Birinci Sürgün
İnsan gurbeti içinde
yaşıyor. En uzağa gidiyor, yokluğun ve sonsuzluğun dibine. Gökyüzünde kuraklık,
yeryüzünde beyazlık yer alıyor. Sürekli bir gidiş. Hiç bitmiyor, hep bir
bekleyiş. Hayatın kendisi bu belki de. Mevsimler yetişkinlere inat çocukları
bağrına basıyor. Burada riyaya yer yok. Zihinlerimizin limitsiz kaldığı,
evrenin ulaşılmaz ve görkemli sahnelerinin dekorda yer aldığı bir piyesi
elimize alıyor, onun için plastik yorumlar getiriyoruz, her birimiz. Tüm bunlar
olurken zaman-mekân boyutunda görünmeyeni görüyor ve hakikat dediğimiz şeyi
kendimize pay olarak alıyoruz. Sürgün yeri beliriyor sonra ufukta. Herkesin bir
sürgünü vardır. İnsan hayatında çoğu kez bunu görmez, gerçekliğini dünyanın
çirkinliğiyle bastırır. Bu bir tarafın mağlubiyetiyle sonuçlanırken, diğer
tarafın zaferiyle sonuçlanır. Yaşadığımız dünyanın ekspresyonist bir izdüşümüdür bu.
İnsanı bir diğeriyle
imkan kılan dünya, süslendirilmiş sürgününü
insana mübah kılar, onu zincirler ve de hapseder. Arayış asla bitmez,
yollar da, sürgünlük hâli de. İnsan kendi yurdunda bile gurbettedir. Biz,
kandırılmış hayatların içinde sadece birer kaleyiz ve kalelerimize toplarla
saldırıyorlar. Erden Kıral, bu savaşın tam ortasında. O içindeki savaşı sürgünde
anlatıyor, bazen masumca, bazen acımasızca. İnsanı insanla, eşyayı manayla
hareketlendiriyor. Noktalanmayansa tek başına, çaresiz bir değişim çemberi.
Hakkari, kalbimizin orta yerinde tekrar kuruluyor. Mimarları, gökyüzünün
çocukları. Elleri kirlenmiş, hayatları soyutlanmış, meridyenin ötesindeki
çocuklar. Gözlerindeki parıltı, ellerindeki kirlenmişliği yok ediyor.
Birinci sürgün başladı.
Uzaklarda, sınırlarda bir köy, taşra. Yönetmen Erden Kıral, öğretmene –Genco
Erkal– yüklediği güçlü mizaçla taşrayı bu dünyadan çekip alıyor. Bilinmeyene,
bir diğerine sarılmadır, onu kucaklamadır her şeyi ateşleyen ve ısıtan.
Öğretmen, bu sınırların ötesindeki yere gelişiyle, yıkılmış umut ve özgürlük
yeniden yeşermeye başlıyor çocuk kalbinde, naifçe. Karlar dünyanın bozulmuşluğunu
bu taşrada istemezcesine yağıyor ve saf temizliğini muhafaza ediyor. Etraf
beyaz, soğuk rüzgârlar taşranın içindeki birlikteliği sağlamlaştırıyor.
Sis insanın ciğerlerine
işler. Ferid Edgü, sislerin içinde. "O", Kıral'ın mevsimlerini beslerken Erden
Kıral, O kitabını aşıyor. Harflerin hepsi taşraya yayılmaya başlıyor, yavaşça.
Edgü'nün O uyarlamasıyla Erden Kıral, seyrin genel gidişatını nüfuz ettirmeyi
başarır. Hakkari'de Bir Mevsim'i bize yaşatır, gündelik hayat ritimlerini
gösterişe kaçmadan, gerçekçi bir sinema diliyle yer aldığı film taşraya
öğretmen olan bir adamın yalın bir hikâyesi değil, aynı zamanda mekanda insanın
sürekliliğinin de anlatısıdır. Yaşam bu taşranın insanlarını kapalı bir dünyaya
hapsetmiş, modern toplumdan yalıtmış ama köklere bağlılıklarını da yitirtmemiş.
Onlar, öğretmenin harfleriyle büyürlerken, modern toplumun prangalarıyla da
yoksunluğa mahkum ediliyor; insan alçak ve küstah yüzünü gösteriyor. Maskelere
gerek yok. Bu çocuklar, rejimin masum çocukları. Cennetteki toplumsal bir
cinnet.
İkinci Gurbet
Erden Kıral, öğretmenin
uçsuz bucaksız –taşra misali– hâlini ikiye böler. İçinde iki gurbet vardır bu
adamın. Birinci gurbet, oldukça sentetik, onun izdüşümleri evlerde saklı.
Bakışlar imkânsızlıkta üşür. Cümleler ufukta birleşip geri dönmemek üzere
anlaşmışlar. Yalıtılmış dünya, kent ve taşra arasındaki ince ip üzerinde gidip
geliyor. Öğretmene göre bu dünya bir aldatılmışlık yeri. Okul ve taşra, insanı
bu yapbozun mistik birer parçaları. Çocuklar gurbeti bilmiyor. Bildikleri kar,
portakal... Yönetmen, gurbeti öğretmenin etrafında şekillendirirken çocukların
kirlenmemiş fıtratının yumuşaklığıyla manayı kuvvetlendirir. İlkine göre daha
sarsıcı olan ikinci gurbet, öğretmenin kalbindedir. Mesafelerin kısalması için
bir daktilo yetebilir ya da bir mektup. Çünkü insan sevdiğini her şekilde
hafızasında tutmak ister. Koşullar ne olursa olsun öğretmenin kalbini muhafaza
edebilmesi oldukça görkemlidir. Antrparantez, Genco Erkal, Hakkâri'de Bir
Mevsim'de oyunculuğunun zirvesine çıkmakla kalmamış, Dostoyevski romanlarından
fırlamış gibi duran karakter modeliyle dönem filmlerinde bir üst mertebe
eşiğine adımını başarılı bir şekilde atabilmiştir. Filmdeki sade anlatı, ardındaki
acıyı gizler. Yönetmen Kıral, bu taşra yerinin hissiyatını konumlandırırken
yapay davranmaz, her şeyi olduğu gibi yansıtır. Bamteline gerilmiş halatlar,
filmin gurbet havasında kopmuyor, aksine, bütün modern zamanlara karşı özünü
koruyor. Toprağa dair her zaman söyleyeceği vardır insanın.
Gelenekçi bağların sıkı
sıkıya tutulduğu bu taşra, dönemin insana bakışını da ortaya serer. Ataerkil
aile yapısı, 80 dönemi toplumu, imkanlar ve şartlar dahilinde süre gelen hayat
mevsimleri çetinleştirir. Özünde yalıtılmış –ve de bir şekilde– geleceği
ellerinden alınmış bir neslin Batıcı kültür potasında yok edildiği, sınırların
kalın çizgilerle çizildiği, yalnızlığa itilmiş insan portrelerinin Erden
Kıral'ın pastoral anlatısında pekâlâ görülebilmektedir. Bu bir uyumdur ve
yabancı uyumu bozar. Öğretmen bir yabancıdır, bir gariptir bu taşrada. İnsanlar
inandıkları şeyin mükemmelliğini asla bir diğeriyle değiştirme içinde pek
bulunmazlar. Hayatı boyunca sürekli ona dayanmış, ondan güç almış ve zorlukları
bununla bertaraf edebilmiştir zira. Yaşam uzak diyarların insanlarını bir
kovana itse de, mücadele alanı genişleyecektir. Azgelişmişlik, taşranın
sancısını içinde barındırırken, karlara dağılmış özgürlük ovalara bırakılır,
gizlice ve güzelce.
Öze bağlılık, köklerden
kopmama insanın mayasını oluşturur. Erden Kıral, karakterlerini sunarken klasik
çağ devşirmesine tabi tutmaz. Çocukların taşradaki hâllerinin bir zaman sonra
mistifikasyona dönüşümü, öğretmenin yokluktaki varlığı arayışı, kavanoza
sıkışmış karıncalar misali halk yaşlı ağaçların dallarındaki samimiyeti ve
teslimiyeti gün yüzüne çıkarır. Bu kimi zaman bir ağıda, kimi zaman bir alın
yazısına, kimi zamansa bir tesadüfe dönüşür. Yaşam bu taşranın gurbetini en
kuvvetli bir biçimde savurur, daha da uzağa. İnsan hep kaçmak ve kurtulmak
ister. Sınırlandırılmış şartlar ve ağır çile bir devinimle vuku bulur. İşbu
mekanizmada insanın taşıyamayacağı sistemin bir çarka bağlanması geri dönülmez
bir ünlemi beraberinde getirir. Ölüm. Bakışlar artık anlamsızlaşır, gurbet bir
kez daha uzaklaşır; ağır şoklar, travmalar vaktini bekler. İnsan doğduğu günden
beri ölür.
Üçüncü Dünya
Varlık ve yokluk. Erden
Kıral, Hakkâri'de Bir Mevsim'de eşyayı ve manayı derinleştirmeye gider. Bu
taşranın insanlarının evindeki eşyaların sayısı kente göre eksiktir. Eşya az,
mana güçlü. Hayatın kendilerine çok fonksiyonlu bir fırsat sunmamış, tersine
simetri, yoklukta birbirlerine yakınlaştırmış, bağlarını kopartmamış,
duygularını köreltmemiş. Dönemin hayat standartları ve kentleşmenin bir ivme
kazandığı düşünüldüğünde bu taşra, sistemin en ücra köşesinde yerini almış,
metruk –oldukça–, ve de ıssız bir tren istasyonu izleniminde. Geleni, gideni
az. Endüstrileşme, toplumsal sancılar ve topyekün yıkım, taşranın insanlarını
toprak ve kökleriyle ilgili düşüncelerinde katılığa iter. Dışarıdaki yaşam bu
merkezdeki insanlar için epey seküler. Onlar kendi rejimini sinsice dayatırken,
bu insanlar daha da grileşiyor, toprağa karışıyor. İnsan başına gelebilecek en
kötü olaylarda bile –sözde– iyi olanı seçer. Bu taşra dünyası, insanın arınması
için ideal. Taşra, köy, kasaba ya da herhangi bir kır yerleşimi –hangi zaman ve
mekân aralığında olursa olsun– insanın kendini arayışında bir mihenk taşıdır,
milattır. Ondan ne denli yüz çevirirse insan öyle bir zamanda karanlığı
kendisine seçmiş bulunur. Sınırların ötesinde –hatta tahayyülümüzde– olanaksız
gibi duran şey bir imkân paralelini açar. Yönetmenin bu bağlamda taşraya ve
insana bakışındaki gerçeklik yaşanılan hayatların birer kesiti, parçası.
Gerçeküstücü, ütopik yahut tasarımlı kurgunun Hakkâri'ye yakışmayacağını
bildiği için Kıral, daha da kuytulara, belleklerimizdeki dünya algısını
zenginleştirmeyi yeğler. Bunun için kar vardır, zemheri. Soğuk yerlerde düşünce
hareketlidir.
Doğu toplumlarının çoğu
eseri kusursuzdur. Çocuklar bu toplumun birer cevheridir. Bu dünyanın çocukları
karlarda yalınayak yürüyüp de ölmeyenlerdir. Tipik İran Sineması'nın çocuk
modeli –yüce fıtratla perdeye aktarılan yapımlar güzide bir konumu
sahiplenirken– Hakkâri'de Bir Mevsim de
aynı çıtaya yükselebilmiştir. Bu çocuklar yoklukta, sınırda, kentten uzakta
bilinmeyenin ardında bir dünyayı kucaklarlar. Bu dünyanın uydusu sevgi ve
birlikteliktir. Birlikte olma duygusu kitabelere yazılmaz. Öğretmen bilir,
unutur, gözleri yaşarır; çocuklarsa kendilerinin rehberi olan bu adamı
kalplerinde ölümsüz kılar. Değil midir ki insan sevgide şartsız olunca açmayan
çiçekler bile yeniden yeşermeye başlar. Ağaçlar yol verir onlara. Tüm bu
olanlar ütopyada değil; Hakkâri'de, İsfahan'da, Yeni Delhi'de, Marakeş'te –her
yerde– çocuk kalbinin pür zenginliğiyle harmanlanır. İlave olarak, içimizdeki
doğu-batı okları değişkendir. Zaman içerisinde çeşitliliği, bereketliliği,
potansiyeli artar ya da azalır. Erden Kıral'ın muhteşem diyebileceğimiz şeyi,
maneviyatımızın paralelinde büyüyen üçüncü bir dünyayı fethetmesiyle başlar. Bu
öncülleri olmayan, eşyaya, tabiata, insana bir doymuş canlılık işlevi
atfedilmiş bir sinema diliyle gerçekleşir. Mekan, zaman, çekildiği dönemin
koşulları altında -toprağın da hakkını vererek- yönetmen farklı hayatları özde
bir hayat çatısı altında birleştirerek sunar; mekanı dinç, zamanı daha da soyut
bir pozisyona sürükler. Mekanda eylem seslerle canlılık bulur, tabiat gösterişe
hazırmış gibi durur. Anlatılanlarsa taşradan manşetini koyar. Bu noktada
yönetmen varlık-yokluk dualitesindeki bağını kahramanın gözlerindeki ferde
anlamlandırırken, dönem çalışmalarında bu çalışmasını yarı-dokümanter
havasından da kurtarabilmiştir. Hakkâri artık yakın. Önce sağırlaşmamız vardı,
sonraysa körleşmemiz.
Dördüncü Mevsim
Canlı tabiat kabuğuna
çekiliyor. Erden Kıral, pastoral şöleni için duygu yüklenimleri yapar.
Mevsimlerin çekiciliğini kullanır. Zemistan [Kış], en iyisidir. Çünkü onda üstünü
örtme, temizlik ve merhamet yatar. Bu bir diriliş mevsimidir, içe, en derine.
İnsanın en temiz yönünün uyumu bir örtüyledir. Dıştaki kin –kötülük– karları
kirletmeye yetmez. Hüzünle doludur biraz da, gurbetin, sürgünün ve yeryüzünün
tınısı saklıdır tanelerde. Taşranın insanları yönetmenin hissiyatında ve
zemistanın buharında belirginleşirken kalbe yaslanan sızı bir adamı o zemheride
daha da titretir. Eşya, canlı –ne varsa- onun için, öğretmene ıstıraplı bir
ağrı; gözlerde, harflerde, kara tahtalarda. Kadınlarsa aynalarda eksik.
Gurbetin ve imkansızlığın içindeki kıvranışı umursamıyorlar. Suskunlukları,
konuşmalarından daha ağır ve güçlü. Öğretmen hep sürgünlük hâlindeydi, çocuklar
kartopu sevincini taşırlarken onun bakışları çığa dönüşüyor, çığsa çığlığa. En
koyusu bu olsa gerek. Mevsim öğretmene kamçılarını vururken o bavul içinde bir
kederi saklayacak. Tarif edilemez. Sürgünlük, ateşin etrafında raks eden
pervaneler gibi. Kanatlanmalar… Özgürlük sınırı yok edildi, yok ettiler.
Yönetmenin gidiyor olmayı, yol hâlini, taşrayı, -en önemlisi belki de- isimsiz
vedaları, yazgıyı, kadını, dönem toplumunu kışın kuşatıcılığında ve onun
tutkulu sislerinde atmosfere vermesi, filmin ardılına ışık tutuculuğunu
–yasaklı bir geçmişi olsa bile– günümüze dek korumuştur. Erden Kıral, toplumsal
kangreni gösterirken izleyicisini şartların arkasına götürür. Düşünce
penceresine girdiğimizde de, geçmişi karanlık, zorba bir sistemin –sözde
gelişmiş ve modern– izlerini fark ederiz. Tecrübeyle sabittir ki yasaklama bir
açlığı doğurur. Kendi gibi olmayan, kendi gibi düşünmeyen, kendi gibi
hissetmeyenlerin duruşu, gerçekliğin ta kendisinden kaygı duyabilecek kadar
zayıftır ve tarihin içinde elenir.
İnsan son iledir. Son,
kendi kararlarımızı dışında geliştiği zaman daha yıkıcı olabilir. Böyle bir son
insanın içini dümdüz eder. Kıral, sona giderken daha da sessizleşir, karları,
beyazı, dağı, eteği, her ne varsa, onlarda bir tebessüm bıraktırır, buruktur.
Ama gitmelidir o adam, sürgünlük hâlinin devamı için, yeni diyarlarda, yeni
bilinmeyenlerde, yeni kentlerde ve taşralarda yeni yüzler görebilmek ve en
derinden onu hissedebilmek adına. Öyle bir vakitte gelmek, yine öyle bir
vakitte çekip gitmek. Gitmek zor. Adımlar masum ama hayatın gurbeti hiç bitmez,
biliyor, çocuklar da. Sessizce köşesine çekiliyor yönetmen, mevsimler birbirini
kovalayacak, kar, portakal, deniz, dağ, rengarenk kumaşlar, aynalar, bir kadın,
bir adam, gaz lambası, hepsi geride kalacak, kalmalı. Başa, en başa, geldiğimiz
yere. Böylesine bir terk ediş. 80'lerin soğuk
rüzgârları, girdaplı yaşantıları, gözlerimizin önünde havaya karışıp yitip
giderken bizler bugün biraz daha şeffaflaşıyor, gömülüyoruz kendimize. Bavullar
şahitlik ediyor umarsızca gidişlere; sınırlar sınırlarda bağımsızlığını ilan
ediyor dağlara, gelinciklere, sabun kokulu çocuklara. Artık mutabıkızdır: dördüncü mevsim çoktan
başlamıştı.
Kasım 2012