Urna’yla nasıl
karşılaştınız? Onun hakkında neden bir film çekmeyi düşündünüz?
Urna’yla 2003’te
Münih’te karşılaşmıştım. Duygusal bir karşılaşmaydı aslında, çünkü o ve ben
Moğolistan’ın iki farklı yerinden geliyor ve Münih’te buluşuyorduk. Başlangıçta
Urna üzerine bir film çekmeye niyetim yoktu, ama sık sık buluşmalarımız ve
kökenlerimiz ya da şöyle ifade edeyim, atalarımıza bağlılığımız ve bunun yıllar
içerisindeki kültürel ilişkileri için yaptığımız konuşmalar beni
heyecanlandırıyordu. Bu buluşmaları izleyen birkaç yıl içinde, birbirimize bir
söz vermiştik. İlişkilerimizdeki fikir teatisini diğerleriyle paylaşacaktık. Bu
ilginç olacaktı. Böylelikle filmin fikriyatı doğmuş oldu.
Cengiz Han’ın İki Atı,
bu iki düşüncenin bir karışımı. O zamanlarda ayrıntılı bir şekilde yazılmış ve
üzerinde derinlemesine konuşulacak bir şey değildi. Daha çok genel bir olguydu:
bir zemin hazırlanmıştı. Filmin şarkısı da ana fikre, akışa uygundu. Bu şarkıyı
Moğolistan’ın bütün çocukları tanıyor, ama sözlerini pek bilmiyorlar. Unutulmaya
yüz tutmuş. Urna, geleneksel müzikleri seviyor, daha çok unutulmuş şarkıların
koleksiyonunu yapıyor. Her yıl Moğolistan’a gidip böyle diğer şarkıları bulmaya
çalışıyor. Onun bu şarkının kökenini Moğolistan’da arıyor olması fikri beni
etkilemişti. Filmin de esas çıkış noktası buydu.
Peki, en başından beri şarkının kökeninde yer alan ve nihayetinde şarkının
hikâyesini tamamlayan böylesi bir inanılmaz kadınla karşılaşacağınızı hesaba
katmış mıydınız?
Bununla ilgili küçük
bir anım var. Filmin çekildiği yıl Ulan Bator’da protestolar vardı. Fikrimiz
şuydu: sabahları başkentten ayrılıp, çekim bitince yine başkente dönecektik.
Ama bir gün uyandığımızda bütün bir şehir tanklarla çevriliydi. Hepimiz, hiç ummadığımız bir şekilde şehirden ayrılmıştık. Şoförlerimizden biri bizi
izlemiş, sonra da şehre dönmek için bizi terk etmişti. Bundan dolayı başka bir
sürücü bulmak zorunda kaldık, bir köylü. Rus markalı bir arabası vardı. Süre
süre bizi Moğolistan’ın ıssız bir yerine sürmüş, tam olarak ne istediğimizi
sormuştu. Ona Cengiz Han’ın İki Atı şarkısını aradığımızı belirttik. O
da bunu bilen birisini tanıdığını ama hayatta olup olmadığını bilmediğini
söyledi. Evet, bu yaşlı bir kadındı. Ve, şansımız yaver gitmişti.
Filmin merkezindeki
esas konulardan biri birlik arayışı. Kırılmış keman Moğolistan’ın bölünmesini
simgeliyor örneğin. Size göre, gelenekler –bilhassa müzik- bu ülkenin birlik
arayışına bir yanıt verebiliyor mu?
Oldukça politik bir
soru. Bu birlik arayışını bulma arzusu, sahiplenme her zaman var olmuştur,
olacaktır da. Eğer bunu gerçekleştirmek
mümkünse, önümüzdeki gerçekle ya da zamanla yüzleşmeliyiz.
Gelenekten bahsedecek
olursak, Urna’nın halk pazarında del (Geleneksel Moğol Giysisi) giymesi, geleneklerin yok olmaya yüz tuttuğu anlamına mı
geliyor? Sizin izleniminiz bu yönde mi?
Kesinlikle. Ulan
Bator’da kültürel bir değişimin olduğunu ve insanların Batı kültürüne uyum
sağlamaya çalıştıklarını belirtebilirim. Daha çok Amerikan kültürüyle bir uyum.
Bu bağlamda, geleneksel kıyafetlerin farklı bir yeri var. Örneğin, 11-13 Temmuz
arası, Moğolistan Ulusal Bayramı. O gün, gencinden yaşlısına, köylüsünden
efendisine kadar herkes geleneksel bir kıyafet giyer.
(Gülüşmeler…) Ateşe
seviyesine çıkmayı hiç istemeyen biri olarak, bunun zamanla pratikte olabileceğini
söyleyebilirim. Filmlerimde Moğol kültürünün geniş bir yayılımı var.
Filmleriniz
Moğolistan’da da gösteriliyor. Orada nasıl karşılanıyor?
Çok farklı. Ağlayan
Devenin Öyküsü ile büyük bir başarıya ulaşmama rağmen, Moğolistan’da bu
filmle tam bir hayal kırıklığına uğradım. Gösterime girdiği ilk hafta sadece 82
kişi tarafından izlenmiş, ben de filmi geri çekmek zorunda kalmıştım. Bunun iki
sebebi var. Birincisi, belgesel olduğu için bunu sıkıcı düşünen seyirciler.
Aslında Moğolistan’da komünist sistem propagandası filmlerini benimsemiş türe
bir önyargı var. Sonraysa belgesel ve insanları korkutabilen propaganda
filmlerine karşı bir tutum. İkincisiyse, Moğolistan’daki herkes Ağlayan
Devenin Öyküsü’nü biliyor. Yani onlara göre yeni ve orijinal bir şey yok.
Moğolistan Sineması’nın
tarihi 1920’lerde başlıyor. İlk film Rusların desteğiyle Moğol bir yönetmen
tarafından çekilmiş. Rusların o zamanki destekleri 1936’lara kadar sürüyor.
Açık ekonomi olmadığı için filmler devlet tarafından finanse edilmiş. Gerek
propaganda filmleri olsun, gerekse toplumsal dramlar sansüre maruz kalmamış.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla sinema endüstrisinin bağları çözülmüş. Bu
geçiş döneminde çok az sayıda film
çekilebilmiş, hatta hiç. Ama zamanla, gelişen teknolojiyle sinema endüstrisi
kendini toparlamış. Artık büyük stüdyolara ya da laboratuvarlara pek gerek yok. Çünkü her şey dijitalleşiyor.
Bugün, dijital teknoloji ve bilgiler bu sahada büyük bir yer kaplıyor.
Sinematografik şemanız
için nasıl bir etki söz konusu?
Münih Sinema Okulu’na
gittiğimde bir belgesel ile karşılaşmıştım, o zamana dek belgesellerin
propaganda filmler olduğu önyargısına sahiptim. Burada, Münih’te, sansür yoktu.
Sansürden koptuğunda belgesel başka bir şey oluyordu. Bunu anlamıştım. Çocukluğum
Moğolistan’da geçmişti, sansürün ne demek olduğunu gayet iyi biliyordum çünkü.
Kötü kapitalistler, iyi sosyalistler vardı ve dünya ikiye bölünmüştü. Ta ki
Münih’e gelinceye dek. Münih’teydim ve kendime bir söz verdim. Sessiz, yorumsuz
ve de propaganda içerikli belgeseller çekmeyecektim. Öyle de oldu diyebilirim.
Niyetim, kahramanlarımın istedikleri gibi kendilerini göstermeleri ve ifade
etmeleri. Bu benim belgesel çekimimin omurgasını oluşturuyor: kurgu ile
belgesel arasında bir karışım yapmak.
Başka projeleriniz var
mı?
Birçok proje üzerinde
çalışıyorum, ama hiçbiri şu zamanda çekilmeye hazır değil. Belki, tüm bunların
bir kurgusu olabilir.
Yine Moğolistan’da mı
çekeceksiniz?
Sadece orası değil ama
yine de bir ihtimal.
Son olarak
okuyucularınız için ne söylemek istersiniz?
Filmimde Moğolistan’ın
güzelliklerini keşfedebileceğiniz harikulade bir keşif yolculuğu dilerim.
Fransızcadan çeviren: Ali Hasar