Özü Aldatmak: Caché
İnsanlar nefisleri söz konusu olduğunda dürüstlükten yana gönülsüzdürler. Kendileri hakkında yalanlara başvurmadan, allayıp pullamadan konuşmayı beceremezler. Ben-perestlik, dünyaya geldiği anda, insanoğluna musallat olan bir günahtır. Kefareti ödenmesi en güç olan günah.
Akira Kurosawa
İnsan yalana karşı ne denli kararlı bir biçimde kapıyı kapatırsa kapatsın yine de yalan bir yılan gibi kıvrılır ve çatlaklardan içeriye sızar. Yılanların kayaların ve taşların altına yuvalandığı gibi, en tehlikeli yalanlar da o büyük heybetli ve güya kahramanca itirafların gölgesine sığınmayı tercih eder.
Stefan Zweig
Şanlı Acziyetler /Telafi Politikaları
İnsan, henüz bir çocuk iken, kendini çevresinden ve diğer insanlardan ayrıştırmaya başlar. Çokluk içinde azalmak ister. Bir benliğe sahip olabilmesi, çocuğun ancak bir ‘ben’e sahip olması ile mümkündür. Benliğini inşa eden insan, bu sefer kendi yapıtını muhafaza etmek ister. Zayıflık, acizlik ve utanma duyguları, insan benini ve benliğini sürekli tehdit eder. Kişi bu duygulara neden olan gerçeklikleri, kolay yoldan inkâr eder veya çarpıtarak sahte bir kabule gider.
Asırların insan tecrübesi göstermiştir ki saf hakikat insanın akıl sağlığını, yoğunluğu ile sıkıntıya sokmuş ve insan bu saf hakikat karşısında özünü korumak için savunma mekanizmalarına başvurmuştur; yani gerçekliği saptırmış, çarpıtmış, yamultmuştur. (Sözlü tarihin gerçekleri değil ancak yorumları olabilir bu nedenle.) Ahlak sistemlerinin dışında bir değerlendirme yapılması durumunda, iddialı bir söylem olabileceğini baştan kabul ederek söylemek gerekirse, kısacası yalan, insan için psikolojik bir ihtiyaç halini almıştır.
Tutarlılık insan zihninin kategorileştirdiği, olmasını talep ettiği bir yanılsamadır. Çünkü insan, gerçek ile arasındaki perdeleri tamamıyla kaldıramaz. O nedenle insan için tutarlılık, insanın ‘olduğu’ ve ‘olmak istediği’ kişi arasındaki fark kadar anlamlı olabilir ancak. Çünkü insanın ontolojik arızası olan ‘yetersizlik ve değersizlik’ hisleri, birtakım savunma ve telafi mekanizmalarını gerekli hale getirir. Kibirlenme, şişinme, nevrotik gurur, varoluşun gerçeklik ile temasını önleyecek patolojik kılıflardır.
Dostoyevski, Yer Altından Notlar’da, tam manasıyla anlamanın mümkün ve makul bir şey olmadığını söyler. Öyle ki, tam manasıyla anlamak hastalıktır. İnsan hep ‘bir yönden’ anlayabilir ve böylece kendine izin verdiği ölçüde kendi dışına (ex-sistere) çıkabilir, hakikatle temas kurabilir. Yalan, kişinin benliğini emniyete alan en bilindik yollardandır. İnsan hiçbir zaman tam bir omnipotansa yani tüm güçlülüğe ulaşamaz. Freud’un Uygarlığın Huzursuzluğu’ndaki teşbihi ile ‘protezli Tanrı insanoğlu’, söylediği yalanlar ile her ne kadar protezini parlatmakla yetinse de, ontolojik acizliğin ve yanılsamaların, dünyaya fırlatılanların kutlu bir yazgısı olduğunu teslim etmeden yapamayız.
Aklı Başında Yalanlar/Kandırılmış Bellekler
Ruhsallığımız (psişe), belleğimizin narsistik süreçlerimize vereceği zararı, inkârları ile iptal eder. Biz, belleğimize ulaşmak için ne kadar çok çabalarsak çabalayalım, yaralanmamak için ruhsallığımız elinden gelen tüm gayreti sarf eder ve eninde sonunda bizi haklı, karşımızdakini ise haksız çıkarır. Bu, bize egonun (das ich) oynadığı kurnaz bir oyundur. Aslında hepimiz, yaşam içerisinde apaçık bir öz-aldatma içindeyizdir.
Ana belleğimize ulaşmak her zaman daha maliyetlidir. Ancak güncel belleğin ellerine kendimizi bir kez bıraktığımızda, ana belleğin doğru, fakat işimize gelmeyen parçalarından kurtulmuş, kendimize çarpıtılmış gerçeklerden korunaklı bir set çekmiş oluruz. Yalan dendiğinde hep karşımızda biri varmış ve biz ona sinsi kumpaslar kuruyormuşuz gibi düşünürüz. Peki, ya kendimize söylediğimiz yalanlar? Öz- aldatmanın en trajik tarafı, kişinin başkasına yalan söylüyorken, aslında yalanı kendisine söylediği gerçeğini örtbas etmesidir. Yalan böylece çift taraflı çalışır ve iki tarafı da peşinden sürükler.
Geçmişin bireye taşıdığı acıların duygusal yükü, bel bükecek kudrettedir. Kişi ilk refleksini bu yükü inkâr ederek verir. Duygular gerçeği haykırıyorken, ego duyuları durduramasa da algıları emri altına alır. Yarına kalması için egonun bu öz-aldatmayı yapması gerekir. Özü muhafaza etmek, her zaman patolojiye davetiye çıkarmasa da, çarpıtma işleminin derecesidir bunu belirleyen. Yalanlar abartılırsa, yaşam, gerçekle gerçek olmayanın birbirine karıştığı acıklı bir sahne oluverir.
Caché’de Teknik Dilin Dokusu
Caché, 2005 yapımı bir Haneke filmi. Türkiye’de ‘Saklı’ gibi yetersiz bir isimle perde buldu. Diğer Haneke filmleri gibi ‘gerilim’ türünde zikredilmekte. Ancak Haneke filmleri ‘gerilim’ tanımlamasıyla yetinecek düzeyde filmler değildir elbette. Caché, hali vakti yerinde entelektüel bir Fransız ailenin birtakım videolar ve şiddet içerikli resimler ile tehdit edilmesini konu almakta. George (Daniel Auteuil) ve karısı Anne’nin (Juliette Binoche) bir video seyri ile başlayan film, diken üstünde devam eder. Filmin ana ekseninde George, geçmişi ile hesaplaşacaktır.
Caché filmiyle Haneke’nin bize anlatmak istediği noktalardan biri, modern dönemde öznenin göz hâkimiyetini artık kaybetmiş olduğudur. Film bir video ile başlar. Sakin bir gündür. İnsanlar hareket halindedir. George’un evi, bilinmeyen bir kamera ile görüntülenmektedir. Ve sonra arkadan, kime ait olduğunu göremediğimiz bir kadın ve bir erkek sesi duyulur. İşte burada bir yarılma (split) ve beraberinde üç soru belirmektedir.
Nerede?
Biz tüm bu olup biteni nereden izlemekteyiz? Bilinmeyen bir kişi tarafından çekilen, George’un evini ve bulunduğu sokağı görüntüleyen videodan mı, George ve karısının daha sonra göreceğimiz, videoyu izledikleri TV’den mi, Haneke’nin kamerasından mı? Biz neredeyiz? Haneke, daha filmin başında, bu vizüel ironi tekniği ile seyirciyi gözlerinden ve gerçeklik duygusunu üreten topografik odaktan çekip vurmaktadır.
Geleneksel sinemada öznel öğeler temizlenir, gerçeklik algısı seyirciye yedirilir. Sanki bu bir film değilmiş gibi, seyirci filmde yaşamaya başlar ve olaylar gerçeklik duygusu ile tutturulur. Fakat Caché’de bunun böyle işlemediğini görürüz.
Haneke filmlerinin genel özelliği, çekim olayının sanallığını ifşa etmesi ve çekimi gözden alıp, seyirciye gerçeklik duygusunu tattırmamasıdır. Bunun sonucu elbette seyircinin huzursuzluğudur. Üstelik bu göz aldatmasından sonra seyircide gürültülü bir paranoya baş gösterecektir: Acaba bu görüntü, Haneke’nin mi yoksa bilinmeyen kişinin kamerasından mı çekilmiştir? Filmde sanal ile gerçek, iç ile dış, şimdi ve geçmiş, ışık ile karanlık formlarının birbiri içine geçtiğini görürüz. Bu gerçekliğin dokusunu kazır. Ve ardından bir tekinsizlik hali zuhur eder.
Kim?
Caché seyircisinin cevabını en çok hak ettiği sorulardan biri de, bu videoları George’a kimin çekip gönderdiğidir. Evinin izlendiği video kasetleri, çocukluğunun geçtiği aile evinin görüntüleri, ailesinin, henüz kendisi küçük bir çocuk iken, evlatlık olarak aldığı Majid’in şimdiki köhne evinin görüntüleri ve ağzı gözü kanlı çocuk resimleri kim tarafından gönderilmektedir? Bunun cevabını seyirci, film boyunca alamaz.
Richard Schickel’in yönettiği ‘Alfred Hitchcock: Master of Suspense’ (1973) isimli belgeselde Hitchcock şöyle söyler: “Gerçek bir endişe yaratmak için seyirciye bilgi vermelisiniz.” Örneğin, seyirci adamın paketinde bomba olduğunu bilmeli fakat adamın kendisi bunu bilmemeli. Haneke’de gerilim üretimi bunun tam tersi işler. Bizzat karakter ifşa etmedikçe, biz ‘kim?’ sorusuna cevap alamayız. Daha da kötüsü, ifşa ettikten sonra da bunun doğru olup olmadığına emin olamayız.
Neden?
Videoları bilinmeyen kişi neden göndermektedir? George’un çocukluk anılarını kim bilmektedir? George karısından gerçekleri neden saklamak istemektedir? Neden? sorusu, insanın anlam verme çabasının en makul yoludur ve tamamen insanîdir. Seyircinin kafasında bu sorular dönüp dururken, Haneke fazlaca ketumdur. Film sanki cevaplar değil de sorular üretmektedir.
Geleneksel sinemada olaylar birbirine neden-sonuç ilişkisi ile bağlanır. Bu bir aşk ilişkisi ise sözgelimi, önce çift tesadüfen tanışır, sevgili olurlar, sonrasında yoğun bir özdeşleşme eşliğinde mutluluk duyguları tavan yapar. Hiç olmayacak bir aksilik meydana gelir ve bir süre ayrılık yaşanır. Çiftlerimiz yanlış yaptıklarını, aslında birbirlerine ait olduklarını anlarlar ve tekrar bir araya gelirler ve final. Bu sıralamaya hepimiz aşinayız. Çünkü böyle bir filmde anlam vermek için çabalamayız. Olaylar kronolojik bir bağ yolu ile akar gider.
Haneke sineması, nedenselliğin oldukça kapalı, hatta bazen hiç olmadığı olaylar örgüsünden oluşur. The Seventh Continent (1989)’te toplu intiharın nedensizliği, Funny Games (1997)’deki iki gencin nedensiz öldürülmeleri ve Caché’de videoların nedeni olmayan gönderimi. Nedensizlik oluştuğunda seyircinin dikkati sadece yaşatılan duyguda kalır ve tatminsizlikle beraber yabancılaşma hissi belirir.
Caché, George ve George’un geçmişiyle hesaplaşmasını konu alır. Aslında videoları kimin gönderdiği çok da önemli değildir. Belki de videoları reji koymaktadır oraya, tamamen kurgusaldır belki de. Caché’yi mühim kılan nokta, yazının girizgahında bahsettiğim bellek çarpıtmaları ve yalanlardır. George, çocukluğunda yalan söyleyerek Majid’i evden göndermiştir ve kendince büyük bir zafer kazanmıştır. Yıllar sonra karşısına tekrar çıkan bu mesele kendisini elbette rahatsız edecektir. Fakat George kesinlikle öz-eleştiri yapmamaktadır. Kitabi bir narsist tepki icra ederek, kendisi haricinde herkesi suçlu ilan etmektedir. Karısına güveni kalmamıştır. Ondan bu olayı bir süre gizleyecektir bu nedenle. Oğlu kaybolmuştur, fakat o hiç de çocuğu kaybolmuş bir baba tepkisi vermemektedir.
George, Majid’e attığı iftirayı yiyip yutmuştur ve benliğine kabul ettirmiştir. Bu, insanın yarına kalma politikasıdır. İlk aşamada suç başkasına isnat edilir. Eğer çare yoksa, benliğe uyumlu hale getirilir. Yalan ve çarpıtmalar, bir aile ilişkisini bilişsel ve duygusal anlamda tahribata uğratır. George’un oğlu Pierrot’u yeteri kadar tanımaması, eşiyle kopuk ilişkileri, aslında yalanın kişinin başta kendisine, sonra da çevrisine bir yabancılaşma edimini zorunlu kıldığını göstermektedir. George çocuklukta, Majid’i evden göndererek bir zafer kazanmıştır. Ancak bu bir yanılsamadır. Başkasına eziyet ederek edinilen zaferlerin, gerçek zaferler olmadığını bilmekteyiz. Pierrot’nun odasında asılı bir poster gibi söylersek: “Zaferin bir bedeli var!”
İmkânsız Uy-uş-ma
Egomuzu benliğimizin gereksinimleri doğrultusunda yetkinleştirdikçe yanılsamalara daha az sığınacağız muhtemelen; ancak şiddeti her ne kadar azalsa da bilincimiz her zaman yanılsamalara ihtiyaç duyacak; zira ontolojik acizliğimiz, bu dünya ile aramızdaki uyuşmazlık hiçbir zaman tam olarak giderilemeyecektir. Gerçek benlikten kopuk tek başına kaim olmaya çalışan ikame ego, bu dünya ile uyuşmazlığımızın asıl sebebidir. İnsan, beni söz konusu olduğunda diğerleri gözünde küçülmekte, insan ilişkileri kazanılması gereken nevrotik bir hak talebi, bir zafer halini almaktadır.
Bir insan kendinin ne kadar farkında olabilir?
Kendini bir obje kılıp kendi üstüne çıkıp, kendini seyredebilir mi?
Rollo May’in tabiriyle öz farkındalıklar dünyasının (eigenwelt) sakini olabilir mi?
Ya da kendine ne kadar samimi olabilir?
Gökhan Özcan
Uzman Psikolog
_________________________________
Yazının yayınlanmasında gösterdiği alaka ve incelikten ötürü Gökhan Özcan'a teşekkür borçluyum.
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder