Bu projeyi ne zaman düşünmeye başladınız? Süreç nasıl ilerledi?
Eşim Ebru ile bir ailenin otobiyografik hikâyesi olan başka bir projeyi çalışıyorduk esasında. Memleketim Çanakkale yakınlarındaki köy evimizde toplandık bir gün. Yazları nüfusu artan, –dinî bir bayram varsa bir de– denize nazır bir yerdi ; sonra memleketime yakın olmaya karar verdik. Yakınlardaki bir köyde tanıdığım biriyle, bir öğretmenle karşılaştım. Akrabamla evliydi, konuşmak istediğim, diğerlerinden farklı, nevi şahsına münhasır birisiydi. Bir manzaranın renklerini ya da toprağın kokusunu andırıyordu. Konuştuğunda insanlar ona ne teveccüh gösteriyor ne de kulak asıyordu. Bize gelip hayat hikâyesini şaşaalı bir biçimde anlatır dururdu. Babam ona benzerdi biraz : mesela kimsenin ilgisini çekmeyen Büyük İskender’e karşı tutkusu vardı, ziraat mühendisiydi, çok okurdu ve de yalnızdı, diğer insanlarla pek bir şeyini paylaşmazdı. Bu yakınımıza dönecek olursak, oğluyla tanışmıştım ; okulunu bitirmiş, yerel bir gazetede çalışıp babasına yardım ediyordu. Onunla görüşmeye başladım, onunla ve babasının yalnızlığıyla ilgili bir film çekme fikri doğdu içimde. Yanına gitmeye başladım ve bana izlenimlerini, babasını, çocukluğunu, ailesiyle bağlarını yazıp yazamayacağını sordum. Üç ay boyunca ses seda çıkmadı. Ziyadesiyle etkilemişti beni, çok okuyor ve bahsettiğim bütün kitapları biliyordu, onu gerçekten seviyordum. Ketum ve mesafeli bir tabiatı vardı. Babasıyla onun hakkında konuştum, o da aynı kanaatteydi. Beklenmedik bir biçimde, 80 sayfalık bilgi ve açıklamaların olduğu bir e-mail attı. Hepsini okudum ve çok etkilendim. Yazdıklarında dürüst ve içtendi. Ne kendisini koruyor ne de kendisini kahraman ilan ediyordu. Beklediğimden de iyiydi. Eşim de benimle aynı düşüncedeydi. Bundan ötürü, çalıştığım projeyi bir kenara koyup önce bu filmi çekmeye karar verdim. Bu gençten, Akın Aksu’dan, senaryoda ortak hareket etmeyi istedim, iki imam karakterinden birini, çok konuşanı, oynadı hatta.
Daha önce Türkiye’nin bu bölgesinde film çektiniz mi?
Evet, Mayıs Sıkıntısı’nı. Batıda yer alıyor burası, Çanakkale Boğazı tarafında, yüz kilometre batıda. Bir ay boyunca Akın ve eşimle beraber fikirlerimizi, hislerimizi derinlemesine paylaştık. Kendi açısından, ilgimi çekenleri derleyip topladığım iki senaryo taslağı yazdı. Bu sırada, yazdığı iki otobiyografik kitabı okudum, çok beğendim. Senaryo için kimi detayları, fikirleri kullandım. Daha sonra, tayini çıktı, e-mail ile görüşmelerimize devam ettik. Türkiye’de atanabilen çok az sayıda öğretmen adayı var, zira talep çok : bu çocuk dört yıl boyunca sınavlara girdi ve ilk kez başarabildi. Yüksek puanı olmadığı için de Türkiye’nin doğusuna atadılar. Oradan dokuz az boyunca senaryo üzerine haberleştik. Önce sahneleri tartıştık, sonra diyaloglar üzerine çalıştık. Eşim de onunla iletişim hâlindeydi.
Otobiyografik diğer çalışmanızdan bahsettiniz. Ahlat Ağacı’nda sizin gençliğinizle ilgili bağlantılı taraflar var mıydı?
Evet, özellikle babamla ilişkilerim. Ancak, film hepsinden ziyade babası gibi öğretmen ve yazar olan Akın’ın kişiliğini yansıtıyor. Mesela, Akın babasından para istediğinde babası ne diyor, Akın ne cevap veriyor, bunu öğrenmeye çalışıyordum. Özellikle filmdeki gibi babasının kumar tutkusuna dair ayrıntıları merak ediyordum. Evini satma noktasına dahi gelmişti.
Kış Uykusu’ndaki gibi, bu filmde de fazlaca yüzleşme, uzun uzadıya konuşan karakterler, babasıyla, annesiyle, yerel yazarla, kitapçıyla vb. konuşan çocuk var. Bu sahneler tamamen yazılmış mıydı yoksa işin içinde kısmen doğaçlamalar da var mı?
Daha çok, –%95'i– yazıldı. Profesyonel olmayan oyuncular için bu daha zor, zira onların akılda tutma sorunları olabiliyor, doğaçlamada daha rahatlar. Bu zamana kadar karşılaştığım en işin içinden çıkılmaz sorunlardan biri başrolün seçimiydi. Türk sinemasındakileri gereksiz yere arayıp durmuşum, hiç filmde oynamamış birini seçtim ben de. Facebook üzerinde buldum onu. Televizyonda birkaç komik skeçte yer almıştı. Onunla temas kurmak ve onu değerlendirmek istiyordum. Başta, performansını beğenmedim : Ebru ile bazı doğaçlamalar yaparak başladı işe, iyi değildi. Sonra, senaryodan ezberlediği birkaç sayfayı ona gönderdim. Karşımda oynadığında, karakter için kafamdakileri anladığını fark ettim, her denemede daha iyiye gidiyordu. Bütün adaylar arasından, metni en iyi hatırlayan oydu, belki de o güne kadar karşılaştığım en zeki komedyendi. Hayat, insanlar ve olaylar hakkında derin bir bilgisi de vardı. Rol için bazı adayların genç kızla tutturdukları dikiş iyiydi ama annesiyle ya da babasıyla, Belediye başkanıyla mayaları tutmuyordu. Onunsa, aksine bütün ilişkileri iyiydi. Tamam belki bir yazar havası yok, ama daha da önemlisi, üç saatten fazla süren bir filmde uzun diyalogları hatırlayabileceğini ve layıkıyla yerine getirebileceğini biliyordu.
Çekimden önce provalar yaptınız mı?
Çok az, çünkü fazla vaktimiz yoktu. Öte taraftan, üç buçuk ay süren çekimler boyunca maliyeti olsa da yaptık provalarımızı. Kimi zaman çok sayıda çekim yapıyorum, hiçbir komedyen doğaçlamaya başladığında iyi değildi. Babayı oynayan oyuncu komedi icracısından ziyade profesyonel bir oyuncuydu.
Onun alaycı gülüşü sizden mi geliyor?
Elbette, babam böyleydi. Köydeyken ona kulak asmazdık, o da söylediklerine gülerdi hâliyle. Köylülerin ona saygı göstermemesi adına karakterin tabiatında bir şeyler olsun istedim ve bu küçük detayı yakaladım. Başkaları açısından bu saygısızlığı anlamak güçtür, çünkü normalde öğretmenin bir saygınlığı vardır. Belki kumar bağımlılığından, belki kıs kıs gülmesinden. Türkiye’de taşrada mütemadiyen gülen insanları sevmezler. Diğer bütün karakterler de profesyonel. Yerel yazarı yansıtabilmek için mesela boş yere hakikisini aramaya çalıştım. İmamlardan biri amatör, kendisi imam bile değil.
Bu sahnede, özellikle yerel yazarın olduğu sahnedeki gibi, hareketli kamerayla uzun plan-sekansları kullanıyorsunuz. Sinan’la yürüyen iki imamı takip ettiğinizdeyse, uzak çekimi seçerek biz kimin konuştuğunu dahi bilmeden kadraja alıyorsunuz.
Bu, Türk izleyicisi için çocuk oyuncağı! Oldukça hareketli, yeni, çok küçük bir kamerayla, Osmo’yla bu çekim tarzını geliştirebildim. Bu oyunculara da bağlı, tabi bir metni çok uzun aktarabilirlerse. Geçmişte bundan ötürü çekimleri keserdim. İnsanların hareket hâlinde olduğu dış sahnelerin sayıca fazla olmasından dolayı plan-sekanslarım oldu. İşinin hakkını veren görüntü yönetmenim Gökhan Tiryaki’ye sahibim her daim, çoğu sefer karar veren de benim. Ama malumdur ki bir senaryoyu kaleme aldığınızda ne yapacağınızı hayal ediyorsunuz, çekim gerçeği sizi değişikliklere itebiliyor. Nihai kararlar sette alınıyor. Ben de mevsimleri önemsedim ve istedim ki hikâye kışın bitsin. Genel olarak, güneşten kaçtım… Ekim ayında başladığımızda, her gün güneş vardı. Güneş kaybolduğunda son sahnenin neredeyse tamamını çekmiştik. Dolayısıyla, güneşsiz çektim, birden kar yağmaya başladı sonra. Üç kez çektim bu sekansı! Montajda sonuncusunu seçtim.
Kahramanımız annesiyle konuşurken odanın penceresinden karın yağmaya başladığı görülüyor.
Evet, senaryoya koymuştum çünkü askerliğinin karda, diğerlerinden farklı bir ortamda geçmesini istiyordum; zamanın akıp gittiğini (kısacası bir yıl) izlenimine sahip olmamız gerekiyordu. Gözle görülür biçimde yansıtma ihtiyacı duydum ben de.
Askerlik, bir karede…
Evet, sadece bir karede. Sadece sembolik, üzerinde durmak istemedim.
Genç adam; ebeveynlerine, Belediye başkanına ya da imamlara olsun, muhalifliğini göstermek adına itirazdan geri durmayan birisi…
Gerçekte de böyle. Bu durum yalnızlığından ve yazarlık mesaisinden kaynaklanıyor. Kaygı verici bir yalıtılmışlık var, bu da sürekli başkalarını eleştirmeye sürüklüyor onu. Doğru bulmadıklarına karşı savaşıyor, ne yerel yazarı ne de yazdıklarını seviyor, başarısını kıskanıyor. Bu yüzden onu yaralamaya çalışıyor! Ama kendini de küçümsüyor. Dizginlenemez kaçışlarını körükleyen, içinde bitmek bilmeyen bir savaş var.
Son kertede, babası onun romanını okuyan tek kişi… Filmin düğüm noktası tam olarak da bu.
Evet, çünkü en az saygı duyduğu kişi o.
Cennetin Doğusu’ndaki James Dean ile babası arasındaki ilişkiyi hatırlatıyor.
Babasının cüzdanında kendisiyle ilgili gazete kupürünü gördüğünde örneğin, burada gerçek bir olaydan ilham var. Ama askere gitmeden önce kendini suçlu hissediyor. Çünkü babasının tavrı değişmeye başlıyor, belki de köpeğini sattığı için içerliyor, okulda yazdıklarını oğlundan saklarkenki şüpheci tavrı belki de bu sebepten. Kitabını bastırmak için sattığı bu köpeğin babası için ne kadar kıymetli olduğunu anlayamıyor. Büyük yerlerin aksine köylerde köpeklerin hiçbir kıymetiharbiyesi yoktur.
Kış Uykusu’nda sıklıkla Çehov’a atıf yapıyorsunuz. Son filminizde de bu görülebiliyor, özellikle kahramanlarını katiyen yargılamaması biçimiyle. Herkesin bir şansı var.
Yalnızca Çehov değil, fikrimce bütün büyük yazarlar kahramanlarını yargılamayı reddediyor. Tennessee Williams mesela… Yargılamak bizim işimiz değil. Katil bile olsalar onları anlamaya çalışıyoruz. Dostoyevski de dahil, sevdiğim yazarlar Rus. Sait Faik gibi fevkalade öyküler çıkarmış Türk yazarlar da. Hiç evlenmemiş, münzevi bir adam. Fransa’da da bir süre bulunmuş.
Kitapçıda Marquez, Franz Kafka, Virginia Woolf, Albert Camus portrelerini fark ediyoruz.
Mekanı bu şekliyle bulmuştum! Bu isimleri talep de edebilirdim.
Birkaç rüya var: karıncalarla kaplı bebek, Truva Atı’ndaki kovalamaca, sondaki kuyu; güncel sinemada bunlara pek rastlanmıyor.
Bunlar beni tatmin ediyor. Truva atının ne zaman bir rüyaya dönüştüğü tam olarak bilemiyoruz. Öte taraftan, çoğu zaman hayatımı bir rüya olarak görüyorum ve rüyalarım çok gerçek geliyor bana.
İki imamın köye doğru yürürken uzun uzun tartıştıkları sahne aklınıza nasıl geldi?
Bu filmin hareket noktası, genç bir adamın etrafındaki bütün değerleri göstermek istemiş olmamdı. En önemlisi de din. Er ya da geç bununla yüzleşmek zorunda kalacak, özellikle müslüman bir ülkede. Dinden konuşurken diğer konular kadar özgür değilsiniz. Örneğin taşrada "Tanrı’ya inanmıyorum." demek neredeyse imkansızdır. Babamın da hali böyleydi, asla ulu orta diyemedi, aile içinde bile. Bu genç adam, bundan konuşmak istiyor ama doğrudan yapamıyor, dolayısıyla muhataplarını kışkırtıyor. Neredeyse en sevdiğim sahne bu. Kendimi bu durumla özdeşleştiriyorum. Türk olmayan izleyiciler için uzun ya da zor anlaşılır görünebilir, bunu anlıyorum ancak, bizim için temel sorulara temas ediyor. Eyleme bağlaması gerekiyor: böylece imam büyükannesinden altın alıyor, genç adam kitabını bastırmak için onu almaya niyetli, bahane bu. Onları din hakkında konuşturma fırsatını elde ediyorum.
Genç imamı reformcu fikirleriyle gösteriyorsunuz…
Evet, bu tip tartışmalar, metinlerin yorumlamasında modernleşme sorununun yer aldığı dini çevrelerde oldukça yaygın. Gerçek hayatta da, yazarın dedesi emekli bir imam.
Doğal ve yapay dekorların payı nedir?
Aile dairesi stüdyoda çekildi. Normalde stüdyo olarak kullandığımız atıl bir spor salonuydu. Dışarıda çekim yapmamızı engelleyen bir hava varsa, b planı olarak önemli bir paya sahipti. Köydeyse mevcut mekanlarda çekim yapıldı.
Filmin başlarında genç kızla çok güzel bir sahne yer alıyor, sonra bu kızı bir daha görmüyoruz.
Diğer çocukla evli, o sebeple kendini göstermiyor.
Kahramanın geçmişini yansıtıyor bu sahne: film başlamadan önce…
Lisede, bütün gençler bir aradadırlar, sonra yetişkinlikte dağılırlar. Kimileri evlenir barklanır, kimileri üniversiteye gider…
Kazdıkları kuyu, gerçek bir olaydan ilham mı?
Hayır, bizim marifetimiz. Baba karakterine somut bir amaç yüklemek için. Kuyu, hiçbir zaman su bulamayacaklarını düşünen köylülerin fikirlerine karşı mücadeleyi belirginleştiriyor.
Ahlat Ağacı ismi, kişisel bir hatıra mı?
Akın Aksu’nun Ahlat’ın Yalnızlığı öyküsünden bir ilham. Ahlatlar, oldukça buruk meyveleri olan biçimsiz ağaçlardır. Doğada serpilebilmesi için çok az suya ihtiyaç duyarlar. Kurak topraklarda, ıssız yerlerde biterler. Yerli halk köylerinin yakınlarında bir ahlat bulduklarında normal bir armut olması için onu aşılarlar. Senaryoda koruyamadığım bir giriş vardı: babanın köy öğretmeni olduğu zamanki gençlik sahnesi. Öğrencilerine kendi yalnızlığının bir metaforu olan ahlatın hikâyesini anlatıyordu, ki bu metafor oğlunun da yalnızlığı olacaktı, dedesinin de bir zamanlar yalnız olması gibi. Bir anlığına kahvehanede tek başına otururken görüyoruz onu, köyde hiç olagelmiş bir şey değil bu.
Pek fark edilmese de Kış Uykusu’ndan sonraki en uzun filminiz.
Senaryonun şu anki filmden çok daha uzun olduğunu biliyorum. Ancak, her şeyi çekmekte kararlıydım, montajda da neyi muhafaza edeceğimi seçtim. İlk hâli 5 saate yakın sürüyordu. Büyükanne karakteri daha geniş yer kaplıyordu, diğer köylü karakterleri tamamen çıkardım, özellikle inşaatı devam eden yeni bir cami üzerinde grup tartışmaları vardı.
Hangi müziği kullandınız?
Bach’ın org için bir bestesinin kompozisyonunu, yeni bir düzenlemesini.
Oyuncuları nasıl yönlendirdiniz?
Onlarla rollerini tartışmayı sevmiyorum. Rehberlik etmeyi seçiyorum. Çoğu –hepsi olmasa da çoğu– karakterlerine entelektüel olarak değil, sezgisel olarak yaklaşıyor. Aşırı bilgi vermek engelliyor onları. İlk başta, bana bir şey sunmaları için serbest bırakıyorum, sonra gerek duyarsam düzeltiyorum. Küçük noktaları. Katiyen filozofça değil, öğretici olmaya çalışarak. Öneride bulunmadan önce, onları tebrik ederek başlıyorum : özellikle acele ettirmiyorum, diğer türlü engel oluyor. Sevilmeyi seviyorlar. Doğrusunu isterseniz, evrensel bir yöntem yoktur. Birine uyan şey, ötekine uymayabilir. Tavrımı her oyuncuya göstermeliyim.
Peki aynı sahnede farklı oyuncular varsa?
Bazen stratejik olmam gerekiyor. Birinde bir şeyler yolunda gitmiyorsa, ilk önce diğeriyle konuşuyorum ve ilkinin nasıl tepki verdiğine bakıyorum. Oyuncu yönetimi çok gizemli ve bu, bir yönetmen için en önemlisidir.
Montajda doğru kararlar vermek için ne yapıyorsunuz? Filmi gözden geçiriyor musunuz?
Evet, önce eşimle birlikte, çok sert bakışı var, sonra da çok daha "rahat" bakış açısına sahip bir ya da iki kişiyle. Bunun dışında, kendime zaman veriyorum. Montaj, neredeyse bir yılımı aldı, bu sefer kendim hallettim. Montaj ekibi olmadan. Başka birine uzun süre tahammül etmek hayli zor iş benim adıma.
_______________________________________
(*) Positif, Paris, Temmuz-Ağustos 2018.
Bu söyleşi, 15 Mayıs 2018'de Cannes'da gerçekleştirilmiştir.