakalı olduğu için manasında az da olsa "dini'' bir taraf vardır. Şu halde "tradition" yerine göre, ister "din" kelimesiyle, ister "an'ane" kelimesiyle tercüme edilsin, daima kudsi ve manevi bir mana ifade ettiği göz önünde bulundurulmalıdır. Guenon'a göre "tradition"dan anladığımızı bir tarifle ifade edecek olursak: "Tradition" bir vahy etrafında örgüleşen ve zaman içinde ilham ve keşif yoluyla canlılığı muhafaza edilen veya zayıfladığında canlandırılan, ferdi ve içtimai hayatın her safhasıyla ilgili, beşerüstü ve beşer aklını aşan bir manzumedir.

İ. Kara: Intellectualité kelimesi üzerinde de duracak mısınız?

M. Tahralı: Intellectualité kelimesi Guenon'u anlamak için temel terimlerden biridir. Bunu açıklamamız için önce şu hususlara temas etmemiz gerekmektedir. Guenon'a göre Rönesans ve Reform'dan bu yana Batı düşüncesi ve sanatı sadece rationeldir (akli). Halbuki an'anevi cemiyetlerde düşünce ve sanat intellectueldir: yani akla (raison) değil akılüstü bir melekeye (intelligence) dayanmaktadır ki buna İslam kültüründe kalb, gönül denilmektedir. Kalbin bilgi elde etmekte yolu ise ilham ve keşiftir. Menşei ilahi olan bu ilham ve keşif ise, yine menşei ilahi olan vahiy veya sünnete dayanmakta, onlardan hareket etmekte ve bu ikisinin etrafında örgüleşmektedir. Anlaşılacağı üzere böyle bir açıklama tasavvufidir. Zaten Guenon meseleleri bir mutasavvıf olarak ele almaktadır. Şu halde akıl (raison) beşeri bir meleke olup ancak fizik alemle alakalıdır. Intelligence (kalb) ise manevi alemle alakalı olup manevi bilgileri idrake istidatlı bir melekedir. Nitekim iman da dil ile ikrar kalb ile tasdikten ibarettir. Bizde ki akl-ı meaş (raison) ve akl-ı mead (intelligence) ıstılahları ile bu iki kelime arasındaki farkı belirtmek mümkün olabilir, sanıyorum. Akl-ı meaş içinde yaşadığımız alemi idrak ederken akl-ı mead ruhun dönüş yeri olan manevi alemle alakalı ve onu idrak edicidir. Rönesans ve Reform'dan sonra aklın (raison) gerçeği ve hakikati idrak için tek meleke olarak kabul edilmesi ve bütün fikir ve sanat cereyanlarının, din (religion) içinde bile, yalnızca akıl (raison) melekesini veya akıl-altı duyguları kullanması Guenon'a Şark medeniyetinin Garba üstün tarafının intellectualité yani "irfan" olduğunu söylemiştir. Üstelik ona göre, Batı insanı artık intelligence (kalp, gönül, akl-ı mead) dediği melekeyi kullanamaz hale gelmiş ve hatta insanda böyle bir melekenin var olduğunu bile bilmez bir duruma düşmüştür.

Şu halde intelligence kelimesini "zeka" ile değil, metnin inıkan verdiği yerlerde kalb veya akl-ı mead kelimeleriyle tercüme etmeli ve daima akıldan (raison) üstün bir meleke olduğu hatırda tutulmalıdır. Intelligence vasıtasıyla elde edilen bilgi ve bilgi birikimine intellectualité denilecek olursa, bunu Türkçede "zihnilik" ile değil "irfan" kelimesi ile ifade etmek daha isabetli olacaktır. Hakiki ve tam manasıyla intellectuel ise, Guenon'a göre, "irfan"a (intellectualité) veya daha yüksek bir mana ile "marifet"e (connaissance) yani "Hak" ve "hakikat" bilgisine ulaşmış kimsedir ki bunlar muhtelif derecelerde de olsa "arif" diye adlandırabilir. Bu demek olur ki intellectuel, içinde bulunduğu veya müntesip olduğu traditionun (din) esas ve prensiplerini tefekkür, sanat ve ilmine merkez ve mihrak kılarak, aklen ve kalben cehalet karanlığından kurtulmuş kimsedir. Yoksa okuyup-yazan veya dünyevi ve maddi şeyleri bilen kimse değil. Guenon'un "élite intellectuel" dediği ise intellectueller yani "arif"ler veya "münevver"ler arasında seçkin bir zümredir ki İslam tasavvufunda "havas" ve "havassü'l-havas" adıyla anılırlar. Ancak "arif" kelimesi bizde ıstılah olarak çok hususi bir manada kullanıldığı için "intellectuel" kelimesini, "arif" kelimesine çok yakın manada olduğunu hatırda tutarak, "münevver" yani Cenab-ı Hakk'ın "Nur" isminden feyizlenmiş ve böylece cehalet karanlığından kurtulmuş kimse manasında anlamak uygun olacaktır. "Aydın" kelimesi ise hiçbir manevi mana hatırlatmayan yeni bir kelime olduğu için Guenon'un dilindeki intellectuelin karşılığı olamaz kanaatindeyiz.

Intuition terimini "sezgi" ile tercüme etmek mümkün olmakla beraber, bununla Guenon'un kastettiği mana kendisinin intuition intellectuelle tabirinde belirttiği "kalbi sezgi"dir. His ve akılla alakalı değildir. Bunu tasavvuftaki "keşf" kelimesiyle karşılamak daha isabetli olacaktır. Kalb hakikatleri keşf veya ilham yoluyla idrak ettiğine göre aklın ve hissin bunda bir dahli yoktur. Guenon bu manada kullandığı intuition intellectuelin Bergson'daki intuitiondan (sezgi) tamamen başka olduğunu söylemektedir. Zira Bergson'un "sezgi"si yalnız hisse, duyulara dayanmaktadır. Gerçi Bergson memleketimizde akla (raison) karşı zekayı (intelligence) koyarak "sezgi" yoluyla gerçeğin bilinebileceğini söyleyen ve rasyonalizme darbe vuran bir filozof gibi anlaşılmış ise de, Guenon onu rasyonalizme karşı hissi sezgiyi çıkaran, böylece akılcılığa darbe vurmak şöyle dursun, akıl altına düşen, adeta içgüdüleri ön plana çıkaran rasyonalistlerden daha aşağı seviyede bir filozof olarak görmektedir. Halbuki intuition intelectuelle (kalbi sezgi veya keşf) aklı (raison) aşar, aklın ötesindedir ve hakikatle doğrudan doğruya münasebet imkanına sahiptir.

İ. Kara: Eserlerinden anlaşıldığı kadarıyla Guenon metafizik konusunda da bazı farklı fikirlere sahip gözüküyor?

M. Tahralı: Metafizikin kelime manasının "tabiat ötesi" demek olduğunu belirterek R. Guenon bu terimi fizikötesi alem, yani manevi alem, ilahi prensiplerle meşgul olan ilim ve tefekkür diye kabul etmektedir. Ona göre metafizikte insanın kullandığı meleke akıl (raison) değil, kalptir, yani intelligencetır. Mevzusu da fizik alem ötesinde ilahi prensipler, hikmetler, ve marifettir. Bu ilim ise, İslam dünyasında Muhyiddin ibn Arabi ve emsalinin eserlerindeki, mesela Fususu'l-Hikem'deki üslup ve ifade ile işlenen tasavvuftur. İşte bu manada Guenon metafiziğin (hikmet, tasavvuf) felsefeye (yani hikmet sevgisine) üstün olduğunu belirtmekte, yalnız aklı (raison) kullanan modem batı felsefesinde ise ne hikmet ne de sevgisinin artık kalmadığını söylemektedir. Onun için "Doğu metafiziği"nin benzeri modern batıda yoktur ve "mistisizm" tasavvuf demek değildir. Oryantalistler Şark metafiziğinin bir görünüşüne yanlış olarak "mistisizm" adını vermişlerdir. Oysa "mistisizm" sadece Batıya has bir şeydir. Aynı oryantalistler Şarkın tasavvufi düşüncesinin bir görünüşüne de "felsefe" adını vererek başka bir hata daha işlemişlerdir. Çin ve Hind'de felsefe. yok, metafizik yani tasavvuf vardır; İslam dünyasında ise hem tasavvuf ve hem de Yunan felsefesine dayanan felsefe vardır.

Ayrıca esoterisme ve exoterisme (batın ve zahir) terimleri de Guenon'un eserlerinde sık sık rastlanan ve iyi anlaşılması gereken kelimelerdir. Bunlar tasavvuftaki manasıyla ele alınırsa anlaşılmalarında bir güçlük olmayacaktır. Ancak metin içinde, tercüme esnasında zorlukların ortaya çıkacağı da pek tabiidir. Bu terimleri birkaç misal ile açıklayalım: L'esoterisme musulman, "İslam tasavvufu", Les doctrines esoteriques, "tasavvufi doktrinler" diye tercüme edilebilir. Ama umumiyetle esoterisme ve esoterique kelimelerini "batın, batıni, deruni, iç mana" gibi kelimelerin tasavvufi manası göz önünde tutularak anlamak icap etmektedir. Şunu bilhassa belirtmek lazımdır ki Guenon "esoterisme" kelimesiyle İslam dünyasındaki "Batıniyye"yi ve onların anlayışını kastetmemiştir. Exoterisme ve exoterique kelimeleri de yine tasavvuftaki manaile "dinin zahiri, şeriat, zahir" ve "zahiri, şeri, dış mana" gibi kelimelerle karşılanabilir.

Initiation ve initiatique kelimeleri esoterisme ile yakından alakalıdır. Çünkü her türlü "deruni bilgi" ye (connaissance esoterique) bir "initiation" yoluyla adım atılabilir. Türkçede bunu bir kelime ile ifade edebilmek oldukça zordur. Bununla kastedilen tasavvufta tarikatiara giriş için mürşid ile mürid arasında yapılan muameledir. Bu manada kelimeyi "intisap" ve "süluk" ile tercüme edebiliriz. Bir şeyhe "intisab"ı olan mürid "esoterisme"e yani "manevi, batıni, deruni, kalbi bilgi" sahasına girmiş olur. Bu kimseye "silik" (initié) denilir. Eğer Türkçede "intisap" kelimesiyle sadece müridin şeyhe intisabı anlaşılsaydı "initiation"u bununla karşılamak mümkün olurdu. Fakat Guenon bu kelimeyi tasavvuftan başka yerlerde de, ama aynı muameleyi ve münasebeti kastederek kullanmaktadır. Bu nokta daima göz önünde tutulmalıdır. Initiatique kelimesini de "intisabi'' kelimesiyle yukarıda açıkladığımız manada karşılamak mümkünse de, bugünkü dilde kolayca kullanmamız oldukça zordur. Her halükarda bu iki kelimede tasavvuftaki "intisap", "biat" ve "süluk", manalarının olduğu, şeyh ile mürid arasındaki manevi münasebet ve muameleleri hatırlatması gerektiği ve "tasavvuf yoluna giriş" kastedildiği unutulmamalıdır.

Bu temel terimlerden başka daha hususi terimler vardır ki, tasavvuf terimlerini tanıyanlar bazılarını kolayca Türkçe kelimelerle karşılayabilirler. Gerçi bizzat Guenon bazı terimierin karşılığını Arapçalarıyla vermiştir. Ancak bütün eserleri incelendikten sonra bir liste yapmak mümkün olur. Burada birkaç hususi terime daha temas etmekle iktifa edeceğiz:

Guenon'da pantheisme "vahdet-i vücud" demek değildir. Panteizm batının rasyonalist felsefeleri içinde yeri olan bir felsefi: görüş olup oryantalistler yarılış olarak bu kelime ile vahdet-i vücudu karşılamışlardır. Doğu metafiziğinde yani Çin, Hind ve İslam tasavvufunda panteizm yoktur, vahdet-i vücud vardır, Bunu da "identite suprême" ve "unicité de l'existence" terimleriyle karşılamaktadır. "Le pôle" veya ''l'axe" tasavvuftaki "kutb"un karşılığıdır. Bu ve benzeri bazı terimleri Guenon ve takipçilerinden yaptığımız tercüme makalelerde metin içinde veya dipnotta göstermiştik. (Bkz. Kubbealtı Akademi Mecmuası, Yıl: 1979, sayı: 2, s. 31; Yıl: 1979, sayı: 4, s. 47; Yıl: 1980, sayı: 2, s. 58)

İ. Kara: Siz tasavvuf tarihi üzerinde çalışıyorsunuz. Tarihi açıdan Guenon'da gördüğümüz
tasavvuf ne gibi özellikler taşıyor, nasıl bir gelişim gösteriyor?

M. Tahralı: Guenon 23-24 yaşlarında müslüman olmuş, birkaç makalesi müstesna bütün makale ve kitaplarını bu tarihten sonra yazmıştır. Bununla beraber eserlerinde İslam tasavvufu terimleri ve doğrudan doğruya islami mevzulara pek az tesadüf edilir. Buna mukabil İslam'ın bariz vasfı "tevhid" ve İslam tasavvufundaki "şeriat-hakikat" veya "zahir-batın" gibi temel mefhumlar eserlerinde aşikar olarak göze çarpar. Dinlerin hepsi İslam'a göre "tevhid" esası üzerine bina edilmiştir. İşte bu, Guenon'un eserlerinin de özü ve özden ve ana fikirden hareket etmiş ve bugün yaşayan veya tarihin derinliklerine gömülmüş her dinde (tradition) bu fikri işlemiş ve göstermiştir. Eserinin en "orijinal" yönlerinden biri budur denilebilir. Gerçi her müslüman itikad olarak dinlerin tevhid esası üzerine bina edildiğine inanır, ama asırlar boyunca üstü örtülen, unutulan, tahrif edilen dinlerde bu hakikati görebilmek, gösterebilmek ve "tevhid"i kaybedenleri "tevhid"e davet edebilmek herkese nasip olmuş değildir. Şunu da hatırlamak yerinde olacaktır ki İslam süfileri her zaman aynı vazifenin gönüllü mücahidleri olmuşlardır.

Guenon eserlerinde daha çok Hind tasavvufunun ıstılahlarını kullanmıştır. Bunu bilerek yapmıştır. Çünkü "tevhid birdir", "hakikat birdir". Şu halde insanlara bunu "anladıkları veya daha iyi anlayabilecekleri bir dille" ve "akılları miktarınca söylemek" gerekmektedir Hindu terimleriyle "hakikat" i anlatmak, Batı'nın o günkü şartları içinde İslami terimlerle anlatmaktan daha faydalı ve verimli olacaktı. Zira Hıristiyan Avrupa ile İslam alemi asırlardan beri daimi bir kavga içindeydi. Batı İslam'dan hem korkmakta, hem de XIX. asırdan beri hakimiyeti altına aldığı müslüman topluluklarını ve medeniyetini hor ve hakir görmekte idi. "Tevhid"i ve "hakikat"i Batılıları ürkütmeyecek ve aralarında husumet ve nefret bulunmayan bir "din" (tradition) ve medeniyetin terimleriyle anlatmak peşin hükümlülere karşı ilk zafer olacaktı. Sonra İngiltere ve Fransa'da Hinduizm hakkında bir hayli çalışma ve efkar-ı umumiye vardı. Bu nisbeten hazır zemin üzerinde hem oryantalistlerin anlayamadıklarını anlatmak, hem de böylece, daha geniş bir okuyucu kitlesine hitap edebilmek mümkün olacaktı. Ayrıca, mademki "dinlerin esası olan tevhid" ve "değişmeyen tek hakikat" anlatılacaktı, öyleyse işe İslam gibi en son "din"den değil, bilinen ve halen yaşayan en eskilerden başlamak daha münasip olmayacak mıydı? Böylece Guenon "Hindu doktrinleri"ni anlatırken yeri geldikçe Taoizm, Eski Mısır dini, Zerdüştlük, Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslamiyete temas edecek, bilhassa Batı Yahudiliği ve Hıristiyanlığının, unuttuğu veya tahrif edilmiş hakikatlere işaret edecekti. Nitekim eserlerinde böyle bir üslup, dikkat edildiğinde göze çarpacaktır.

İ. Kara: Bu konuyu biraz daha açar mısınız?

M. Tahralı: Tabii. Tasavvuf bakımından Guenon'un eseri hakkında bir söz söylemek için önce şunu hatırlamak gerekir. İslam mutasavvıfları tasavvufu "dinin özü, esas cevheri" olarak takdim etmişlerdir. Şu halde İslam'ın özünü yani tasavvufunu, diğer dinlerin tasavvufuyla karşılaştırmak, benzerlikleri, paralellikleri bulmak, ifade veya şekil farklılıklarını göstermek şeklinde görünen Guenon'un eseri, umumi olarak "din"ler ve medeniyetler açısından ehemmiyetli olduğu gibi, tasavvuf bakımından da hususi ve mühim bir yer işgal etmektedir. Böylece onun eserleriyle geniş ölçüde Hind tasavvufu, daha mahdut ölçüde diğer "din"lerdeki tasavvuf hakkında sağlam bir görüş ve bilgi edinmek mümkün olmaktadır. Şu nokta da bilhassa belirtilmelidir ki, Guenon bugün Batı Hıristiyanlığında "mistisizm" denilen şeyin "tasavvuf" olmadığını, Rönesans ve Reform'dan günümüze kadar Batı Hıristiyanlığı'nda tam manasıyla bir "tasavvuf"un ve "mutasavvıf"ın bulunmadığını söylemekte, Şark tasavvuflarını Batıya "mistisizm" adıyla tanıtmaya çalışmanın yanlış olacağını ısrarla belirtmektedir. Çağdaş Batı'da, ne filozofların arasında, ne de dini muhitlerde "tasavvuf"un muadili vardır. Çağdaş Batı, Doğuya nisbetle mukayese edilemeyecek derecede bu sahada fakirdir. Doğu, bu sebepten yani hala yaşayan bir "intellectualite"ye yani "irfan"a, "maneviyat"a sahip olmak bakımından Batıdan üstündür. Gerçekte Batı, Ortaçağ'da bile, benzerine sahip olmakla beraber yine de "irfan" bakımından Doğu seviyesinde.olamamış, ancak bugünkü kadar da yoksul ve "gönlü" boş kalmamıştır.

Guenon bir yönüyle bizim medeniyetimizdeki Gazzali ile karşılaştırılabilir: Gazzali nasıl el-Munkızu mine'd-dalal isimli eseriyle tasavvufun dindeki yerini ve ehemmiyetini göstermiş ve İhyau ulumi'd-din adlı eseriyle "din" ilimlerinin "ihya"sına gayret etmişse, Guenon da bir yandan bütün "din"lerde (tradition) tasavvufun yerini tesbit etmiş, bir yandan da yine bütün "din"lerde "ilim"lerin ve "sanat"ların "ihya"sına kapı açmış, temel atmıştır. Gazzali bunu yalnız müslüman muhit içinde yaparken, Guenon Batı ve batılılaşmış zümreler içinde yapmış; Gazzali "sünni'' İslamiyeti ve tasavvufu ortaya koyarken, Guenonda "traditions orthodoxes"u yani dinlerdeki sahih doktrinleri, başka bir ifadeyle "hakiki din"in ne olduğunu, hakiki tasavvufu (métaphysique véritable) anlatmıştır. Ancak, Gazzali'nin eserlerinde tasavvuf az bir yer işgal ederken Guenon'un eseri bütünüyle "tasavvufi''dir. Bu yönüyle ise, Muhyiddin ibn Arabi'ye benzetilebilir. Zaten Guenon Şazeli tarikatına mensup bir mutasavvıf olup düşünce ve ifadelerinde İbn Arabi'yi yakından takip etmektedir. Onun için Guenon'un (Abdülvahid Yahya) fikirlerini İbn Arabi mektebi içinde değerlendirmek isabetli olur. Nitekim Guenon'u takip eden (Guenonien) Avrupalı müslümanların İslam tasavvufundan yaptıkları tercümeler, ya İbn Arabi'nin eserleri ya da bu mektebe mensup süfilerin eserleridir.

İ. Kara: Bugün Fransa'da ve diğer Batı ülkelerinde "Guenonien" diye adlandırılan bir grubun varlığından söz ediliyor. Bunları tanıyor musunuz?

M. Tahralı: Bunlardan yalnız biriyle, Paris'te, Şark Dilleri Okulu'nda tanıdığım oğlu vasıtasıyla tanıştım ve birkaç kere görüştüm: Mustafa (Michel) Valsan. Kendisi Şazeli tarikatında halife-şeyhti. Eserleri Muhyiddin ibn Arabi hazretlerinden, Abdurrezzak Kaşani ve Sadreddin Konevi'den yaptığı tercümelerdir. Bunlar 1949-1974 seneleri arsında Revue des Études traditionnelles isimli mecmuada neşredilmiştir. Bu mecmuanın Ocak 1975 sayısında bütün tercüme ve makalelerinin tam bir listesi vardır. İslam'ı itikad, ibadet, ahlak ve tefekkürüyle bizzat yakından yaşadıklarını müşahede ettiğim bu zat ve talebeleri Fransa'da İslamiyet ve İslam tasavvufu denilince akla ilk gelecek isimlerden biridir. 25 Kasım 1974'de vefat etmiştir.

Titus Burckhardt (İbrahim İzzeddin): İbn Arabi'nin Fususu'l-Hikem'ini La Sagesse des Prophètes (Albin Michel, Paris, 1955) adıyla, Abdülkerim Cili'nin el-İnsanü'l-Kamil adlı eserini muhtasar olarak De I'Homme Universel (Lyon, 1953) adıyla Fransızcaya tercüme etmiştir. Diğer eserleri şunlardır: Introduction aux doctrines esoteriques de l'Islam (İslam Tasavvufuna Giriş, Lyon, 1955), Principes et methodes de l'art sacré (Mukaddes Sanatın Prensip ve Metodları, Lyon, 1958), Clé spirituelle de l'Astrologie musulmane d'apres Mohyiddin İbn Arabi (İbn Arabi'ye göre İlm-i Nücümun Manevi Anahtarı, Milano, 1974) ve Alchimie (Eski Kimya İlmi) (Thoth-Bale, 1974).

Frithjof Schuon (İsa Nureddin): Birçok eseri vardır ve bunların İngilizce, Almanca, İtalyanca baskıları da yapılmıştır. De l'Unité transcendante des religions (Dinlerin Müteal Birliği Hakkında, Gallimard-Paris, 1948), Comprendre l'Islam (İslam'ı Anlamak, Gallimard-Paris, 1961), L'Oeil du coeur (Kalb Gözü, Gallimard-Paris, 1950), Logique at transcendance (Editions traditionelles, Paris, 1970) vb. Bir Şazeli şeyhi olan bu zatın Guenonien'ler arasında hususi bir mevkii halifeleri ve talebeleri vardır.

Martin Lings (Ebubekir Siraceddin): İngilizdir ve eserlerini İngilizce yazmıştır. Bazıları Fransızcaya tercüme edilmiştir. Un Saint musulman du vingtième siècle (Yirminci Asırda Bir Müslüman Veli, Paris, 1967).

Leo Schaya: Bir eserini biliyorum. La Doctrine soufique de l'unité (İslam Tasavvufunda Tevhid Doktrini, Adrien Maisonneuve, Paris, 1962).

Yukarıda zikrettiğim isimlerden başka Guenonien müslümanların olduğunu ve eserleri bulunduğunu duydum, fakat tanımıyorum. Ayrıca diğer dinlere ve Hıristiyanlığa mensup Guenonienler vardır. Bunlar da gerek kendi dinlerinde, gerekse çeşitli ilim ve sanat dallarında Guenon'un fikirleri ışığında eserler yazmaktadırlar. Bunlardan bazılan Etudes traditionnelles mecmuasının yazarları arasındadır. Yakın zamandan beri de şarkiyat araştırmaları yapanlar arasında Guenon'un eseri tesirini göstermeye başlamıştır. Katolik kilisesi ve vazifelileri ise Guenon'un eserine baştan beri gösterdikleri tepkiyi yumuşatmaya başlamışlardır. Batı'da Guenon'un fikirlerine katılanların sayısı gün geçtikçe artmakta, eserleri yeniden basılmakta, makaleleri kitap haline getirilmektedir. Belki yakın bir gelecekte arkadaşları ve bazı okuyucularıa yazdığı mektuplar da neşredilecektir. Hakkında benim görebildiğim biri Arapça, diğerleri Fransızca olmak üzere 5-6 eser yazılmıştır.

Guenon'un eserinin bizim gibi az veya çok "batılılaşmış" bir toplumun insanlarına söyleyeceği çok şey vardır. Osmanlı medeniyeti veya daha umumi söylersek İslam medeniyeti, çok dar bir muhitin haricinde, artık hemen hemen anlaşılmaz olmuştur. Guenon'un eserinin, bir yandan modem batıyı bize tanıtmakta, bir yandan da kendi "an'ane"mizi, bunun fikir, ilim ve sanat mahsullerini anlamamızda çok faydalı olacağı kanaatindeyim.

İ. Kara: Guenon'un mühim eserlerinden de bahseder misiniz?

M. Tahralı: Türk okuyucu ve "münevver"lerinin öncelikle istifade edeceği eserleri şunlardır: Introduction générale à l'etude des doctrines hindouesOrient et OcddentLa Crise du monde moderne, Le Règne de la quantité et les signes des tempsSymboles fondamentaux de la science sacrée, La Métaphysique OrientaleL'Erreur Spirite.

İ. Kara: Bu yıl [1980] Guenon'dan dilimize tercüme edilerek Yeryüzü Yayınları arasında çıkan Modern Dünyanın Bunalımı ve Doğu ve Batı isimli eserleri nasıl buldunuz?

M. Tahralı: Henüz tam olarak inceleyemedim. Yalnız ikincisi birincisinden daha itinalı yapılmış. Şu muhakkak ki titizlik gösterilmeyen bir dille Guenon tercüme edilemez.

Benzer Okumalar: 

René Guénon, Doğu Metafiziği

Mahmud Erol Kılıç, René Guénon Üzerine

3 Mayıs 2018

Fransa Milli Kütüphanesi'ndeki Türkçe Eserler


Fransa Milli Kütüphanesi'nde Yer Alan Türkçe Eserler 

Catalogue des manuscrits turcs, Bibliothèque Nationale de France (BNF)

Türer Osman, Bibliothèque Nationale'de Bulunan Tasavvufla İlgili Türkçe Yazma Eserler, Atatürk Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı: 8, Erzurum, 1988, s. 183-211.

Blochet Edgard, Catalogue des manuscrits turcs, Paris, Bibliothèque nationale, 1932-1933. 2 vol. (Numérisés et disponibles dans Gallica, notices versées dans BnF Archives et manuscrits)

Blochet Edgard, Catalogue de la collection de manuscrits orientaux, arabes, persans et turcs, formée par M. Charles Schefer, Paris, E. Leroux, 1900.








26 Kasım 2017

Semih Kaplanoğlu — Buğday



Yaşlı bir derviş evime gelip benimle görüşmek istedi. Uzun süre konuştuk. Konuştukça normal hayattaki tüm dürtülerden farklı bir deneyim yaşamaya başladım. Derviş gittiğinde bu deneyim yok oldu. Böylece neyi aradığımı anlamıştım...

Bilmek, hiçbir düşünce olmadan sen ve bilmek istediğin şey arasında doğrudan gerçekleşir ve kendini olduğun gibi görürsün, olmak istediğin gibi değil.

Meetings with Remarkable Men


Aslından uzaklaşan her canlı, uzaklaşması ölçüsünde aslına dair bilgisini kaybeder. 

Fütûhat-ı Mekkiyye, İbn Arabî

— 

Mûsâ süreyi tamamlayıp ailesiyle yola çıkınca, Tûr tarafında bir ateş görmüş ve ailesine, "Siz burada kalın, ben bir ateş gördüm, (oraya gidiyorum). Umarım oradan size bir haber ya da ısınmanız için ateşten bir kor getiririm" dedi. Mûsâ, ateşin yanına gelince o mübarek yerdeki vadinin sağ tarafındaki ağaçtan şöyle seslenildi: "Ey Mûsâ! Şüphesiz ben, evet, ben âlemlerin Rabbi olan Allah'ım."

Kasas, 29-30.

— 

Ateşin yanına varınca, ona şöyle seslenildi: "Ey Mûsâ!". "Şüphe yok ki, ben senin Rabbinim. Hemen ayakkabılarını çıkar. Çünkü sen mukaddes vadi Tuvâ'dasın."

Tâhâ, 11-12.

Genç bir keşif erinin hikâyesinin anlatıldığı Ivan'ın Çocukluğu'nda (1962) revizyonist savaş alegorisiyle Tarkovski rüya ve gerçekliğin ayrımını muştular. Yönetmenin ilk dönem çalışmalarından olan film, daha sonraki Nostalghia ve Stalker gibi yapımlarda düş, rüya ve gerçeklik ayrımının zorlaştığı kompozisyonlardan sıyrılır. Düşsel tekstlerin ele alındığı bu yıllarda Fransız bilim-kurgu sinemasının başat yönetmenlerinden olan Chris Marker'ın La Jetée'sindeki (1962) tasarı ve arzu ampirik bilgiyle destekleniyor, böylelikle Truffaut ve Godard'dan bu veçhesiyle farklı bir mevzi kazanıyordu. Guy Debord, Critique de la Séparation'da (Ayrışmanın Eleştirisi) şöyle der:

Unutulamayanlar rüyalarda yeniden ortaya çıkar. Böyle bir rüyanın sonunda, yarı uykuluyken, olaylar kısa bir süre daha gerçek sanılır. Sonra verdikleri tepkiler belirginleşmeye başlar, daha açık, daha makul; pek çok sabah olduğu gibi... Sonra da tamamen yanlış olduğunun farkına varılır. "Sadece rüyaydı." denir, yeni gerçekliklerin aldatıcı olduğu ve onlara dönülemeyeceği anlaşılır. Hiçbir şeye tutunamazsınız. Bu rüyalar, azmedilememiş geçmişin parlamalarıdır; karmaşa ve şüphe içinde yaşanmış zamanları aydınlatan parlamalar, gerçekleştirilmemiş gereksinimlerimizin körelmiş bir ifşasıdırlar.

Kaplanoğlu'nun yeryüzündeki bozulmuş yaşamda tohumların sürdürülebilirliği çevresinde mayalanan satır başından iki insanın yolculuğuna doğru sürüklenen teması, belirsiz-zaman ya da zamanlar-üstü (métahistorique) diyebileceğimiz bir âlemde şimdide/anda konumlanır. Yönetmenin, tartışmalar koparılan distopik/apokaliptik söylemlerin ötesinde yer aldığı belirtilebilir. Filmde tohum merkezli arayışlarla distopik diskura açık kapı bırakılsa da Buğday'da ideal bir düzen kaygısı bulunmamakta, bilakis insan-merkezli bir seyir baskın olmaktadır. Özellikle Angelopoulos'taki uzak-çekim formlar, Béla Tarr'daki siyah-beyazlık ile nötrleştirilen karakterler, diyalog azlığı Kaplanoğlu'nda hayal/rüyanın güçlü yorumu ve mekanlar-ötesinin kendine çeken gizemleriyle bezenir. Karakter şimdidedir ve bu şimdi sonsuzdur.

Sen her göz açıp kapamada ölüyor, diriliyorsun. Mustafa "Dünya bir andan ibarettir." buyurdu.

Bizim fikrimiz havada bir oktur. Havada nasıl durur? Allah'a gelir. Her nefeste dünya yenilenir. Fakat biz, dünyayı öylece durur gördüğümüzden bu yenilenmeden haberdar değiliz. 

Ömür su gibi yeniden yeniye akıp gider. Fakat cesette bir daimilik gösterir. 

Elinde hızlı hızlı oynattığın ucu ateşli bir sopa nasıl upuzun ve tek bir ateş hattı gibi görünürse ömür de pek çabuk akıp geçtiğinden daimi bir şekilde görünür.

Ateşli çöpü sallasan ateş gözüne upuzun görünür. Bu ömür uzunluğu da Allah'ın tez tez halk etmesindendir. 

Mesnevi, I. 1142–1148.

Metafizik

Buğday'ın grameri ontoloji ve epistemolojiden neşv ü nema bulur. Bilgiyi ve manayı ekoloji tradisyonundan hareketle inceler. Buğdayın ortasındaki çizgi zâhir ile bâtın, madde ile mana gibidir, esasında Bir'dir: Tevhid'in remzi olur. El-insanu remzu'l-vücud. Tevhid'e gitmek içinse bu yolda nefes gerekir, nefes içinse tabiiyet. İbn Arabî, mana görünmek için suret ister, der. Görünmezi Görünür hâle getirmek, Görünmezin temsil meselesi sadece insan muhayyilesinin bereketiyle üstesinden gelinebilecek bir durumdur. Bu geçişleri yaparken Hayalin Gerçekte deformasyona uğraması riski vardır. Yönetmenin manayı zihnimizdeki dekora yerleştirirken kullandığı etkileyici hareketleri, onun irfanla olan ilişkisini de gün yüzüne çıkarmaktadır esasında. Zira, bilgi insanın ontolojisiyle doğru orantılıdır. 

Cenin: Elestü bi Rabbikum

"Cenin, lugavî olarak –örten şey– anlamındadır. Aslen, Arapçada kökünün bir özelliği olarak "cennet, cinnet, mecnun, cin" kelimeleri de hep bir şeyin örtülmesi anlamına bürünerek çekime (tasrif) uğramıştır. –Cennet–, üzeri yeşilliklerle örtülü toprak; –Cinnet– aklın örtülmesi; –Mecnun– aklı örtülen kimse; –Cin–, insana örtük olan varlık anlamlarına gelmektedir. Hasılı, cenin anne karnı tarafından örtülen şey demektir. İnsanın, ruha ve bilince baskı yapan melankolik deneyimler sırasında cenini ve ceninin ikame ettiği emniyeti ve sükûnu talep etmesi, dolaylı olarak bu –örtünme– ihtiyacı ile ilgili olmaktadır." (Stalker Üzerine Bir Diyalog, Haziran 2015) Cenin, büzülme korunmaya dair anılarımızın işaretçisidir. Anne karnındayken muhafaza edilen cenin, saf doğumuyla birlikte dünyayı teşrif eder. Bazı sufi çevreleri bebeğin dünyaya gelişiyle ağlamasını bâtınen dünyanın çirkin kokusuyla ilişkilendirir. Stalker'da da regresif bir modellemeyle gördüğümüz cenin hâli, saf doğuşu figüre ederken Buğday'daki tarla ve topraktaki insanın cenin hâli, onun tekrardan doğumuna saf doğumunu işaret eder ve yaşarken unuttuğu şeyi bulmaya çalışır, elestteki hitabına adım atmaya gayret eder.

Mikrokozmos, Makrokozmos 

Her şeyi aynadaki silik görüntü gibi görüyoruz. 

1. Korintliler, 13: 12

İnsanı büyütünce bir âlem ortaya çıkar. İhvan-ı Safa'da da yer yer görülebileceği üzere madenler, nebatat ve hayvanat geçilince insan gözükür. İnsan bu âlemde bir noktadır, çeşitli unsurlar ve nüveler bulunur fıtratında. İnsan, tabiattaki bir varlığı deforme ettiğinde aslında kendini de deforme eder. Buğday'da toprak, ateş, su ve hava unsurlarından hassaten toprak ve suya daha çok vurgu yer almaktadır. Tohum uzmanı profesör Erol ile Cemil'in ölü topraklardaki "yolculuğu" kendini bulmaya doğru bir inisiyasyona (seyr u süluk) dönüşür. Erol inisiye olurken çiğnenmeyi ve ezilmeyi göze almıştır: tıpkı toprak gibi. Yavuz Turgul'un Gölge Oyunu'ndaki gibi hayal mi gerçek mi, düş mü yakaza mı sorularının ortasında, ayak bastıkları ölü toprakla zıt olan bir canlı (El-Hayy) ve diri kurtuluş sahası iç aydınlanmasını daha da derinleştirmektedir Erol'un. 

Mûsâ'nın annesine, "Onu emzir, başına bir şey gelmesinden korktuğun zaman onu denize (Nil'e) bırak, korkma, üzülme. Çünkü biz onu sana döndüreceğiz ve onu peygamberlerden kılacağız" diye ilham ettik.

Kasas, 7.

Frithjof Schuon'un tabiat üzerine düşünce pratiklerinde bir aslılık/arketip söz konusudur. Tabiat bizim aslımız, meskenimiz ve Tanrı'nın en açık bildirisidir. Buğday'ın tabiatı zıtlık ile kaimdir. Karakterler toprak ile hercümerç olurlar. Yönetmen, onları bir usta gibi incelikle işler, görüntüleri tabiatın çehresinde öyle flulaştırır ki hayal ile gerçek arasında keskin ayrımı yapmak neredeyse imkansızlaşır. Semih Kaplanoğlu'nun Bir Merkez'e Sahip Olmak çatısı altında merkez sembolizmi lineerden ziyade daireseldir ve bu merkezde dikey bir dini sembolizm yer alır. Pseudo-maneviyat görmeyiz burada. Merkezinden kopan şey, merkezine dönme arzusu taşır. Nacer Khemir'in Çöl Üçlemesi'ndeki Bab'Aziz'de seyrek küfesiyle kumları süpüren derviş gibi canla süpürülür cananın kapısı. 

"Hakikatin izinde" ile sinemasını lirik motiflere dönüştüren yönetmenin dikey olarak yol katettiği, âlem-i şehadetten âlem-i gayba doğru perdeleri bir bir arşınlamayı saf niyetine dönüştürdüğü, sinematografik dokunuşlarıyla da ilgiyi hak ettiği açıktır. Kaplanoğlu sinemasının dönüm noktası olan Buğday, Türk sinemasının içinde hayal, düş ve sinema, yaratıcı muhayyile ile seçkin bir kimlik kazanmış ve çıtayı daha da yukarı taşımıştır.

14 Kasım 2017

İbn Arabi Sözlüğü

Bakış açısı genişledikçe kelime daralır. Nifferî
Maurice Gloton'un Fransızcaya çevirdiği İbn Arabî'nin 
Tercümanü'l-Eşvak (Arzuların Tercümanı) adlı kitabında yer alan sözlük çalışmasıdır.

Sözlükte yer alan Arapça transkripsiyonları ve Fransızca karşılıklarını taratıp pdf ortamında düzenledim. Tasavvuf terminolojisinin Batı dillerinde (Fransızca özelinde) hangi kavramlarla karşılanmaya çalışıldığını incelemek adına, bu alanda araştırma yapanlara ve ilgili olanlara bu yayının faydalı olmasını diliyorum.
İbn Arabî, L'interprète des désirs
Présentation et traduction de Maurice Gloton içinde
(Avant-propos de Pierre Lory)

Les Éditions Albin Michel
Paris

                                          Not: Fransızcada Ç harfi (C Cédille), "s" sesini verir.

Benzer okumalar:


3 Eylül 2017

Charles-Andre Gilis — Bayram Namazı





Charles-André Gilis [Abdürrezzak Yahya]

Fransızcadan çeviren: Ali Hasar

Çalışmamızın hareket noktası, Ramazan (iydü'l-fıtr) ve Kurban Bayramı (iydü'l-adha) namazlarında imamlara Kâf Sûresi'nin okunmasının neden tavsiye edildiğini öğrenme üzerinedir. İmam Râzi'nin şerhi zâhirî bir örnektir: bayram "zînet günü" (yevmu'z-zînet), "mesrur ve vakur" olanı değil, "hakir ve zelil" olanı görmek icap eder. Dolayısıyla, insanların kabirlerinden çıkarılıp amellerinden hesaba çekileceği günün yaklaştığını, –Hesap Günü–nü hatırlatmak hiç şüphesiz yerinde olacaktır. Kâf Suresi 11. ayette: kezalikel huruc –işte çıkış da böyledir ve 42. ayette: zâlike yevmel huruci –işte bu 'kabirlerden' çıkış günüdür– şeklinde izah edilen Huruc kelimesi –sözlük anlamıyla: çıkış– "(öldükten sonra) diriliş" anlamındadır: İşte (dirilip kabirlerden) çıkış da böyledir; İşte bu (kabirlerden) çıkış günüdür. Bunlara binaen, "Bu (hesap için) bir toplamadır, bize göre kolaydır." şeklindeki 44. ayet de hesap için ahir bir toplayışı ima eder. Mezkur bahis, İbn Arabî'nin namazın faziletiyle ünsiyet kurduğu "bayram günü"nün bâtınî bir yorumu değildir:

O gün yeme, içme, cima gibi geçici heva ve hevesin caiz olduğu yevmu'z-zînet'tir.[1] Bundan dolayı o gün hacı olmayanların da seyr u sülûk muhafazası için güne namazla başlamaları[2] ve Allah'a niyazda bulunmaları gerekir.[3] Esasen, saliki ihya eden sabah namazı diğer vakit namazlarıyla benzerdir: tam bir teslimiyet niyeti taşır. Namaz kılınırken dalgın da olunsa niyet bu gafleti telâfi eder, zira tesiri namazın bütününe yayılır. Keza bayram günü sahih namaz için de geçerlidir; fazileti tüm günü, diğer namazları da kapsar. O gün insanın yaptığı ameller, –sevinci, neşesi–, haram ve mekruh olmayan her şey ona (bayram namazından sonra ...) bahşedilir. Bu cihet hasebiyle, bu namaz salatu'l-iyd, rücu namazı olarak da adlandırılır. Saliğin işlediği müstehap ameller niyetinin ihlâsı sayesinde namazı boyunca okuduğu dua mukabilinde –gafletlerine rağmen– ona "geri döner." O gün oruç caiz değildir.[4] Namaz vaktinin bütünlüğünü kutsileştiren tekbir, farz orucun niyetine benzer. Nasıl ki (bayram günü) orucun tutulmaması kadim bir ölçüyse Ramazan orucu da farz ve kadimdir. Bugünde, farz ameller tadil-i erkânı andırırken, mübah olanlarsa namaz eda edilirkenki süneni hatırlatır. Böylelikle kul iki bayramda ve tüm amellerinde zikir hâlinde olmayı terk etmez. Rücu denmesi sadece bundandır; bizim yolumuzdan olmayıp aşkı tatmayanların zikrettiği rücu değildir bu. O her yıl geri gelir: keza her gün beş vakit namaz da, ne var ki onlara salatü'l-iyd denilmemektedir. Süregelen bir kanaat –isterse bir şeyden sıklıkla bahsediyor olsun– hiçbir zaman kendini benimsetmez. Bu namazın geçmişte bu şekilde adlandırıldığı da rivayet edilir; zira bayram günü "letafet" günüdür. [...]

_________________________

[1] Eyyam-ı Teşrik ile ilgili hadisle ilişkindir. Kurban Bayramı'nın 2. 3. ve 4. günlerine Eyyam-ı Teşrik denir. Bu 3 günü Hacılar Minâ'da geçirir. Bkz. La Doctrine initiatique du Pèlerinage, s. 278-279. 

[2] Şeyhü'l-Ekber İbn Arabî'nin Kurban Bayramı'na dair zikrettiği bir husus. Ramazan Bayramı için de aynı durum geçerlidir. 

[3] Namaza ilişkin bir tanımlama. 

[4] Aslında, oruç Allah'a ait bir ibadettir.

27 Ağustos 2017

Rene Guenon — Fethi Gemuhluoğlu'nun oğlu Ali Gemuhluoğlu'na Mektubu

Vücûd'un temel mertebelerine işaret eden bir detay.


[...] Guénon, René Guénon çok önemli bir müslümandır. Derviş olmuş ve velî olmuştur. Fransa'da bildiğim kadar Korsika ve Bask özgürlük hareketleri, Normandiya'nın problemleri gibi Guénoncu Fransız aydınları da Fransa'yı çok rahatsız etmektedir. Guénon tercümesi herhalde çok güç olmalıdır. Tasavvufu iyi bilmek gerek, İslâm'ı iyi bilmek, tarikatları bilhassa Şâzeliyye'yi iyi bilmek gerekir. Ben Batı'yı, Almanya'da bir müddet kaldığım halde biliyor sayılmam. Batı dillerini de bilmediğim için utanıyorum. Sen bana bir şey almak istiyorsan kendine kitap, lûgat, ansiklopedi, plâk al. Bu aldıkların bana alınmış sayılır. Son devirde bir Hıristiyan mistiği Blondel ve bir büyük müslüman Guénon iki büyük Fransızdır bildiğimce. Tarih, coğrafya, siyasal durum ve etnik gruplanmanları ihtiva eden ansiklopedi ara. Bir ömür ihtiyacın olacaktır.

[...] Mistik insanlar özgürdür Ali. Yalnız onlar özgürdür. Bu konuyu düşünmeye çalış. Artık arkadaş olacağımız günler geldi. ben yaşlandım. İyi okumuş bir insan da değilim. Sana, Siz'e yetişemem. Ama sizinle iftihar etmeme, sizin için şükretmeme, hamd etmeme kimse mâni olamaz ya.

Ben yaşlandım ve zamanından önce cesedim göçtü. Bu da normaldir. Çok kahırlı yaşadığım için, çok yokuş yukarı tırmandığım için oldu. Şikâyet etmiyorum. Hikâyet ediyorum.

Seni hasret ve muhabbetle öperim oğlum. Kavuşacağım günler yakınlaştı. Kararlı, iradeli, sabırlı olmanı niyaz ederim. Geleceğin cümle aydınlık günleri üzerine, üzerinize doğsun. Hayra karşı gelmen dileği ile Ali'm benim.

Fethi 
_____________________________________


Fethi Gemuhluoğlu'nun oğlu M. Ali Gemuhluoğlu'na mektubu, 10 Eylül 1977 — Dostluk üzerine, Fethi Gemuhluoğlu Kitabı, İz, s. 207-208 

Benzer Okumalar:



Mahmud Erol Kılıç: René Guénon Üzerine...

5 Nisan 2017

Alexandre Popovic — Balkanlar'da Şazeliyye

Çevirinin yayımlanmasında gösterdikleri alakadan ötürü Mahmud Erol Kılıç'a ve Alexandre Popovic'in eşi Nathalie Clayer'e (École des Hautes Études en Sciences Sociales) teşekkürlerimle...


Alexandre Popovic (1931-2014): Yugoslav Balkanbilimci, Türkolog, İslâmbilimci. Belgrad'da doğdu. Yugoslav şarkiyatçılığının öncüsü olarak gördüğü Fehim Bajraktarević'in yanında Doğu dilleri eğitimini sürdürdü. 1954'te Tito Yugoslavyası'nı terk etti. 1957'de INALCO'da (Fransa) Arapça bölümünü bitirdi. Daha sonra, Klasik İslâm alanında, Charles Pellat gözetimi altında "Irak'taki Zenci Ayaklanması (9. Yüzyıl)" konulu tezini tamamladı. CNRS'de (Ulusal Bilimsel Araştırmalar Merkezi) Sosyolog ve Şarkiyatçı Maxime Rodinson'un yanında çalışmaya başladı ve Rodinson'un derslerini izledi. CNRS'den sonra çalışmalarını Balkanbilimi, Türkoloji, Yugoslav şarkiyatçılığı, Slav çalışmaları ve İslâmbilimi'ne yönlendirdi. Balkanlar'daki ve Yugoslavya'daki Müslümanlar, İslâm tarihi ile özel olarak ilgilendi. Romanya, Yugoslavya, Yunanistan, Türkiye, Bulgaristan, Arnavutluk, Avusturya ve Almanya'da kütüphaneleri dolaştı ve arşiv incelemeleri yaptı. Osmanlı dönemi ve Osmanlı-sonrası Balkanlar'daki Sufî hareketleriyle ilgili pek çok çalışmada bulundu.

Ali Hasar

Fransızcadan çeviren:
Ali Hasar

Şâzeliyye, 18. asrın sonlarıyla 19. asrın başlarında Balkanlar'da çok az bir alana yayılmış gibi görünmektedir. Esasında, Osmanlı-öncesi dönemde bilinen yaklaşık bin Şâzelî tekkesinden yalnızca dördünün varlığı bilinmektedir: ilk iki tekke, Bulgaristan'da[1] [Balkan yarımadasının kuzeyinde] Tuna üzerinde, Tutrakan ve Rusçuk şehirlerinde; diğer ikisi de yarımadanın güneybatısında, Arnavutluk sınırında[2], Kosova'nın Yakova şehrinde yer almaktadır. Bu tekkelerin ilk ikisi Türk silsilesindendir [muhtemelen Türkiye'deki Şâzelîler[3] aracılığıyla Türk bölgelerinde kurulan tekkeler] ve –biraz sonra göreceğimiz üzere– haklarında çok az bir bilgimiz bulunmaktadır. Diğer iki tekkeyse Mısır silsilesine aittir; [Mısır'daki Şâzelîler aracılığıyla Arnavut bölgelerinde kurulan tekkeler] 1979-1981 yılları arasında, Kosova Metohiya'da çeşitli seyahatlerim sırasında, henüz yeni çıkmış Arnavutça[4] bir kitap sayesinde bu tekkelerin tarihlerine ilişkin birtakım bilgilere erişebilmiştim.

Balkanlar'daki Şâzelîler

Balkanlar'daki Şâzelîler hakkında sunulan bilgiler çok az ve yetersizdir[5]. Osmanlı Tarihçisi İbrahim Peçevî'yi[6] referans alan Aleksandar Matkovski'ye[7] göre, Şâzeliyye ilk olarak kahvehânelerin açılmasıyla ve kahve tüketimiyle birlikte Makedonya'da yayılmıştır. Bu muhtemeldir, ama Matkovski başka kaynağa atıf yapmadığı için ve Peçevî'nin eseri de ne Makedonya sınırından [Genel olarak Rumeli diye bahsedilmektedir] ne de özellikle Şâzelîler'den bahsettiğinden ötürü bu bölgedeki[8] Şâzeliyye hakkında tam olarak kesin bir şey bilinmemektedir. En azından bendeniz, herhangi bir dönemde, Makedonya sınırları içerisinde, herhangi bir dönemde[9] bu Şâzelî tekkesine işaret eden hiçbir ize rastlamadım. Bu hususta şunu da ifade etmemiz gerekir ki D. S. Margoliouth'in[10] Arabistan'daki Mokha kahvesi ile Şâzelîler arasında ilişki kurması ve C. van Arendonk'un[11] kahve üzerinde makalesinde Etiyopya'ya işaret etmesinin haricinde, ne H. J. Kissling[12] ne de G. Elezovic[13], Şâzeliyye'nin bu yeniliklerdeki muhtemel bir vazifesinden bahsetmektedir. 

Bulgaristan'da Şâzeliyye

1981-1983 yılları[14] arasında bu bölgede birçok araştırma yapan F. De Jong'un makalesiyle de teyit edilebileceği üzere, Kuzeydoğu Bulgaristan'da bulunan iki Şâzelî tekkesi hakkındaki bilgiler oldukça kısıtlıdır. 

Tutrakan — Müstecib Ülküsal[15] ve Ekrem Hakkı Ayverdi'nin[16] daha ziyade mezar taşlarından hareketle söylediklerine göre, Tutrakan Şâzelîleri'nin bir dönem etkin bir biçimde bir tekkeye sahip olmalarının dışında hâlihazırda hiçbir şey bilinmemektedir.

Rusçuk — Rusçuk Tekkesi, 1950'li yıllarda P. Mijatev tarafından kısaca tasvir edilmektedir. Mijatev, tekkenin fotoğrafını da eklemektedir.[17] "Rusçuk Osmanlıları'nın kayıtlarında", diye yazmaktadır Mijatev, "incelemelerimi nihayetlendirmek üzere 1252 [1836] yılında inşa edilen Şâzelî tekkesi hakkında [Fotoğraf, XLI] hasbelkader kelâmım şudur: Hazîrede, tekkenin bânileriyle hayır sahiplerinin kabirleri bulunmaktadır. Üzerlerinde nakışlarla bezenmiş Osmanlıca ve Arapça dinî manzum metinler yazılıdır. Ahşap oyma tavan, motiflerinin çeşitliliğiyle dikkatleri celbetmektedir. Bu tekke şehrin Türk nüfusuna günümüzde hâlâ hizmet vermektedir."

Bendeniz de, 1873-1970 yıllarını kapsayan dönemdeki Rusçuk Şâzelîleri hakkında dikkate şayan başka ayrıntılar bulabildim. Birincisi: 1873 Kasım'ında yerel gazete Tuna'da çıkan ve komşu köyde kendisine ait topraklarını sattığını, ilgilenenlerin Rusçuk Şâzelî Tekkesi'nde kendisiyle görüşüp mezkûr mülkiyetin evraklarını gösterebileceğini beyan eden Şâzelî şeyhi Ali Bey'in küçük bir ilanı...[18] İkincisi: 10 yıl sonra, Sofya Dikkat gazetesinde[19] çıkan ve yine aynı şeyh tarafından gazeteye gönderilen, bölgedeki müslümanların Türkiye'ye tehcirine değinen iki mektup... Burada bir hususu dile getirmek yerinde olacaktır: Şeyh Ali Bey, son savaşta Rus askerlerine teslim olduğundan dolayı "Rus sevdalısı" olarak gösterilmiş, öncesinde de dönemin Osmanlı Valisi Kayserili Ahmed Paşa tarafından kurşuna dizilmek istenmiştir. Daha sonraları, 1897 tarihli bir belgeye göre[20], şehir ihya edildikçe tekkenin kimi kısımlarının tahrip olduğu görülmektedir. Son olarak, F. De Jong'a göreyse, tekke 1970'li yıllarda bir vakitte yıkılmıştır.[21]

Kosova'da Şâzeliyye

1979 Ekim'inden beri kısa süreli birçok araştırma yapabildiğim bu topraklarda, Yakova'daki iki Şâzelî Tekkesi hakkındaki bilgimiz, Türk silsilesiyle kurulan Şâzelî tekkelerinden biraz daha kuvvetlidir. Bu iki tekke Mısır silsilesine aittir, ilki 1796'ya doğru, ikincisiyse 1857'de kurulmuş ve Mısır’da kalmış Arnavutlar tarafından inşa edilmiştir. İlk tekke; Yakova'ya dönmeden [1796'ya doğru ?] ve orada kendi tekkesinin bânisi olmadan önce bir Osmanlı Binbaşısı [Kahire'de Şâzeliyye Afifiyye'ye intisap etmiştir] tarafından; ikincisiyse, Yakova'da, "ilim tahsili" için gittiği Kahire'den dönüşünü müteakip bir müridi tarafından altmış yıl sonra kurulmuştur.

Bu araştırmaların yerinde yapılmasında dostâne emeğini esirgemeyen, Yakova Bektaşî ricâlinden Ahmed Balata Efendi'ye[22]; Yakova Şâzelîleri'nin hâlihazırda şeyhi olan ve âlicenâblığıyla beni huzuruna kabul edip sorularıma uzun uzun cevaplar veren Şeyh Salih Efendi'ye en içten teşekkürlerimi arz ettiğimi burada hatırlatmak bendeniz için üzerime ziyadesiyle latif bir vazifedir. Öte yandan, bölgedeki Şâzelîler konusunda Üsküp Ulemâ Meclisi'nin o dönemde beyan ettiği bilgilere dayanan 1939 tarihli bir arşiv belgesi bulunmaktadır[23]: Bu belgede, Şâzelî Şeyhi Ali Bey'in [Şeyh Salih'in babası] kendisine yöneltilen soruya cevabı yer almaktadır. Bu cevap, ilgi çekici kimi detaylar içermektedir. Bu iki tekke hakkında şimdilik söyleyebileceklerim bu kadardır.

Yakova I: Şeyh Hüseyin Kuli Tekkesi[24]

Yakova'daki ilk Şâzelî tekkesi, Şeyh Kuli tarafından Mulay Yusuf Mahallesi'nde, 31 Aralık Sokağı'nda, 31 numarada, bilinmeyen bir tarihte inşa edilmiştir.[25]

Tekke hakkında bizzat yerinde edinebildiğim bilgiler birbiriyle çelişmektedir. Kahire'den gelen birisinden ya da Mısır'a gidip orada Şâzeliyye'ye intisap eden bu memleketteki birisinden bahsedilmektedir, ama kimi Yakova Sa'di çevrelerine göre de, [bilhassa hâlihazırdaki şeyhi, Şeyh Rüşdi olan Tebdil Tekkesi'ndekiler] Şeyh Ali Mısırlı'dan Şâzelî hilafeti almak için Mısır'a giden Yakova Şâzelî-Sa'dilerinden birinin adı geçmektedir. Kimileri, bütün bunların 1810-1820'lere doğru cereyan edebileceğini söylemektedir, bu hususta önceki tarihlerle birlikte ne derece ihtiyatlı davranmamız gerektiğinin farkındayız. Rexhepagiqi'ye göre, son kitabında; [4. ve 24. notlara bakınız] Şeyh Kuli, Kahire'de binbaşıyken [Ri'fâî ve Sa'di tarikatlarının şeyhi olmasına rağmen] Şâzeliyye'ye intisap ettiğini ve orada –Yakova Sa'dilerinin söylediği gibi– Şeyh Ali'den değil, Şeyh Salih'ten hilafet aldığını yazmaktadır. Ne olursa olsun, Şeyh Kuli Yakova'daki ilk Şâzelî tekkesini inşa etmiş ve bölgedeki Şâzelî cemaatini oluşturmuştur.[26] Tekkenin yapılış tarihiyle ilgili olarak da 18. asrın son on yıllık dilimi gibi bir süre belirtilmektedir. Şeyh Kuli Yakova'ya 55 yaşındayken gelmiş, burada 60 yıl boyunca şeyhlik yapmış ve 1856'da ölmüştür.
Şâzeliyye Silsilesi
Mehmed Nureddin Istanbuli, 1890

Şeyh Kuli'nin ölüm tarihi bilinmemektedir[27], ama halefinin Şeyh Hüseyin olduğu [burada Yakova Şâzelî Tekkesi'nden, aynı isimli şeyh söz konusu değildir, tamamen bir başka kişidir.] genel kanıdır. Şeyh Hüseyin tekkenin son şeyhi olup, 1947-1950'lere doğru ölmüştür. Şeyhliği sırasında tekke meçhul bir sebepten 1930'lara doğru yıkılmıştır, 31 Aralık Sokağı'yla kıyısında başka bir kabrin bulunduğu derenin arasında yer alan altı kabirli türbeyse günümüze kadar ulaşmıştır. Bu türbe ile, –göreceğimiz üzere– tekkenin başına geçen şeyhlerin muhtemel ya da mevcut silsilesine ulaşmak, belirtilen tarihler arasındaki gedikleri kapatmak mümkündür.

Söz konusu türbe gayet sıradan ve debdebesizdir, bakımıysa devam etmektedir. Türbede altı kabir bulunmaktadır: bir çocuk, bir kadın ve dört şeyh [Şeyh Kuli, Şeyh Hüseyin, Şeyh İbrahim, Şeyh Dula]. Şu düşünülebilir: Şeyh Kuli kurucu; halefleri de Şeyh İbrahim ve Şeyh Dula [silsileyi ve tarihleri tam bilmiyoruz] ve de hakkında en çok bilgi sahibi olduğumuz bu tekkenin en son başına geçen ismi Şeyh Hüseyin. Burada şunun altını çizmek gerekir ki bölge sakininin ifadelerinde [Şeyh Kuli'nin doğrudan halefi Şeyh Hüseyin ile –biraz sonra da göreceğimiz üzere– başka bir Şâzelî tekkesinin kurucusu olup Şeyh Kuli'den icazetli olduğu için halefi olarak anlaşılan Şeyh Hüseyin arasında] bir karışıklık bulunmaktadır. 

Türbenin önünde, derenin kenarında bulunan kabrin, ya Arabistan’dan ya da Horasan'dan[28] gelmiş "Baba Arif" adında bir zata, bir Allah dostuna [velî] ait olduğu, bölgede yaygın bir kanıdır. Bu zat, özel bir keramet göstermiştir: Kabrinin olduğu yerde toprağa uzanmış ve nasıl öldüğümü şimdi göreceksiniz diyerek gözlerini kapatmış, sonra da ölmüştür. Bazen geceleri kabrinin üzerinde ışık parıldadığı söylenmektedir. Bu türbe, şifa arayan Müslümanlar dışında Katolikler ve Ortodokslar tarafından da ziyaret edilmektedir. Belgrad Üniversitesi'nden meslektaşım Darko Tanaskovic ile 1985 Eylülü'nde Yakova'yı ziyaretimiz sırasında bu duruma şahit olmuştuk.

Yakova II: Şeyh Salih Tekkesi

Şehrin ikinci tekkesi [yedi kabri, güzel bir türbesi vardır] Asım Vokşi Sokağı'nda 78 numaradadır. Hâlihazırdaki şeyhinin [Şeyh Salih] söylediklerine göre bu tekke 1844'e doğru inşa edilmiş, ama Şeyh Salih'in babası Şeyh Ali tarafından 1939'da elde edilen Üsküp Ulemâ Meclisi belgelerine göre 1862'de hizmete açılmıştır.

Tekkenin kurucusu Şeyh Hüseyin –daha önce de bahsettiğimiz üzere– bilinmeyen bir tarihte başka bir Şâzelî tekkesinden icazet almıştır. Bununla birlikte, başka bir rivayete göre de, tekkenin kuruluşu Şeyh Hüseyin'in ilim için gittiği Kahire'den dönüşünü müteakip gerçekleştiğidir. Şeyh Hüseyin, Şeyh Kuli'den hilafetini alıp Kahire’ye gittiyse ve orada Yakova’ya dönmeden önce Şâzeliyye'ye intisap ettiyse çok da uzağa gitmeye gerek yoktur. Şeyh Kuli'nin O'nu Kahire Şâzelîlerine "ilim tahsili" için göndermesi gayet doğru ve yerindedir.[29] Ne olursa olsun, Şeyh Hüseyin bu tekkenin başında 50 yıl boyunca durmuştur; ölüm tarihiyse bilinmemektedir.

Şeyh Hüseyin'in iki çocuğu vardır: Abdurrahman ve Mehmed. Abdurrahman, babasının ilk halefidir. Eski Yugoslavya döneminde [1919-1941 arasında] vefat etmesi dışında Şeyh Abdurrahman hakkında henüz hiçbir şey bilinmemektedir. Kardeşine gelince, hakkında en çok bilgi sahibi olduğumuz Derviş Mehmed "Derviş Meta" 1917'de ölmüştür. Üsküp Ulemâ Meclisi belgesine göre tekkenin sorumluluğunu üstlenmek maksadıyla Şeyh Abdurrrahman'ın yerine geçen Şeyh Ali; [Derviş Mehmed'in mahdumu] Yakova Şâzelîleri hakkında önemli bilgiler bırakmıştır. 1939 tarihli bu belgeden edinilen bilgiler bu yöndedir. Belge, Sırp-Hırvatça olup gramer ve imlâ hataları içermektedir:

Yakova Şâzelî Tekkesi, "Hadum" denilen "djemat"te bulunuyordu, ismi de "Baba Ali Tekkesi"'ydi [Baba Alijova tekija]. 1862'de [od pre 77 godine] kerpiçten ve kireçten yapılmıştı [od tvrdok materijala, ciglom i krečom]. Tekke Şâzeliyye Afifiyye [tarikatu Hafifeti Shahzelji] tarikatına aitti.[30] Üç kısımdan oluşuyordu ve hiçbiri birbirine bağlı değildi [3 prostorija ima, nema –imovine–, pošto nema imovine ne upravi a iko] Şeyhin mahdumunun hizmetiyle ayakta duruyordu [od rada šehova sinove]. Tekkede on derviş vardı [10 murida ima], böylelikle faal olurdu [nije pasivna]. Düzenli olarak beş vakit namaz kılınır [osim džuma namaza redovno klanja 5 vakit namaza], cumalar eda edilirdi. Haftada iki kez zikir yapılırdı [ziker obavlja 2 puta nedeljno]. Tekkenin düzenli bir geliri yoktu [nema nikakvog budžeta]. Başında Derviş Mehmed'in mahdumu Şeyh Ali dururdu. Şeyh Ali, [1901'de] Şeyh Seyyid Muhammed Afifi Mısrî tarafından "hilafet"ini almıştı [Hiljafet primio od Šeh Seyid Muhamed Ahmedi Afifi iz Egipte u 1901 godine]. Ne devletten ne de hususî olarak para kabul ederdi. Rüşdiye Mektebi'ni [ruždija] bitirmiş, birkaç yıl boyunca da medrese tedrisatından geçmişti [svršio ruždiju i nekoliko godina učio je u medresu]. İcazeti de yoktu...

Şeyh Ali, 1951’de ölmüştür. Bu tekkenin şu anda başında bulunan Şeyh Salih [d. 1917] onun yerine geçmiştir. Tekkenin silsilesi şu şekilde gösterilebilir:





Burada bütün üyelerin aynı aileye ait olduğu bir silsile, evladiyet söz konusudur. Tekke hazîresinde bulunan yedi kabirden üçü meşâyihe, dördü dervişâna aittir. Derviş Mehmed dışında geriye kalan dervişlerin kim olduğunu bilmiyoruz.

Şeyh Salih, bölgedeki çoğu Arnavut gibi, orta boylu ve ince yapılıdır. Pek kibar, hatırşinas, ağırbaşlılık ve ihtiyatla perçinlenmiş nezakete, vakara sahiptir. Beşerî münasebetlerinde –muhatabı bilhassa Arnavutça bilmiyorsa–­ kelimelerini tane tane seçmektedir, Sırp-Hırvatçası neredeyse yoktur. Şâzeliyye'nin Yakova'da yok olmaya yüz tuttuğunu düşünmektedir. Şehirde yaşayan dervişânın sayısı on ikidir, onlar da pek yaşlıdır ve kendilerinin yerine tayin olacak bir genç de bulunmamaktadır. Boş kalan yere biri geçecek gibi görünmemektedir. Âsitânesi Kahire'de bulunmakta ve Arapça bilmediğinden dolayı da [okuyor, ama anlayamıyor] Şâzeliyye'den uzak düşmüş gibi hissetmektedir. Haftada iki kez dervişleriyle zikir yapmaktadır, zikirleriyse kâh ayakta kâh oturularak musikisiz, ilâhî söylenmeden gerçekleşmektedir, Şeyh Salih'in ne sesi yeterlidir ne de kendisi ilâhî bilmektedir. Sadece, dervişânıyla birlikte bildikleri evrâdı okumaktadırlar.

Sonuç

Burada derleyip toplamaya çalıştığım kronolojik, birbirinden farklı ve çok da dayanaklı olmayan bilgiler ufuk açıcı tepkiler toplar mı ya da gelecekteki çalışmalara bir ışık tutar mı? Sanıyorum, evet. Üç "ana pencere" açarak durumu izah etmek isterim:

Coğrafî ve Tarihî Dağılım: Balkanlar'da belirtilen ilgili şehirlerde, İstanbul'da, Ankara'da [Vakıf arşivlerinde] ve Kahire Şâzelî Afîfî tekkelerinde yerine gidilerek yapılan derinlemesine araştırmalar ile bu alanda –gelecek yıllardaki– bilgilerimizi geliştirmek katiyetle mümkündür. Vilâyet salnâmeleri ve Balkan müslümanlarının yerel gazeteleri dikkatlice incelenerek kimi bütünleyici bilgilere ulaşılabilir. Burada sözünü ettiğimiz diğer metinler de konumuzla ilgili ilgi çekici detaylar içerebilir. Bu anlamda, takip edebileceğimiz birçok yol bulunmaktadır.

Dinî Boyut: Kendim, ne Yakova Şâzelîlerinin zikrine katılabilme fırsatına erişebilmiş ne de Şeyh Salih’e iyi sorular sorabilmiştim. Şâzeliyye'yle ilgilenenler, hâlâ vakit varken, gidip yerinde araştırma yapabilirler, çünkü ben kendim hangi yazar tarafından –Şâzelîler de dahil– böylesine özel ve hassas bir sahada, isterse şerh düşülmüş, kaydedilmiş bilgiler olsun, şüpheli yaklaşıyorum. Binaenaleyh, şunu da ifade etmek istiyorum ki Şeyh Ali Tekkesi'nde [1939’a doğru] dinî yaşantı yoğundu; düzenli olarak beş vakit namaz kılınır, cumalara iştirak edilir, haftalık iki zikir yapılırdı.

Ekonomik, Sosyal ve Politik Veçheler: Bu bölgedeki Şâzelîlerin sayıca azlığı ve net bilgilerin eksikliği sorularımızı yanıtsız bırakmaktadır. Daha önce bahsetmiştik: Şeyh Ali Tekkesi’nin düzenli bir geliri bulunmamakta ve bir yerden de maddî destek sağlanmamaktadır. Tekke, şeyhin mahdumu tarafından idare edilmektedir. Maddî bir yardımda bulunabilecek müridânın sayısı fazla değildir. Balkan Şâzelîlerinin hastalıklara şifa dışında toplumda üstlendiği görevin az mı çok mu olduğunu; bu çevrenin entelektüel seviyesini –Şeyh Ali ve Şeyh Hüseyin’in eğitimleri ve Arapça, Türkçe bilmeleri dışında– bilmemekteyiz. Bölgedeki Şâzelîlerin politik yaşama dahil olup olmadıkları konusundaysa henüz bir bilgimiz bulunmamaktadır.

Son olarak; Şâzeliyye’nin Balkanlar’da –şartlar gereği– zayıf bir dağılımı olduğu ve bu topraklarda kök salamadığı açıktır; diğer tarikatların bölgedeki müslümanlar arasında üstlendiği vazifeyi tam anlamıyla sırtlayamamıştır. Bu durumu böylesine indirgemeci bir bakışla incelemek haksızlık olur kanısındayım, ama bütün kitapları, risâleleri Arapça olan [tam bilmiyoruz, Türkçeye çeviriler olabilir[31], Arnavutçaysa belki bir nebze] Arabî bir tarikatın Türk ve Arnavut memleketlerinde bu derece kök salabildiğini ve bu geleneğin –en azından kimi yerlerde– iki yüzyıldan beri sürdüğünü görmek daha dikkat çekicidir diye de düşünmekteyim.

Derin Tarih'te Aralık 2016'da (Özel Sayı, 7) yayımlanmıştır.
_______________________________

[1] Bu iki şehrin iki dünya savaşı arasındaki bir dönemde Romanya Krallığı'nın bir parçası olduğunu hatırlatalım.

[2] Bkz. Balkan Dervişlerinin Dünü ve Bugünü, 1994, İstanbul, s. 241-257. Les Éditions Isis. [Fr. Les Derviches Balkaniques hier et aujourd'hui]

[3] Şeyh Muhammed Zâfir Medenî aracılığıyla Türkiye'deki Şâzelîlerin [1876'dan itibaren, özellikle İstanbul'da] yerleşimi, Medenî'nin II. Abdülhamid çevresindeki rolü, Ebu'l-Hüdâ Sayyadî ile olan münasebetleri, Medenî'nin ölümünden sonra tarikatın başına geçecek isim için cereyan eden ani değişiklikler için Bkz. F. De Jong, 1984, "Madaniyya", El2 c. V. s. 952-953. Ayrıca, Bkz. B. Abu Manneh, 1979 & M. Le Gall, 1987, aynı yazar, 1989, s. 93-94.

[4] Jashar Rexhepagiqi, 1999. Burada, özellikle bizi ilgilendiren kısımlar, söz konusu Şâzelî tekkeleri hakkında on beş hatta yirmi yıl önce bizzat kendim edindiğim bilgilere nazaran daha kısadır. [s. 216-217]

[5] Balkanlar'daki Şâzelîler hakkında sarih olmayan bilgiler için, Bkz. S. M. Zwemer, 1927, s. 339. ; L. Massignon, "Tarika", El1; Aynı yazar, 1929, s. 309 ; F. Babinger, 1931, s. 35.

[6] İbrahim Peçevî, 1281-1283. [1864-1866] Bkz. c. I, s. 364.

[7] A. Matkovski, 1983, c. II, s. 280-281.

[8] Burada Matkovski tarafından belirtilen diğer kaynaklar ne Makedonya [L. Massignon, "Tarikat", İslam Ansiklopedisi, c. XII, s. 15. ; J. Von Hammer, 1835, c. I., s. 429 – c. VI. S. 280-281, c. XII, s. 105; Dz. Cehajic, 1980, s. 246-247] ne de Şâzelîler'e ilişkindir. [A. Matkovski, 1966, s. 146-152]

[9] Makedonya'daki Şâzelî varlığına dair görebildiğim tek bilgiye [Üsküp'teki Şâzelîlerin tek temsilcisinin şehrin müftüsü olması.] D. Gadzanov tarafından işaret edilmektedir. [Bkz. Gadzanov, 1925, s. 63] Şahsî bir intisabın olduğu görülmekte ve bölgede yerleşik bir tarikattan hiçbir şekilde bahsedilmemektedir. Bununla beraber, Üsküp Ulemâ Meclisi'ne ait tekke belgelerinde ve kayıtlarında bir tekkenin olduğu doğrudur, ama bu bilgi hatalı olabilir, zira hiçbir metinde bu tekkeye işaret edilmemektedir.

[10] D. S. Margoliouth, 1926, "Shâdhilîya" El1, c. IV. s. 256-259, s. 257.

[11] Bkz. C. van Arendonk, "Kahwa", El1 , yayımlanmamış makale., c. IV, 1974, s. 469-473. Ayrıca, Bkz. Éric Geoffroy, "La diffusion du café au Proche-orient arabe par l'intermédiare des soufis: mythe et réalité", Le commerce du café avant l'ère des plantations coloniales [Michel Tuchscherer gözetiminde], Kahire, 2001, IFAO, s. 7-15.

[12] H. J. Kissling, 1953, s. 276-280.

[13] G. Elezovic, 1938.

[14] F. De Jong, 1986, s. 305-306.

[15] Müstecib Ülküsal, 1966, s. 144.

[16] Ekrem Hakkı Ayverdi, 1982, s. 87.

[17] Bkz. Petar Mijatev, 1959, s. 23, 51; fotoğraflar için Bkz. XLI. Makale, Yaşar Yücel tarafından Türkçeye çevrilmiştir. Bkz. Belleten, L/96, Nisan 1986, s. 291-293. (s. 307) Bu tekkenin Ekrem Hakkı Ayverdi tarafından da kısaca anlatıldığını belirtelim. Bkz. E. H. Ayverdi, 1986, s. 84.

[18] Tuna Gazetesi, sayı: 827, 18 Kasım 1873, s. 3. Osmanlıca Rusçuk Gazeteleri için, yayımlanmış makaleme bakılabilir. Bkz. "Le rôle de la ville de Rusçuk...", 2001, Amstblatt, vilayet gazetesi und unabhängiges Journal: Die Anfänge der Presse im Nuhen Osten, Frankfurt am Main, Berlin, vb. Peter Lang, s. 65-79.

[19] Bkz. Dikkat, Sofya, sayı: I/3, 21 Nisan 1883, s. 3 ; sayı: I/4, 5 Mayıs 1883, s. 2 ve 4.

[20] Bkz. Eşref Eşrefoğlu, 1972; ayrıca Bkz. Ömer Turan, 1998, s. 197-199.

[21] F. De Jong, 1986, s. 306: "Bölge sakinlerinin bilgilerine göre, 1970'lerde bir vakitte yıkılmıştır." Aynı bölümün devamındaysa, Jong bu tekkenin Medenîyye koluna bağlı olup olmadığının kritiğini yapmaktadır, ama öncesinde [5. ve 12. notlarda] Kuzeydoğu Bulgaristan Şâzelîlerinin belirtildiği 1911 ve 1912 tarihli D. G. Gadzanov'un az bilinen [kaynak gösterdiği] iki belgesine işaret etmektedir.

[22] Bu bölgedeki kişilerin isimleri, o dönemde Eski Yugoslovya'da kullanılan imlâya göre belirtilmiştir.

[23] Bkz. Makedonya Federal Halk Cumhuriyeti Arşivleri, Üsküp, 84-85.

[24] Bu kısım, Şeyh Salih ile görüşmelerim sırasında Ahmed Balata Efendi'nin tercümeleriyle alınmış notlara dayanmaktadır. 1999 tarihli Jashar Rexhepagiqi'nin kitabından bilgiler belirteceğim, ama bu iki tekke arasında kimi yerlerde çelişen bilgiler bulunduğundan ve de bu ikisi arasında muhakeme yapamadığımdan dolayı, burada, Nathalie Clayer [destekleri için müteşekkirim] tarafından iştiyakla tercüme edilen J. Rexhepagiqi'nin [1999, s. 216] kitabından bir bölüme atıf yapacağım: "...Bundan önce [burada Yakova'daki ikinci Şâzelî tekkesi söz konusudur] Kahire'de binbaşılık yapmış olan Şeyh Hüseyin Kuli tarafından kurulmuş ikinci bir Şâzelî tekkesi yer almaktadır. Şeyh Hüseyin, Rifâî ve Sa'di hilafetnâmesi olmasına rağmen Şâzelî tarikatına intisap etmiş ve Şeyh Salih'ten Şâzelî hilafetnâmesi almıştır. Yakova'ya 55 yaşındayken gelmiş ve orada 60 yıl boyunca şeyhlik yaptığı Şâzelî tekkesini [Mulay Yusuf Mahallesi'nde] kurmuştur. Tekkenin kuruluşu, 18. Yüzyılın son on yılına rastlamaktadır. Tekke, Şeyh Hüseyin ölene dek atıl değildi. Günümüzde, Şeyh Hüseyin'in türbesi hâlâ ayaktadır, o yerde de başka bir tekke bulunmaktadır."

[25] Jashar Rexhepagiqi tarafından verilen tarihler ve yıllara göre, 1796 olabilir.

[26] Şeyh Salih'in ifadelerini belirtelim: a) Şâzelî cemaati, Yakova'da, her zaman sayıca azdı. b) Bu iki Şâzelî tekkesi dışında Yugoslavya sınırları içinde bulunan başka bir Şâzelî tekkesi yoktur. c) Sınırın öte tarafında, Arnavutluk dışında, Şâzeliyye'nin muhtemel varlığı bilinmemektedir. 

[27] Gördüğümüz üzere [24. notta], Jashar Rexhepagiqi, Şeyh Hüseyin'in ölüm tarihi olarak 1856 yılını ileri sürmektedir, başka bir deyişle, Rexhepagiqi tarafından ileri sürülen başka tarihlere göre, Şeyh Hüseyin 115 yıl yaşamıştır, bu da pek düşük bir ihtimaldir. 

[28] Horasan'ın, yerli bir müslümanın tahayyülünde, fevkalâde dervişlerin ve sûfîlerin memleketi olarak yer aldığını Balkan Dervişleri üzerine farklı çalışmalarımda daha önce birçok defa dile getirmiştim. 

[29] Bkz: Jashar Rexhepagiqi, 1999, s. 216-217: “Yakova'da, Asım Vokşi Sokağı'nda 78 numarada, saatçi Şeyh Salih Şehu'nun başında olduğu bir Şâzelî tekkesi bulunmaktadır. Tekke, 139 yaşındadır. Kurucusu Şeyh Cena'dır. Şâzelî tarikatının [Kosova'da yer alan] tek tekkesidir... [24. notta işaret edilen Şeyh Kuli Tekkesi üzerine olan kısmını takiben]. Hâlihazırdaki Şâzelî tekkesi, Yakova'da Asım Vokşi sokağında yer almaktadır. İlk şeyhinden [Şeyh Cena] sonra başa mahdumu Derviş Meta [Muhammed] geçmiştir. Şeyh Cena'nın diğer mahdumu Hacı Şeyh Dula'dır [Abdurrahman]. Şeyh Meta'dan sonra, mahdumu Şeyh Ali tekkeye tayin olmuştur. Şeyh Ali, Şeyh Salih'in babasıdır. [Şeyh Ali, Doğu dillerini bilirdi.] Günümüzdeyse, tekke, 77 yaşındaki mahdumu Şeyh Salih tarafından yönetilmektedir. [Yakova Şâzelî Tekkesi hakkındaki bilgiler, 29 Mayıs 1996'da Şeyh Salih aracılığıyla tarafıma iletilmiştir.] Yakova Şâzelî Tekkesi Arifi koluna aittir. Tekkenin yanındaysa meşâyih ve dervişânın kabristanın bulunduğu türbe yer almaktadır."

[30] Afifiyye kolu için, Bkz. F. De Jong, 1980, "al-Afîfî", El2 , sayı: 1-2, s. 44-45.

[31] Bu noktada, yayın yerinin şaşırtmaması gerektiğini hatırlatalım, örneğin Muhammed Hasan Zâfir El Medenî'nin eserinin üçüncü baskısı Türkçe değil, Arapçadır: Kitâb anwar al-qudsiyya fi tanziyya turuq al qawm al-‘aliyya al-mushtamil ‘alâ al-awrâd wa l ahzâb al-Shâdhiliyya, İstanbul, 1304/1886-1887.

2011–2025 idea, schola, zâhir âlem