Bence
yönetmen olarak doğmanız gerekir. Bu bir çocuğun maceralarına benziyor: diğer
çocukların arasında ilk adımı siz atarsınız, bir gizem yaratarak yönetmen
olursunuz. Etrafınızda gördüklerinizi şekillendirir ve yaratırsınız. Kendi
“artistismus”unuz ile insanlara işkence edersiniz – gecenin bir yarısı annenizi
ve büyükannenizi korkutursunuz mesela. Charlie’s
Aunt filmindeki gibi giyinebilir ya da Andersen masallarındaki
kahramanların kılıklarına bürünebilirsiniz. Ağaç gövdesinden koparacağınız
parçalarla kendinizi bir horoza çevirebilirsiniz. Bunlar hep benim kafamı
kurcaladı, bu da aslında yönetmenliğin ta kendisi.
Bir yönetmen VGIK (Sovyetler Birliği Devlet Sinematografi
Enstitüsü) gibi bir okulda bile eğitilemez. Yönetmenliği öğrenemezsiniz. Bununla doğmanız gerekir. Daha anne
karnındayken yönetmen olmalısınız. Anneniz de bir aktris olmalı, böylece bu
özelliği miras alabilirsiniz. Benim annem de babam da sanat konusunda doğuştan
yetenekliydi.
Kısa bir çocuk filmiydi: Moldavian
Fairy Tale (1951). Alexander Dovzhenko filmi gördükten sonra şöyle dedi:
“Tekrar izleyelim.” VGIK tarihinde ilk kez, kurul bir mezuniyet filmini iki kez
izlemeye karar verdi. Şimdi başarılı bir film ve sanat eleştirmeni olan
Rostislav Yurenev şu yorumu yapmıştı: “Parajanov Dovzhenko’yu örnek almış. Bu
destansı ve anıtsal bir yapıt. Parajanov Zvenigora (1928) filmini
izlemiş.”
Dovzhenko şöyle dedi:
“Seni gidi geveze! Otur da beni dinle. O Zvenigora’yı izlemedi.” Sonra
“Neredesin genç adam?” diye sorunca ayağa kalktım. “Doğruyu söyle, Zvenigora’yı izledin mi?” sorusuna “Hayır” cevabını
verdim. “Gördün mü bu saçmalık!” O dönemde Yurenev pek bilinmiyordu. Bir
yönetmenden ötekine koşan, ince yapılı bir adamdı.
Benim mezuniyet filmim,
bir film yönetmeni olarak anlatmaya çalışacağım şeye oldukça yakındı
muhtemelen.
Ama mezuniyet filminiz
kayboldu…
Hayır. Evde duruyor.
O
zaman neden burada retrospektif kategorisinde gösterilmiyor?
Onu unuttum aslında. Burada sadece Andriesh, yani onun daha
uzun bir versiyonu gösterildi. O film de maalesef çocuklara değil, yetişkinlere
hitap ediyordu.
Dovzhenko ve Savchenko düşmanlardı. Sürekli
tartışıyorlardı, anlaşamıyorlardı hiç. İkisi de yetenekli, özel ve önemli
insanlardı. Biri Polonyalı ressam Jan Matejko’nun tarzında çalışıyordu,
Rönesans stillerini deniyordu. Öteki ise bir elmayı, bir ihtiyar adamın
ölümünü, uçup giden bir leyleği tasvir ediyordu. Sanatı, muhteşem çocukluğundan
besleniyordu. Bir tarafta estetiğe çok önem veren biri, öteki tarafta geçmişten
kalan tanrı arasındaki bu çatışma, Dovzhenko’nun stüdyosunda tartışmalara sebep
oluyordu.
Savchenko genç yaşta öldü: Sadece 43 yaşındaydı.
Tabutu içinde yatarken yaşlı bir adama benziyordu. Biz şimdiden ondan 20 yıl
fazla yaşadık. Öğrencileri, öğretmenlerinden yaşlı artık. Vladimir Naumov 60
yaşında, ben ise 64 yaşındayım. 20 yıl daha uzun bir yaşam… Savchenko’nun
kaybı, Dovzhenko’yu derinden sarstı. Sınavlarımızın sorumluluğunu o üstlendi,
diplomalarımızı o imzaladı. Çok cömertti. Özellikle de Alexander Alov, Naumov
ve merhum Felix Mironer hakkında çok hevesliydi.
Görünen o ki o zamanlar VGIK
yetenekli kimselerle doluydu.
Aramızda bazı ilginç insanlar vardı, bunların
içinde tabii ki Dovzhenko da var. Kaybettiğim, benimle aynı dönemden öğrenciler
için çok üzülüyorum. Aralarından dördü artık bizimle değil. Yakın zamanda
arkadaşlarla toplandık, masada dört boş sandalye bıraktık, tıpkı dört mum
yakmış gibi. Sonra arkadaşlarımızın bize bıraktıklarını düşündük. hayatını
Naumov ile film çekmeye adayan Alov;
Marlen Khutsiev ile Spring on Zarechnaya Street (1956) filmini çeken
Mironer; Grisha Grigori Aronov ve Seva
Vsevolod Voronin. Dört arkadaşımız bizi terk etti, bir sonrakinin kim olacağını
hiçbirimiz bilmiyoruz.
Biz, inanılmaz
yetenekli bir adam olan Savchenko tarafından seçildik. Bizi sevdi, taparcasına
sevdi hatta. Bize ilham verdi. Bir mucize gerçekleştireceğimizi günü bekledi
hep. Khutsiev ve Mironer, ilk filmleri Spring on Zarechnaya Street
(1956) için GLKVK (Sovyetler Birliği Film Dağıtım ajansı) ile sözleşme
imzaladığında çok mutlu olmuştu. Mercedes’ine atlayıp Moskova caddelerine
indiler. Khutsiev yeni çoraplar aldıklarını söylemişti. Savchenko onların
yırtık pırtık çoraplarını daha arabanın içindeyken çıkarttırmış. Eskileri
arabadan dışarı atıp, yenilerini giymişler. Onlar artık sadece öğrenci değil,
parası olan film yapımcıları da olmuşlardı.
Alov ve Naumov birlikte
Restless Youth (1958), Pavel Korchagin (1957) ve The Wind(1958)
filmlerini yönettiler. Avant-Garde
akımına da öncülük yaptılar.
Film yönetmek sizin
için ne demek? Gerçek hayat? Rüya? Gizem?
Bence yönetmek esasında
gerçeğin ta kendisi, görüntülere dönüştürülmüş hali: keder, umut, aşk,
güzellik… Bazen, senaryolarımdaki hikayeleri anlatıyorum insanlara ve
soruyorum: “Bu gerçek mi, yoksa ben mi uydurdum?” Herkes “uydurma” diyor.
Hayır, anlattığım şey gerçek. Benim algıladığım şekliyle gerçek.
İlk filmlerinizin
gerçekçi bir yönü vardı. Tarzınızı değiştiren ne?
O günlerde kendi
kişisel tatminim için çalışıyordum daha çok. İşte o günler gerçekçiydi:
jenerasyon, arka plan, üzerinde çalıştığım tuval…
Çalıştım ve acı çektim,
üç despot vardı tepemde. Despotlar Kremlin’deydi. Bugün perestroika (ç.n.
Gorbaçov tarafından başlatılan yeniden yapılanma süreci) zamanı yansıtan bir
kalp elektrosu işlevi görmeye çalışıyor. Belki de bir gün, tüm bu zamanları
işleyen bir kitap ortaya çıkacak ve hakikaten kalp elektrosu gibi olan biteni o
anlatacak. Stalin yükselirken, çorap fiyatlarını düşürdü. İnsanlar memnundu,
çoraplar artık daha ucuzdu. Altı ayda bir çorapların ve atletlerin fiyatlarını
düşürdü. Oysa ekmeğin fiyatı hiç değişmedi… Bir elektro çekimi…
O çağın Sovyet
filmleri, sadece benimkiler değil, bir terörün elektrosu gibiydi. Korkunun
elektrolarıydı. Filminizi kaybetme korkusu, açlıktan ölme korkusu. Kendi
işinizden korkuyordunuz.
Siz bir film yapımcısı
mısınız? Yoksa bir grafik sanatçısı mı?
Ben görüntüleri
şekillendirmeye çalışan bir grafik sanatçısı ve yönetmenim. Yol gösterenimiz,
danışmanımız olan Savchenko, düşüncelerimizin taslağını yapmaya ve onlara
plastik biçimler vermeye teşvik ederdi bizi. Biz film okulunda düşüncelerimizi
çizmek zorundaydık. Giriş sınavında, bizi bir odaya aldılar ve “Ne isterseniz
onu çizin” dediler.
Grafik çalışmanızın
burada, Filmfest München’de aldığı tepkilerden memnun musunuz?
Bu atölye sergisinde
çalışmalarımdan bir kısmını sergiledikleri için çok mutluyum, tam benim
tarzımda bir duvar sergisi. Yirmiye yakın çalışmamı getirdim. Evet, çok değil;
ama bir fikir oluşturmaya yeter. Bu çalışmalar arasında bir çiçek buketi var.
Bu kolaj, oğullarını savaşta kaybetmiş Münih’li annelere adandı. Bu çiçek
buketi bir ayna üzerine yerleştirildi – bu pek rastlanmayan bir motif. Tıpkı
Sovyet anneleri gibi, son savaşta inanılmaz acılar çeken anneler için…
Bazı fotoğraflar
çekiyorum eve götürmek için, gerçekten unutulmaz fotoğraflar. Münih’te Yunan
Ortodoks kilisesine davet edildim. Ayine katıldım ve papazla konuştum. Duvarda
çocukların yaptığı bazı çizimler sergileniyordu. Kraliyet çifti Prens Vladimir
ve Prenses Olga’yı çizmişlerdi. Bütün çizimler de bu tema üzerineydi: harika,
ilkel çizimler. Sosyalist Gerçekçiliğin kurallarını yıkmışlar. Prens Vladimir
bile olduğu gibi gösterilmişti: bir ayağı kısa olan, bu nedenle aksayan
haliyle. Çok keyifli çizimlerdi bunlar, Almanya’dan geriye kalan en güzel
hatıra eşyalarım da bu çizimler.
“Artistismus” derken ne
kastediyorsunuz?
Engel olamıyorum, Lenin’i taparcasına seviyorum. Bir yönetmen olarak onun artistismus’una
hayranım: onun artistik dürtüleri, bir hatip olarak becerileri. Beyni muhteşem
bir şekilde çalışıyor, bir peygamberin beyni gibi güçlü. Dünya onun için
yeterince büyük değildi. Onun artistismus’u onu bir keresinde zırhlı bir arabanın
üzerine çıkardı, sanki orası bir sahneymiş gibi. Orada bir anıt misali
duruyordu; doğuştan aktördü. Artistismus’u takdir ediyorum, artistik yeteneği
yani. Siyasetçiler, arkadaşlar, herkes yetenekli olabilir.
Uyuşuk insanları
sevmiyorum. Brezhnev, benim adıma hareket etmeye çalıştı, beni özgür kılmaya
çalıştı, ama uyuyakaldı. Bizim doğuştan yetenekli konuşmacılara ihtiyacımız
var. Biz artistismus’u severiz. Biz önünde kağıtlar olmadan konuşabilen
siyasetçileri severiz. Biz bu siyasetçilerin eşlerinin onların yanı başında
durmasını severiz. Ancak bazı çevreler, bir kadın, siyasetçinin yanında olursa
bundan hoşlanmazlar. Zeki ve yetenekli bir kadın. Bizim liderlerimiz buna
alışmadılar, eşlerini saklamayı tercih ediyorlar. Bu kadınlar canavar,
patolojik canavarlar. Evet, neden bahsettiğimi biliyorum.
Bakın, dışişleri bakanı
Eduard Shevardnadze’nin karısı ne kadar sevimli ve güzel. Üstelik öylece
duruyor ve asla tek kelime etmiyor. Kafkasya’dan geliyor. Bu kadın nasıl şapka
giyileceğini biliyor. Bir yönetmen olarak, böyle şeylere çok dikkat ediyorum.
Bir şapka kalitenin simgesidir, artistismus’u gösterir, artistik eğilimlerin
göstergesidir. Her şeyden öte, görgü kurallarını simgeler.
Sosyalist Gerçekçilik
sizin için ne ifade ediyor?
Sosyalist Gerçekçilik
gerçekten tanımlanamaz. Öyle ansiklopedik bir kavram değildir. Sadece
kitaplarımızda vardır. Nasıl olur da Sosyalist Gerçekçilik, Sergei ve Georgi
Vasiliev’in Chapayev (1934),
Grigori Kozintsev ve Leonid Trauberg’in The Youth of Maxim (1935) ya
da The Vyborg Side (1939), Mark Donskoy’un Rainbow (1944)
veya She Defended Her Country (1945) gibi filmleri için bir etiket
olarak kullanılabilir? Heyecan verici belgesellerimiz ne olacak? Onlar da
Sosyalist Gerçekçilik miydi? Bu bizim tüm tünyayı sarsacak film Rönesansımız!
Kişi/Birey Kültü buna
bir son verdi. Egemenliğin güzelliklerini, korkunç despotların rejimini
methetmek zorundaydık. Yetenekli yönetmenler böyle filmler yapmak için
ruhlarını sattılar: Mikhail Chiaureli’nin The Vow (1946) ve The
Fall of Berlin (1949) filmleri, dalkavuk sanatçıların boyun eğen
çalışmalarıydı. Artık onları açık açık kınamanın zamanı geldi.
Bazı sanatçılar
kendilerini satabilirler, Chiaureli ve Vladimir Petrov bunu yaptı. Diğerleri de
resmi görevler almışlardı. Büroları dolduran “beyin gücü” insanlarıydı onlar, tıpkı
Mikhail Bleiman ve Grigori Zheldovich gibi. Yetenekli olmalarına rağmen, hiç
şüphesiz bizim sinematografimizi başarısızlığa sürükleyen de onlardı, önde
gelen film karakterlerimizi de beraberlerinde götürdüler.
Bu yüzden meşhur Sergei
Eisenstein öldüğünde, potansiyelinin sadece birazını gerçekleştirebilmişti.
Yetenekli Mikhail Romm öldüğünde, gözü korkmuş ve bitkin bir haldeydi. Sovyet
neo-gerçekçilik ekolünün kurucusu olan, Rainbow ve The
Unvanquished filmlerini
yapan Donskoy bile potansiyelini geliştirememişti. Bu çok büyük bir trajedi.
Sosyalist Gerçekçilik
iyi bilinen bir kavram, peki ya Sovyet Neo-gerçekçiliği?
O dönemle ilgili ne kitap
ne dergi var, ne de konferanslar düzenleniyor. Herkes sessiz. Hatta bir sonraki
nesil bu kavramı tamamen unutabilir. Belki de biri ilk adımı atar ve bununla
ilgili bir şeyler yazar, arşivlerde saklı olan bu dönemi kullanır. Ben kendi
arşivimi açarsam, orada özgürlüğümü elimden alan üç hapis cezası bulursunuz. Bir
de beni kınayan bir mahkeme kararı var, sosyal yapıyı bir ejderha olarak gören
bir sürrealist olduğum için. Sanki Notre Dame’ın tepesine tünemiş koca burunlu
koca toynaklı bir ejderhayım da Paris şehrine bakıyorum yukarıdan. Ben de böyle
bir ejderhaydım, dışarı izleyen ve yeni günün gelişini kıskanan.
Ukrayna’da kaç tane
film yaptınız?
Sekiz film yapmıştım
Ukrayna’da. Dokuzuncu filmim de Shadows of Our Forgotten Ancestors (1964)
idi. İşte tam o zaman ana konumu, ilgi alanımı bulmuştum: insanların
yaşadıkları problemler. Etnografya, Tanrı, aşk ve trajedi üzerine yoğunlaştım.
Edebiyat da sinema da benim için bunlar aslında. Bu filmi yaptıktan sonra,
trajedi dikkat çekti.
Resmi görevliler filmi izlediklerinde, bu filmin Sosyalist
Gerçekçiliğin ve o dönemde sinematografimizi hâkimiyet altına alan toplumsal
çöplüğün tüm prensiplerini yıktığını anladılar. Artık yapacakları hiçbir şey
yoktu, iş işten geçmişti: İki gün sonra Mikhail Kotsyubinsky’nin doğum günüydü.
Yüzüncü yaşına girecekti yaşasaydı. Bu yüzden “bırakalım filmini göstersin”
dediler. Film gösterime girdi. Nasıl olsa sonra da yasaklayabilirdi. Bu sayede
de tüm meseleden bir şekilde kurtulacaklardı.
Ancak entelektüel kesim filmi izlediğinde hareket geçti. Bu film
huzursuzluk dolu zincirleme tepkiler yarattı. Bakanlık benden filmin Rus
versiyonunu yapmamı istedi. Film sadece Ukrayna dilinde çekilmemişti, ayrıca
Hutsul lehçesindeydi. Benden filmin Rusça dublajını yapmamı istediler. Bu
teklifleri kati suretle reddettim.
Daha sonrasında Ermenistan’da Sayat Nova’yı çekmek için Ukrayna’dan ayrıldınız…
O filmi gerçekten çok seviyorum. Gurur duyuyorum. Hepsinden önce, Altın
Aslan ya da Gümüş Tavus kuşu kazanmadığı için gururluyum. Bu işin bir tarafı. Diğer tarafı ise bu filmi olabilecek en zor
koşullar altında çekmiş olmam. Hiçbir teknik ön koşul yerine getirilmedi, hiç
Kodak malzemem yoktu, Moskova’daki boş filmleri işleme imkânı yoktu. Aslında
hiçbir şeyim yoktu. Ne yeterli ışıklandırmam vardı, ne rüzgâr makinem ne de
özel efektler kullanma ihtimalim. Yine de bütün bunlara rağmen, filmin kalitesi
tartışılmaz. Bu durumların neticesi ilkel ve gerçekçi ortamların varlığı oldu, tıpkı
tipik bir köydeki ya da sıradan bir bozkırdaki ortam gibi… Küçük hindiler,
küçük hindiler gibi gösterildi… Gerçek bir durumdan bir peri masalı yaratıldı.
Bütün bunlar “hiper-gerçekçilik” izlenimi vermenin farklı yollarıydı. Eğer bir
kaplana ihtiyaç duyarsam, bir oyuncaktan kaplan yaparım. Bu da gerçek bir
kaplandan daha fazla etki yaratır. Bezden yapılmış bir kaplanın kahramanı
korkutması daha ilginç olsa gerek.
Sayat
Nova (1966)
filminin “Kafkasya’nın filmi” olduğu fikrine katılıyor musunuz?
Bence Sayat Nova İran yapımı bir mücevher kutusu gibi. Dışında güzelliği göz dolduruyor;
harika minyatürleri görüyorsunuz. Sonra açıyorsunuz, içinde daha fazla İran
aksesuarı buluyorsunuz. Olay böyle aslında. Benim kahramanımın annesi bizim için 15 Kürt eteği
yaptı. Çalışan, sokaklar temizleyen, bir evin de işlerini yapan bir Kürt
kadınıydı. Yaptığı fırfırlı etekleri önce kafasında tasarlamıştı sonra
kollarına asıp getirmişti. Yarattığı etki bir Pasolini filmi gibiydi. Bunu
saklamak istemiyorum, altını çize çize anlatmak istiyorum.
Çoğu insan moda olan şeyleri taklit etmeyi sever. Ancak bir şeyi taklit
etmeye başladıkları anda sefalet çeken, fakir ve perişan yaratıklar oldukları
ortaya çıkar. Yine de insanlar bir başkasının ayak izlerini takip eder. Eğer biri
“Filmleriniz Pasolini filmlerini andırıyor” derse ben kendimi muhteşem
hissederim. Daha kolay nefes alabilirim. Çünkü Pasolini benim için bir tanrı
gibi. Estetik tanrısı, bir tarzın efendisi, bir devrin patolojisini sunan kişi…
O kıyafetlerde kendini aştı, o mimiklerde kendini aştı. Onun Oedipus Rex
(1967) filmine bir bakın. Bence kesinlikle usta işi bir çalışma. Onun
oyuncuları, onun kadınlık ve erkeklik hakkındaki hisleri…
Pasolini sıradan bir
Tanrı değil. En yüce Tanrı’ya yakın. Hem yeryüzündeki varlığımızın patalojisine
yakın hem de bizim neslimize. Onun 1001 Nights (1974) filmini yeni
izledim. Benim için, güçlü bir kutsal kitap yorumu bu. Aynı kompozisyondan güç
alıyor, aynı plastik formdan biçimleniyor, kutsal kitaptaki gibi.
Fellini’nin filmlerini
seviyor musunuz?
Fellini’nin
filmlerindeki sihir şaşırtıyor. Onun tanrı vergisi düş gücü inanılmaz. Ama bu
düş gücü tek yönlü ilerliyor – gizemli bir hava vermeye doğru. Karakterlerini
gerçek üstü yapmak için bitip tükenmeyen bir inadı var. E la nave va (And
the Ship Sails On, 1984) filmine bakın. Bir zamanın trajedisi, bir opera
şarkıcı hakkında (Edmea Tetua), savaş (Birinci Dünya Savaşı) hakkında harika
bir film… olan biten her şey bir geminin güvertesinde gerçekleşiyor: La
Scala’dan ünlü bir şarkıcının küllerinin dağılışı – zekice! İnsanlar nasıl onun
kendisini tükettiğini düşünebilir. Bence tam aksine bu film Fellini’nin en iyi
filmlerinden biri. Onun Casanova (1976) filmine bakın!
Shadows of Our Forgotten Ancestors’tan sonraki filmlerinizin milli ve etnografik özelliği mi başınızı
resmi mercilerle belaya soktu?
Doğa bizi doğurur, sonra da bizi yeniden koynuna alır. Doğaya tapmak
zorundasınız: Onun gerçeği, onun ideali, onun anneliği, onun anavatanı. Doğa
hem vatan sevgisini yaratır hem de aşırı düşkünlüğü. Hem hükümetin temel
prensiplerini korumak için hem de ülkeyi büyük bir hassasiyetle sevmek için. Ben
Ukrayna’da Ukrayna’nın sorunlarıyla uğraşan bir Ermeni’ydim. Shadows of Our Forgotten Ancestors ile 23 altın madalya kazandım. İlki Mar del Plata’da, sonuncusu Cádiz’de.
Ukrayna’da tanındım. Ukraynalılar beni sevdiler. Karım Ukraynalıydı, oğlum
Ukraynalıydı. Oysa bazı çevreler bundan hiç hoşlanmadı. Tutuklandım ve beş sene
hapiste kaldım. Sert geçen bir mahkûmiyet.
Hapishanede neler oldu?
Hayatta kalmayı nasıl başardınız?
Sovyetler Birliği esir
kamplarındaki tecrit gerçekten dayanılması çok zor bir durumdu. Asıl trajedi,
ruhsal çöküntüye uğrayıp işimi kaybetmek olurdu. Bu ortamda bir suçlu
olabilirdim. Uzun suç kayıtları olan, kötü yola düşmüş, tehlikeli tutuklular
vardı. Bu ortama düştüm birden, sonrasında sanatım beni kurtardı. Çizmeye
başladım. Dört yıl on bir günden sonra, serbest bırakıldım. Louis
Aragon, Elsa Triolet, sevgili arkadaşım Herbert Marshall ve John Updike
sayesinde özgürlüğüme yeniden kavuştum. Cezamı tamamlamama on bir ay on sekiz
gün kala affedildim.
Bunun haricinde,
mahkûmlar da beni sevdiler, onların itiraflarını dinleme görevini üstlenmiştim.
Her bir suçlunun itirafı, trajedileri ve suçları kulağıma fısıldandı. Tüm
bunlar muhteşem bir senaryo ya da roman gibiydi. Bana verilen hediyelerdi
bunlar. Yüz roman ve altı senaryo aldım; bu senaryolardan dördü yakın zamanda
filme çekilecek. Diğerleri de benim sırrım olarak kalacak. Belki bir gün
basılırlar, belki beyaz perdede görürsünüz, belki de sonsuza dek benimle
kalırlar.
Hapishanedeki yaşam
zordu. Ancak dağılıp parçalanmak yerine, orayı daha güçlü olarak terk ettim.
Dört senaryo yazarı olarak, daha zengindim. Bunlardan biri yapım aşamasında.
Yönetmen Yuri Ilyenko Swan Lake -- The Zone (1990) filmini çekecek, bu
benim kötü yoldakilerin ortamı hakkındaki senaryom. Suç ortamı ve patolojisi
yakında, insanları daha patolojik hale getiren tecrit hakkında… Sizi on gün
boyunca kilitli tutuyorlar, burada hem zihinsel hem cinsel olarak hayatta
kalabilmek için patolojik oluyorsunuz. Çünkü tecrit insanların tüylerini
ürpertiyor. 2000 insanı bir esir kampında, “mıntıkada”, tecrit altında
tutarsanız, trajik şeyler meydana gelir. Trajik durumlar ve patolojiler.
O durumda ne
yaptınız?
Çizmeye başladım.
Grafik sanatına döndüm. Bazı ilginç materyaller yarattım, bu tecritteki
çizimlerim kaldı bende. Arkadaşlarım bütün o pisliğin ortasında kendi işimle ve
ruhaniliğimle inanılmaz bir saflığa eriştiğimi düşünüyorlar. Olabilecek en kötü
hapishane koşullarıyla karşılaştığımda, bir seçim yapmak zorunda olduğumu
anladım: ya dibe vuracaktım ya da bir sanatçı olacaktım. Bu yüzden çizmeye
başladım. Hapishaneden çıktığımda 800 çalışmam vardı. Hapishanede yaptığım
işlerden çoğu Yerevan’da sergilendi. Üç ay sürdü sergi. Sergi kapandığında,
kapısında hâlâ bir kilometrelik kuyruk vardı.
Son filminiz Ashik Kerib bir çocuk filmi –
tıpkı ilk filminiz Andriesh gibi.
Evet, Andriesh,
Ashik Kerib filmine çok yakın. Farklılar ama. Ustalık, deneyim, zaman meselesi
aslında. O zamanlarda masumiyet ve gençliğin ateşi vardı. Andriesh aceleyle yapıldı.
Ashik Kerib nasıl
doğdu?
Yedi
yaşındayken anjin hastalığına yakalanmıştım, annem bana Mikhail Lermontov tarafından yazılan Ashik Kerib masalını okurdu. Çok bilinen bir masal değildi, okullarda okutulmuyordu
artık. Kafkasya’da yaşayan bir Türk kadını bu masalı Alexander Pushkin kadar
iyi bir şair olan Lermontov’a anlatmış. Lermontov hakikaten ciğerime işlemişti
ben çocukken. Ağladığımı hatırlıyorum. Ağlamıştım, çünkü Magul Migeri sevdiğini
bekliyordu. Başka bir adamla evlenmek zorunda kalmıştı ve kendini öldürmek
istiyordu. Aşkına ihanet etmemek için kılıç ve zehir kullanmayı bile denemişti.
Sonra birden Ashik döndü. Bir Amerikan filmi gibi bitiyordu: Mutlu son.
Kendi Ashik
Kerib’imi aramaya başladım, bu Müslüman ozan dünyanın çeşitli yerlerinde
dolaşıyor ve Magul Migeri’yi esaretten kurtarmak için gereken parayı kazanmayı
çalışıyordu. Böyle bir genç adamı gerçekten buldum, komşum olan bir Kürt. 22
yaşında, kavgacı bir tipti: Bir polisi epey bir benzetmişti. Akan çatı yüzünden
bir görevliyi dövmüştü. Araba çalıyor, ağız dalaşına giriyordu. Onunla
tanıştığımda “bu kavgacılığı bir seneliğine bırakabilir misin” diye sormuştum.
“Sonsuza dek bırakabilirim, ne teklif ettiğine bağlı” demişti. Kürtler Müslüman
değildir. O da bir Hıristiyan’dı, ama sahnede bir Müslüman’ı oynadı.
Ashik Kerib filminde müzik çok dikkat çekici…
Kullandığımız bir
Müslüman müziği. Trans-Kafkasya’dan değil bu müzik. Müslüman muram’ı, eski bir rapsodi şarkısı. Müslüman bir ozan ağır ağır dolaşır
dünyayı, rapsodiler söyleyerek. Sonra bu Müslüman, Hıristiyan dünyasına
geliyor, Gürcistan’a. Bu bölümün adı “The Ruined Cloister” (Yıkık Manastır). Burada
“Tanrı birdir” fikri var – sadece tek bir Tanrı vardır. Gürcistan’daki
leitmotifin, sürekli tekrarlanan temanın anlamı budur: Gürcü kilise korosu, onu
Müslümanlar tarafından dövülmekten kurtaran Gürcü çocuklar. Burada, Ashik
kendisi gibi olanlardan dayak yiyordu, çünkü onlar “düşmanın topraklarında, sen
de düşmansın” diye düşünüyorlardı. Belki sen sadece düşmanın topraklarından
geçen bir kardeşimizsin, ama bu da seni bizim düşmanımız yapıyor. Aslında,
müziğin anlatmaya çalıştığı tam olarak bu. Yetenekli bir
Azeri besteciyle çalıştım. Adı Lavanchir Kuliyev’di. Ne istediğimi anlamıştı.
Yapacağı iş çok zordu. Karşısına pek çok zorluk çıkardım, hepsinin üstesinden
geldi. Avrupa müziği bile kullandık: bir “Ave Maria”, Schubert, Gluck,
“Passion”dan motifler. Müzik modern bir dokunuşla, su gibi aktı. İstedik ki
Avrupalı seyirci “Ave Maria”yı Müslüman dünyası ile bağdaştırabilsin.
Film müziklerinde,
kilise müziği de duyduğumu sanmıştım…
Evet, org
müziği, Hıristiyan kilise müziği. “God Is One” (Tanrı Birdir) bölümündeydi,
Gürcistan’da. Çok sesli a cappella kilise müziği duyuluyordu. Sonrası da
Müslüman muram’ı. Halkın filmi anlayıp anlamayacağı başka bir şey. Bir yetimhanedeki
çocuklar şarkı söylediler filmde. Farklı illerden, dağlardan, bozkırlardan
çocuklar geldiler okula, nasıl muram söyleneceğini
öğrenmek için sadece. Şarkı söyleyen çocuklar bir filmde duygusal derinlik
ekleyebilirler. Sadece çok az
film ve birkaç yönetmen iki dünya arasındaki sınırı aşabilir. Yılmaz Güney de
bunlardan biri. Onun, Doğu’dan birinin, Avrupa için filmler yapabilmiş olması
gerçekten müthiş. Bu kültür, dünyanın doğusu ile batısı arasındaki sınırın tam
ortasında kalıyor.
Son üç filminiz - Sayat
Nova, The Legend of Suram Fortress ve Ashik Kerib – bir üçleme oluşturuyorlar mı, konu ya da tarz bağlamında?
Lenin
Ödülü’nü kazanmak için filmleri birbirine bağlayıp üçleme haline getirirsiniz –
sonra da halkın beğenisinin tadını çıkartın! Bu Tengiz Abuladze ve onun üç
filmine oldu. Göze çarpan filmi Prayer
(1969), The Wishing Tree (1977) ve Repentance (1986). Bu üç
film aslında birbirine bağlı değildi. Ortak hiçbir noktaları yoktu. Ona Lenin
Ödülü’nü kazandırmak için bir bahane olarak birleştirildiler. Benzer tarzları,
içerdikleri ifadelerin grafik gücü nedeniyle onlar bir üçleme olarak düşünüldü. Böyle gelişigüzel
övgüye ihtiyacım yok. Benim filmlerimin tek bir ortak noktası var: tarzda bir
benzerlik. Benim hayatım yeterli bir kanıt. Ben bir okul kurmak ya da
birilerine bir şeyler öğretmek istemedim. Beni taklit etmeye kalkan herkes
yolunu kaybeder. Yeteneksiz
genç yönetmenlerden, genç sonradan görmelerden oluşan bir ordu var, sinema
sektörüne gelmişler ve yönetmen olmayı bekliyorlar. Oysa hayatları boyunca
yapmaları gereken nasıl yönetmen olabileceklerini düşünmek olmalı.
Çok uzun zamandır yeni
filminiz Confession’ı planlıyorsunuz.
Ermenistan’a
sinematografik bir itiraf borçluyum, bir tür kişisel kutsal kitap. Annem,
babam, çokluğum, hapishanedeki tecrit, düşlerim hakkında olacak. Ayrıca Sergei
Kirov adına bir kültür parkı yapmak için harap edilen bir mezarlığın
trajedisini de anlatacağım. Mezarlık, komünist Kirov’u onurlandırmak için yer
vermeli. Sovyet vatanseverleri gelir, hayaletler oradan uzaklaştırılır. Nereye
gideceklerini bilemiyor hayaletler, bu yüzden yaşayan varisleri olan benimle barınak
arıyorlar. Onları içeri alamam. Geceyi benimle geçirdiklerini polise rapor
etmek zorundayım. Elektriği bile olmayan ben, bir sigorta acentesi de değilim.
Onlar kötülük bilmezler. Onların nesli, o zamanlar, daha kibardı. Tek
istedikleri benimle kalmaktı. Ben ise onları sevdiğimi kanıtlamak için onların
gözlerinin önünde ölmeliyim. Bu benim
halkıma karşı görevim. Ben Gürcistan’dan bir Ermeni’yim. Ben Ukrayna’da filmler
çektim. Gürcistan’da ve Ukrayna’da parmaklıkların ardında acı çektim. Bazen
gecenin bir yarısı uyanıyorum ve bitlerin saldırısına uğradığımı hayal
ediyorum. Hapishaneye temiz girebilirsiniz, ama o bitler sizin üzerinizde cirit
atarlar. İki saat içinde bitlerle kaplı hale gelirsiniz.
Bir sonraki filminiz ne
olacak? Faust üzerine bir film?
Evet,
ancak Faust üzerine çalışmadan önce, Amerika’ya gitmek ve Longfellow’un The Song of Hiawatha’sı
üzerine bir film çekmek istiyorum. O harika bir iş.
Rusya’da bizim neslimiz tarafından hâlâ epey biliniyor. Ancak kitabın
çevirisini bulmak çok zor; maalesef kimse onu yeniden basma zahmetine
katlanmıyor. Bu filmi Amerika’da çekmek istiyorum, Longfellow’daki manzaraya
karşı. Doğaya, yerlilere, tüylere, atlara, kahverengi derili genç kızlara,
yakışıklı kahramanlara ihtiyacım var. Amerika’da bu film çabucak ve çok az
maliyetle çekilebilir. Akıllı bir yapımcı olasılıkların nerelerde beklediğini,
iyi ilişkilerin nasıl kurulacağını bilmelidir. Doğa gerisini halleder. Doğa
zaten bizim için mükemmel bir set hazırlamış. Hiawatha kıyafetleri de zaten
var. Tek karar vermem gereken şefin kıyafetinde kaç tüy olacağı. Benim filmim
kutsal kitaplardaki hikâyelere benzeyecek, The Song of Hiawatha bu temaların biraz
değişiği sadece. Ashik Kerib de Müslümanların hikâyelerinin bir çeşidi.
Kahramanın doğaya, mizaha, kadınlara, kötülüğe ve güzelliğe bakışından bunu
anlayabiliriz.
Peki Faust?
Faust Almanya’nın
meselesi, Doğu ve Batı Almanya Hükümetlerinin. Bence Almanlar harika insanlar.
Onları ayıran duvara rağmen, aynı tarihi ve ortak bir geleceği paylaşıyorlar.
Umarım film doğru değerlendirilir. Bu film ticari bir proje olarak görülmemeli.
Sanatsal değeri için yapılmalı. Faust gelecek nesil
için önemli. Şu anki nesil yeniden eğitilemez. Televizyon onların hayatlarını
yönetiyor. Sakız çiğnemeyi seviyorlar. Belli kıyafetleri giyiyorlar. Ancak bir
sonraki nesil bunlar olmadan yaşayabilir.
Biz sanatçılar, yönetmenler, siyasetçiler gelecek nesillerin
yetiştirilme tarzını güvence altına almalıyız. Geleceğin Almanları hâlâ anne
karnında… Onlar, “küçük Almanlar”, büyüdüklerinde “büyük Almanlar” olmak
istiyorlarsa Faust’a ihtiyaçları var.
Ashik Kerib’in
prömiyeri için neden Filmfest München’i seçtiniz?
Ashik Kerib’i halka sunmak için Münih’ten başka bir yer seçemezdim. Filmimle
ilgili söyleyecek önemli bir şeyim var. Bu filmi çok seviyorum. Her sanatçı ne
zaman öleceğini bilmeli. Ben bu filmden sonra ölmek istiyorum, çünkü gerçekten
yaptığımla gurur duyuyorum. Bu film, benim sevgili arkadaşım Andrei Tarkovsky
anısına adandı. Tanrı Birdir. Andrei Tarkovsky’nin aziz hatırası için bir dakikalık
sessizlik rica ediyorum…
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder