–Diğer kusurlar gizlenebilir ve gizliden gizliye beslenebilir; öfke ise kendini açık eder ve biçim kazanır, büyüdükçe de görünürlüğü artar. Saldırmak üzere olan hayvanların birtakım işaretler verdiklerini, bedenlerinin olağan ve sakin durumunu değiştirip yırtıcı bir görünüm kazandıklarını bilmez misin? [...] Saklaması güç diğer bazı tutkuları da elbette göz ardı etmiyorum. Şehvet, korku ve cüret de kendini belli eden tutkulardır ve tahmin edilebilirler. Aslında çehrede değişim yaratmayan hiçbir kuvvetli tahrik yoktur. Peki o halde fark nedir? Fark şudur ki diğer tutkular kendiliğinden görünürdür, öfke ise kendini gösterir.
–Öfkeden daha büyük düşman var mıdır? İnsan yardımlaşmak için doğmuştur, öfke ise karşılıklı yıkım için vardır. İnsan biraraya gelmek, öfke ayırmak ister. İnsan fayda sağlamak, öfke zarar vermek ister. İnsan tanımadıklarının dahi yardımına koşmak, öfke en kıymetlilere dahi saldırmak ister. İnsan başkalarının iyiliği için kendini harcamaya dahi hazırdır, öfke ise ancak başkalarını da beraberinde sürükleyecekse tehlikeye atılır.
–Öfke cezalandırmaya teşnedir. İnsanın huzur dolu gönlünde bu tür bir arzunun yer edinmesi insan doğasına hiç de uygun değildir. Doğrusu insan yaşamı fayda ve ahenk üzerinedir. İşbirliğine ve yardımlaşmaya bağlıdır ama bunun temelinde korku değil, karşılıklı sevgi yatar.
–Öfke ne muharebelerde ne harplerde faydalıdır. Öfke telaşa yatkındır ve tehlikeden kaçınmazken başkalarını da beraberinde sürüklemek ister. En güvenilir erdem, kendini uzun uzun ve etraflıca değerlendiren, kendine hâkim olan, yavaşça ve tasarlayarak kendini ön plana çıkarandır.
–Öfke olmadan cesur olamayan insanlar haricinde hiç kimse öfkelenerek daha da cesur olmaz. Haliyle öfke erdeme destek olmak için değil, onun yerine geçmek için gelir. Hem öfke bir iyilik olsaydı en kâmil insanlarda bulunması gerekmez miydi? Gelgelelim asabilerde, çocuklarda, yaşlılarda ve hastalarda bulunur. Zira doğası gereği her türden zayıflık şikayete yatkındır.
–Zenon'un dediği gibi: "Akıllı adamların gönüllerinde de iyileşen yaraların izi kalır."
–Asabiyet şu kötü özelliğe sahiptir: İdare edilmeyi istemez. Eğer hakikat onun arzusunun aksine tezahür ederse doğrudan hakikate öfkelenir. Gözüne kestirdiklerine bağıra çağıra, isyan edercesine ve vücut hareketleriyle, hakaretler ve lânetlemeler eşliğinde saldırır.
–Dediklerine göre en büyük jimnastik eğitmeni olan Pirus, yarışmaya hazırladığı atletleri öfkelenmemeleri konusunda her zaman uyarırmış. Çünkü öfke zanaatlarını bozuyormuş ve öfkelendiklerinde yalnızca zarar verecek bir fırsat kolluyorlarmış. Bu yüzden mantık genelde sabrı öğütlerken, öfke intikamı öğütler.
–Birileri, "Öfkeden azade gönül miskindir." diyor. Eğer gönülde öfkeden daha sağlıklı bir şey yoksa bu doğrudur. Ne avcı olmak gerekir ne av; ne yumuşak kalpli olmak gerekir ne gaddar. Birinin gönlü gereğinden fazla yumuşak, diğerininkiyse gereğinden fazla katı olabilir. Bilge kişi ise ölçülüdür ve daha büyük cesaret gerektiren işlerde öfkesini değil gücünü kullanır.
–İç savaşta kazandığı zaferi en merhametli bir şekilde kullanan Gaius Caesar ne karşı kampta ne de tarafsız görünen kişilerce Gnaeus Pompeius'a yazılmış bir sandık dolusu mektubu ele geçirip yakmıştı. Ölçülü de olsa öfkelenmeye alışmış biri olmasına rağmen yine de öfke duymamayı tercih etmişti. Her kim ne hata yapmışsa bunu bilmemek, onun nazarında merhametin en cömert bir türüydü.
–Asabiyeti en çok besleyen şey ölçüsüz ve tahammülsüz bir rahat yaşamdır. Gönül meşakkat çekerek yontulmalıdır ki bir darbe esaslı olmadığı sürece o darbeyi hissetmesin.
–Başkalarının kusurları gözlerimizin önündedir, kendi kusurlarımızsa arkamızdan gelir. Yani oğlunun münasebetsiz âlemleri, oğlundan daha da beter olan bir babanın tepesini attırır, kendi aşırılıklarını dizginlemeyen kişi başkalarınınkine müsamaha göstermez, tiran katile öfkelenir, tapınak soyan kişi hırsızı cezalandırır. İnsanların büyük kısmı yanlışlara değil, yanlış yapanlara öfkelenir. Kendimizi özdenetime tâbi tutup kendimize şu tavsiyeyi verirsek bu bizi daha ılımlı biri yapar: Bu tip bir şey yapmadığımıza emin miyiz?
–Öfkenin en etkili ilacı ağırdan almaktır. Bunu da başlangıçta affetmek için değil, doğru yargıya varmak için isteyesin: öfkenin öncül dürtüleri şiddetlidir, bekledikçe durulur. Öfkeyi hemen tümden ortadan kaldırmaya çalışmayasın zira o zaten kısım kısım parçalanarak tümden yok olacaktır.
–İntikam, acının itirafıdır.
______________________ *Seneca, Öfke Üzerine, çev. A. Doğucan Hanegelioğlu, Doğubatı, 2024.
Hatırladıklarım ekseriyetle olumlu diyebilirim. Başarılı bir çocuktum okulda. Beşinci sınıfa kadar Almanya'da okudum, sonra ailemle birlikte İstanbul'a taşındım, burada tamamen bambaşka bir sistemle karşılaştım. Üniforma giyiyor, kravat bağlamayı öğreniyorduk, ama Alman okulu öğrencileri olarak bir nevi kendi kabuğumuza çekilmiştik. 2000'li yıllarda İstanbul'da genç olarak liseden mezun olmak bir serüvendi.
Kendi okul deneyimleriniz yeni filminizi ne ölçüde şekillendirdi? Projenin çıkış noktası olarak sayılabilecek özel bir olay yaşandı mı hiç?
Öğrenciler Beden Eğitimi dersindeyken boş sınıfları dolaşan iki çocuk vardı sınıfımızda. Milletin ceketinden, cüzdanından söğüşlerlerdi. Bir süre böyle devam etti bu. Herkes bilirdi bilmesine de diyemezdi zira ispiyoncu olmak istemezdi kimse. İyi hatırlıyorum, bir gün Fizik dersindeydik, üç öğretmen sınıfa girdi ve "Tüm kızlar dışarı, tüm erkekler, cüzdanlarınız masaya!" dedi. Johannes ve ben birlikte tatildeyken bu olayı hatırladım. Johannes'e annemlerin temizlikçisinin hırsızlık yaparken suç üstü yakalandığını söylemiştim. O da Matematik öğretmeni olan kız kardeşinden bahsetti. Okullarında bir olay yaşanmış. Öğretmenler odasında hırsızlıklar oluyormuş. Bu konuşma bizi okul yıllarımıza götürdü ve bu hikâyenin etkileyici olabileceğini düşündük.
Mevcut okul işleyişiyle ilgili nasıl araştırmalar yaptınız?
İlk olarak Berlin'deki eski okuluma gittim, müdürümüz hatırladı beni, çok da sıcak karşıladı. Aslında burada çekim yapmak istiyordum, ancak mali sebeplerden ötürü olmadı. Müdür beyin senaryoya gömlek giydirirken katkısı oldu, aynı şekilde Johannes'in kız kardeşinin de. Genel olarak, çeşitli eğitim alanlarından isimlerle ayaküstü sohbetlerimiz oldu; öğretmenler, okul müdürleri, psikolojik danışmanlar ve Beden Eğitimi öğretmenleri. Hepsi de, bazıları filmde görülebilir, takım ruhunu gelişimine yönelik tekniklerden bahsetti.
Kendi okul yıllarınıza kıyasla neler değişti peki?
O dönemler öğretmenler sadece çantaları incelerdi, şimdi mümkün değil bu. Araştırmalarımızda bunu fark ettik. Böyle bir prosedür, şayet öğrencinin "rızası varsa" uygulanıyor. Bundan dolayı, filmde "Gönüllülük esastır, saklayacak bir şeyiniz yoksa korkacak bir şeyiniz de yoktur" ifadesi birkaç yerde geçiyor. Bu tavır tabii ki samimiyetten uzak, zira böyle bir süreç öğretmenle öğrenci arasında eşit zeminde gerçekleşmiyor. Okul yıllarıma kıyasla en çok değişen şey, hiç şüphesiz iletişim kanalları. Bugün, Whatsapp grupları marifetiyle, veliler birbirleriyle görüşebiliyor. İletişim çok daha hızlı. Bir problem olduğunda, hemencecik tartışılıyor. Ayrıca, günümüzdeki anne babaların, özellikle de çocuklarını "çok iyi" okullara gönderenlerin, daha özgüvenli olduğunu görüyorum.
Hikâyeyi geliştirirken temel amacınız neydi? Neleri dikkate aldınız?
Öğretmenler Odası, toplumumuza bir ayna tutuyor. Okul güzel bir çocuk parkı çünkü size küçük bir dünya, minyatür bir toplum sunuyor: Devlet başkanı, bakanlar, basın, halk... Ancak Öğretmenler Odası pek çok konunun üstünde duruyor. Hakikatin izinde oluş ya da hakikate nasıl inandığımız benim için asli bir mesele. Neye inandığımızın sorusu da soruluyor filmde. Çocuk annesine inanmak istiyor, anneyse adalete. Asparagas haberler, linç kültürü ya da her toplumun bir günah keçisine ihtiyaç duyması gibi diğer temalar mevcut diyebilirim.
Karakterleri nasıl geliştirdiniz?
Öğretmenler Odası'nın karakterlerini geliştirirken işe sınıf, öğretmen ekibi, başroldeki öğretmen ve memurdan oluşan bir grup kurarak başladık. Öğretmenler ve öğrenciler için çeşitli roller yazdık. Oyuncu seçimi sırasında, sınıftaki her öğrencinin önemli olduğunu fark ettim. Çocukları ana karakterler ve figüranlar diye ayırmak gönlümden geçmedi. "Birlikte hareket ediyoruz, herkes kıymetli" sloganıyla sınıfı bir kolektif olarak tasarladık. Oyunu hepimiz oynuyoruz. Bazı çocukların replikleri olmasa bile, her birinin katkıda bulunma imkanı olmalıydı. Yetişkin rolleri için Johannes ve ben, beğendiğimiz karakterleri yazdık ve cast direktörümüz Simone Bär, fevkalâde oyuncu önerilerinde bulundu. Bu şekilde ekibimizi oluşturduk.
Leonie Benesch'i neden başrole seçtiniz?
Ormandaki bungalov evimizde aktörlerin fotoğraflarıyla kaplı bir duvarımız olduğunu hatırlıyorum. Leonie Benesch'in fotoğrafı görüşmelerimizden önce de halihazırda vardı. Filmi hep onunla hayal ettim çünkü uzun yıllardır çalışmalarını beğeniyordum. Başka oyuncu seçimleri yapmış olsak bile, onun Carla Nowak'ımız olduğunu hemen anladım.
Carla Nowak kim?
Carla Nowak tam olarak seyircinin filmde algıladığı ve yorumladığı kişi. Özel hayatını göstermemeyi özellikle tercih ettik. Arabasını, nerede yaşadığını, erkek arkadaşının olup olmadığını göstermiyoruz. Bunlar fuzuli. Tartışmalar yaşandı, çünkü kimileri onun hakkında daha detaylı bilgi sahibi olmak istiyordu. Ama ben kararımdan hiç vazgeçmedim. Carla Nowak'ın evcil bir hayvanı olmasının ya da evinde renkli duvarlar olmasının ne önemi var ki. Bir insanın şahsiyeti her zaman gergin anlarda, sorunlar ve alması gereken kararlar karşısında ortaya çıkar. Ben bu fikirle rolü Leonie'ye emanet ettim. Nadiren sette bir oyuncuyla çok az iletişim kurmam gerekmiştir. Leonie'nin önerileri her zaman o kadar iyiydi ki neredeyse hiç müdahale etmek durumunda kalmadım.
Diğer karakterlerin seçiminde sizin için önemli olan neydi?
Ekip Simone Bär'a çok şey borçlu. Bana sürekli çok sayıda iyi oyuncu olduğunu ve kimsenin gruptan ayrılmadığından emin olmamız gerektiğini söyleyip dururdu. Bu film için doğru yaklaşımın bu olduğunu düşündüm çünkü filmimizi kolektif bir çalışma olarak görüyorum. Thomas Liebenwerda karakterine gelince, renkli bir kişiye yer vermemizin cezbedici olabileceğini düşündüm. Michael Klammer ile Liebenwerda gibi birini ırkçılıkla suçlamanın saçmalığı hakkında konuşmuştum. Gel gör ki tuhaf zamanlarda yaşıyoruz ve film de bir bakıma zamanımızın bu keşmekeşliğini gösterme girişimi. Twitter'a girmeniz yeterli. Rafael Stachowiak'ı ekibe aldım çünkü Lehçe bilen bir oyuncu istiyordum. Michael Klammer gibi o da tiyatroyu çok iyi bilen birisi. Carla Nowak'ın Polonya kökenli olması fikri aklıma geldi çünkü kendisiyle Türkçe konuştuğumda bana düzenli bir biçimde Almanca cevap veren bir Türk meslektaşımla yaşadığım bir tecrübe olmuştu. Bu beni rahatsız etti. Odada birkaç kişi olduğunda, kaba olmamak için yabancı dilde konuşulmayacağını bilmeme rağmen. Bu durumu, Carla Nowak ve Milosz Dudek ile birlikte gösterdim. Bu asimilasyonla, fark edilmek istememekle, kendi kökeninden utanmakla alakalı. Okulun memuru olarak gördüğümüz Eva Löbau tek kelimeyle olağanüstüydü. Aynı anda hem inanılmaz derecede kırılgan hem de komik olabiliyordu. Onu bütün gün izleyebilirdim. Ayrıca Sarah Bauerett, Anne-Kathrin Gummich ve Kathrin Wehlisch. Hepsi harikulâde meslektaşlar. Böyle muhteşem ekibi bir araya getirdiğim için çok şanslıyım.
Sınıfı, yansıttığınız günlük okul yaşamını nasıl bu kadar özgün kılabildiniz?
Çekimler sırasında oyuncu kadrosu, yetişkinler ve çocuklarla konuşmak adına sabahları 45 dakika ayırıyordum: Havadan sudan mevzular, rüyalar, korkular, kimlikler, utançlar... Amacım, bir günlük çekimle ilgili baskıyı ortadan kaldırmaktı. Bu sırada çekim ekibim dışarıda bekliyordu. Görüntü yönetmenim Judith Kaufmann çoğu zaman sabırsızlanırdı, çünkü Kasım ayındaki çekimler boyunca sınırlı olan gün ışığından nasiplenmek istiyordu. Bizi etkileyen konular hakkında konuşmak için oyuncularla bir toplantı düzenlemek niyetindeydim. Güven inşa etmek, sette özgür hissetmek adına çok verimli oldu bu ve çoğu durumda sadece birkaç çekim yeterli oluyordu.
Çocukları nasıl buldunuz, onlarla nasıl çalıştınız? Filmin ne hakkında olduğunu nasıl açıkladınız?
İlk işimiz beşinci sınıfı oluşturmaktı, yani on bir ile on dört yaşları arasındaki çocukları arıyorduk. Bu yaş grubu, hem çok gelişmiş hem de çok hayalperest çocuklardan oluşuyor. Bu yaş grubu hakkında fikir elde etmek için çok sayıda çocuk görmek benim için önemliydi. Çocuk oyuncu sorumlumuz Patrick Dreikauss ile beraber dört ya da beş çocuktan oluşan grupları bir oyun sahnesini oynamaları için davet ettik. Ben öğretmen rolünü oynuyordum ve benim önümde örneğin Fridays of Future (Gelecek için Cumalar) yürüyüşüne neden katılmak istediklerini tartışmaları ve metin verildikten sonra doğaçlama yapmaları gerekiyordu. Böylece iyiyle kötüyü birbirinden ayırdık ve hangi çocukların çelik gibi olduğunu çabucak görebildik. Oyuncu seçimi iki hafta çok yoğun geçti, Oskar'ı bulmak da aynı şekilde. Yaklaşık 23 çocuktan oluşan grup tamamlandığında, her biriyle tek tek konuştum. Takım ruhuyla ilgili: Burada çocuk değilsiniz, dedim, iş arkadaşısınız. Filmde yer alan ana temalar hakkında değil de çekim planını nasıl okumaları, sette neye dikkat etmeleri ve benzeri konularda bilgi verdim. Dayanışma, aile fikri önemliydi. Sette Leonie'yle sabah konuşmalarımız olurdu, ardından provalar, sonra da çekimler.
Rubik küpüne nasıl karar verdiniz?
Johannes ve ben matematik, algoritmalar ve ispatlar hakkında konuşmuştuk. Bu soyut kavramsallaştırmayı nasıl görselleştirebileceğimizi merak ettik. Rubik küpünde karar kıldık, çocuksu bir yanı var çünkü. Matematik derslerinde çocuklar bir ispatın, hatasız kabul edilen bir ifadenin doğruluğundan kaynaklandığını öğrenirler. Carla Nowak'ın hikâyede başarısız olduğu nokta tam da burası. Her şeye rağmen, belirsizliğini koruyor. Hırsız Bayan Kuhn mu? Kim bilir? Masum da olabilir. İhtimal sürüyor. Durum böyleyken hiçbir şeyden emin olamıyoruz. Carla Nowak da bunun farkında, büyük bir ikilem çıkıyor ortaya. Filmin çok etkileyici bir finali var.
Finaldeki bu imgeye nasıl ulaştınız? Yorumunuz nedir?
Son sahnedeki imge Johannes'in fikriydi. Ben bunu bir yorum, bir direniş çağrısı olarak görüyorum. Bir sistemin sizi alaşağı etmesine izin veremezsiniz. Oskar'ın yaptığı takdire şayan. Golyat'a karşı Davud gibi. Ona bu fırsatı vermek istedim. Öğretmenler Odası'nı yazma sürecinde Herman Melville'in Bartleby adlı öyküsünden çok etkilendim. Bu, ana karakterin ölümü ve "Ah Bartleby, ah insanlık" cümlesiyle biten bir reddetme hikâyesi. O dönemde daha çok tüketim toplumunu eleştirmekle ilgiliydi. Kitap 20 yıldan fazla süredir bende duruyordu. Çekimlerden önce Leonie'ye bir kopyasını verdim. Okuduktan sonra bana hikâyenin onu gerçekten depresyona soktuğunu söyledi. Çok güldüm. Dürüst olmak gerekirse, Öğretmenler Odası'nı çalışırken finaldeki göndermenin ne olacağını ben de tam olarak bilmiyordum. Ancak burada bir gösteri yapmak değil de bir soru sormak söz konusu. Bu yüzden film çekmeyi seviyorum. Bir filmi yazma, kurgulama süreci daima bilinmezliğe bir yolculuktur. Yolculuğun sizi nereye götüreceğini bilirseniz, sıkıcı olur. Bazı filmlerle sonrasında hangi duygunun sizde tebarüz edeceğini daha çok bilebilirsiniz. Filmimizdeyse bunu bilmiyordum. Bir keşif süreciydi.
Çok empatik ve insana dokunan bir sinema tarzınız var. Benimsediğiniz hikâyeleri anlatmak kolay mı?
Çekim yapmak kolay, yönetmenlik kolay. Ama bir hikâyeyi geliştirmek, doğum yapmak gibidir. Senaryo yazma süreci ciddi bir disiplin ister. İyi olana dek pek çok sorgulama yaparsınız, yazarsınız, yeniden yazarsınız, çöpe atarsınız. Benim için kolay olduğunu söylersem yalan söylemiş olurum. Ama bu da kolay olmamalı. Yazmak; yönetmek, kurgu, değerlendirme gibi film yapımının bir parçasıdır. Bunların hepsi sinemadır. Bundan ötürü, yazmak benim için gösterinin ayrılmaz bir parçası, elinizdeki materyalle yüzleşmedir: Ne anlatmak istiyorum, bu filmle nereye varmak istiyorum? Bunlar kolay sorular değil, bilakis çoğu kez beni umutsuzluğa itiyorlar. Ancak bu işi beni yüreklendiren, benimle ve toplumsal gerçeğimizle ilgili olan bir şeyle uyuşabilirsem yapabilirim sadece. Her senaryonun ve her filmin sabah kalkmaya değer bir yanı olmalı ve yazım aşamasında kalkmak hiç de kolay değildir. Çünkü senaryonuzla pek çok kişiyi, yapımcıları, oyuncuları, heyetleri ikna etmek zorundasınız. Her senaryoda kendinizi açıklıyorsunuz, insanlara takdim ediyorsunuz ve bunu beğenmelerini bekliyorsunuz. Dramaturjiyi bir gecede öğrenemezsiniz. Kendinizi sosyalleşmekten çekip almak, yeniden özgürce düşünebilmek, daha önce binlerce kez gördüklerinizi yazmamak genellikle yıllar alır. Yaşlandıkça bunun daha kolay olacağını umuyorum. Aramızdaki dâhilere imreniyorum, bu iş çok çetin.
___________________________________
*Bu söyleşinin Fransızca aslına buradan ulaşabilirsiniz.