Fransızcadan Çeviren: Ali Hasar
İnsanlığın sizi hayal kırıklığına uğrattığını düşünüyor, filmlerinizi izlediğimizde onların bir parçası olmaktan utanıyoruz. Bu karanlık kuyunun dibinde bir ışık var mı hâlâ?
Bu röportaj 28 Nisan 1986’da Andrey Tarkovski Paris’teki evinde hasta yatağındayken yapılmıştır.
İnsanlığın sizi hayal kırıklığına uğrattığını düşünüyor, filmlerinizi izlediğimizde onların bir parçası olmaktan utanıyoruz. Bu karanlık kuyunun dibinde bir ışık var mı hâlâ?
İyimserliği veya kötümserliği tartışmayalım. Bunlar anlamsız. İyimser olan insanlar politik ya da ideolojik amaçlar uğruna iyilik yapıyor. Düşündüklerini söylemiyorlar. Bir Rus atasözü şöyle der: “Bir kötümser, oldukça bilinçli bir iyimserdir.” İyimserin düşüncesi ideolojik olarak zararlı, yapmacık ve bütün bir samimiyetten yoksundur. Buna karşılık, umut insanın gerçekliği. İnsan olmak büyük bir nimet. İnsan, umutla doğuyor, gerçeklik karşısında umudunu yitirmiyor, çünkü onun akıldışı olduğunu biliyor. Bütün mantığa karşı kendinde yoğunlaşıyor. Tertullian: “saçma olduğu için inanıyorum.” derken haklıydı. Umudumuz, günümüz kirlenmiş toplumlarına karşı güçlü olmalı. Çünkü; kötülük, her iyilik gibi, umudunu koruyan inançlı bir insanda duyguları harekete geçirir.
Rüyalarımdaki çoğu şeyi biliyorum. Onlar benim için çok önemli. Ama açıklamayı sevmiyorum. Rüyalarım iki kısımdan oluşuyor. Birincisi; gaybdan, başka âlemden gelen peygambervâri rüyalar. İkincisi; gerçeklikle ilişkilerimden gelen anlamsız rüyalar. Peygambervâri rüyalar, uykuya daldığımda geliyor. Ruhum, yeryüzünden ayrılıp dağların zirvelerine doğru çıkıyor. İnsan, yeryüzünden ayrıldığında, yavaşça uyanmaya başlar. Uyandığında ruhu hâlâ temiz, gördükleriyse hâlâ anlamlıdır. Bunlar, bizi derinden özgürleştiren rüyalardır. Ama bu rüyalar çok hızlı bir şekilde yeryüzü görüntüleriyle karıştığı için, tekrardan hatırlanması oldukça zor. Derinlikleri, çizgisel; zamanları içe doğru, sarmal. Emin olduğum bir diğer nokta, zaman ve mekânın sadece onların maddi somutlaşmasında var olması. Zaman, nesnel değil.
Neden Solaris’i sevmiyorsunuz? Acı verici olmadığı için mi sadece?
Solaris’in alt-metnindeki bilinç kavramının oldukça iyi yedirildiğini düşünüyorum. Filmde aşırı derece bilimsel terimlerin olduğu doğru. Uzay istasyonları, uydular, bunlar beni ciddi bir şekilde rahatsız ediyor. Modern ve teknolojik hileler bana göre insanın yanlış düşüncesinin bir göstergesi. Modern insan; seküler gelişimiyle, gerçekliğin çıkarcı tarafıyla çok meşgul. Sadece beslenmeyi bilen yırtıcı bir hayvan gibi… İnsanın âleme ilgisi kayboldu. Şimdilik bir toprak solucanı gibi büyüyor: toprak yutuyor, sonra arkasında pek çok küçük pislik bırakıyor. Bir gün hepsini yediği için toprak kaybolursa, buna şaşırmayalım. Bizi hakikatten uzaklaştırıyorsa evrenin derinliklerine gitmenin pek de anlamı yok.
Bir ayağı birinci geminin güvertesinde, diğer ayağı ikinci geminin güvertesinde olan bir insan olarak… Gemilerden biri dümdüz gidiyor, diğeriyse sağa doğru sapıyor. Yavaş yavaş suya düştüğümü fark ediyorum. İnsanlığın geldiği nokta bu. Eğer suya düşmek üzere olduğunu fark etmezse, onu oldukça karanlık bir gelecek bekliyor. Ama eminim ki er ya da geç bilinçlenecek. Uykusunda kanaması hiç dinmiyor insanın, uyumadan önce de yara bere içinde kalıyor. Sanat, insanın manevi bir varlığını, sonsuz ve kudretli İlah’ın bir parçası olduğunu ve de sonunda tekrar O’na döneceğini hatırlatmak için var. İnsan, bu sorularla ilgilenir, kendine bu soruları sorarsa, manevi olarak zaten kurtulmuştur. Cevabın hiçbir önemi yok. Biliyorum ki bu andan itibaren artık eskisi gibi yaşamayacaktır.
Filmlerinizi beğenenler, Spielberg’in filmlerini de beğeniyorlar. Spielberg’in filmlerini izlediniz mi? Ne düşünüyorsunuz?
Bu soruyu sorarak, söylediklerimi hiç dikkate almadığınızı gösteriyorsunuz. Spielberg, Tarkovski… Bunlar sizin için birbirine benzeyebilir, ama yanılıyorsunuz! İki türlü yönetmen vardır: Sinemayı bir sanat görüp kişisel sorular soran; onu bir acı, armağan, zorunluluk olarak kabul eden yönetmen! Diğeriyse, sinemayı para kazanma aracı olarak gören yönetmen! Bu ticari sinemadır. E.T. mesela. İnsanları memnun etmek, eğlendirmek için çekilmiş bir filmdir. Spielberg amacına ulaştı, yeteri kadar para kazandı. Bu benim hiç tenezzül bile etmediğim bir amaç. Bana göre tüm bunlar özgünlükten yoksun olmak demek. Örnek vereyim, Moskova’da turistler dâhil 10 milyon kişi yaşıyor ve sadece üç adet klasik müzik konser salonu var. Çaykovski Salonu, Konservatuarın büyük ve küçük salonu. Küçük yerler ama herkesi memnun edebiliyor. Şimdiye kadar, kimse kalkıp da bana Sovyetler Birliği’nde müziğin hiçbir rol oynamadığını söylemedi. Bu manevi, kutsal sanatın varlığı bile yeterli. Bana göre,kitlelere yönelik sanat anlamsız. Sanat, asil ve manevi olandır.
Yine de Sovyetler Birliği’ndeyken tanınıyordunuz. Filmlerinizi izlemek isteyenler, gişe önlerinde kavga ediyordu…
Birincisi, Sovyetler Birliği’nde film çekmesi yasaklanmış bir yönetmen olarak tanınıyordum. İkincisi, benim için olduğu kadar seyircilerim için de önemli olan ruhun derinliklerinden gelenleri çekmeye çalışıyorum. Üçüncüsü, filmlerim bir ifade biçimi değil, bir duadır. Film çektiğimde bu benim için bir düğün gecesi gibi oluyor. Bir resmin önüne yanan bir mum ya da çiçek koyduğum zaman, seyircim onunla bütün samimiyetiyle konuşur, hâl dilini anlar. Çok basit, kötü ya da zeki bir biçimde ortaya bir dil koymam, çünkü düşüncelerdeki tiranlık diyalogu bozar. Ayrıca, şuana kadar zamana yayıldım. İnsanlar bir benzerini yapmayıp doğal bir dille konuştuğumu, onları aptal yerine koymadığımı anladıklarında çektiğim filmlerle ilgilenmeye başladılar.
Bu tip şeylerin benim açımdan bir önemi yok. Bir Ortodoks olarak Rusya’yı benim manevi vatanım olarak görüyorum. Bir daha orayı göremeyecek olsam da bunu reddedemem. Kimi, hakikatin Doğu’dan, kimi Batı’dan geldiğini söylüyor. Ama ne var ki tarih bizleri şaşırtabiliyor. Sovyetler Birliği’nde dini ve manevi bir uyanışa tanıklık ediyoruz artık. Bu göz ardı edilebilecek bir şey değil.
Ölümün ötesinde ne görüyorsunuz?
İnsan ruhunun ölümsüz olduğuna inanıyorum. Ölüm, ölüm değil. O yeniden bir doğuş. Bir tırtıl nasıl bir kozaya dönüşüyorsa, ölümden sonra da bir hayat var ve bu, insanda korku verici şekilde kendini gösteriyor. Telefonun fişini prizden çekmek kadar basit aslında. İstediğimiz gibi yaşayabiliriz. Tanrı’nın bizim yaptıklarımıza hiç ama hiç ihtiyacı yok.
Kendinizi insanlığa neden borçlu hissediyorsunuz?
Bu ilk başta Tanrı’ya, sonraysa insanlığa karşı bir hizmetim. Sanatçı, insanlardaki düşünceleri toplayıp bir noktada yoğunlaşır. Sanatçı, insanların sesidir. Gerisi, sadece iş ve tutsaklıktır. Benim etik ve estetik duruşum bu bilinçle şekilleniyor.
Söylemek istediklerimi filmlerimde söyledim. Ben, beni inşa etmeyen insanların kürsüsüne çıkamam.
Mühürlenmiş Zaman kitabınızda “Baksanıza, bu benim! Nasıl da acı çekiyorum! Nasıl da seviyorum! Ben! Ben! Benim…!” şeklinde ifadeler kullanıyorsunuz. Ünlü bir sanatçı olarak bu ego sorununu nasıl çözdünüz?
Mühürlenmiş Zaman kitabınızda “Baksanıza, bu benim! Nasıl da acı çekiyorum! Nasıl da seviyorum! Ben! Ben! Benim…!” şeklinde ifadeler kullanıyorsunuz. Ünlü bir sanatçı olarak bu ego sorununu nasıl çözdünüz?
Henüz çözmüş değilim, ama Doğu kültürünün gizemini ve etkisini sürekli üzerimde hissettim. Doğu insanı, birbirini yardımlaşmaya davet eder. Halbuki Batı’da insanların yaptığı; gösterişte bulunmak, kendini belli etmek. Bu bana sahte, yapmacık geliyor; ayrıca hem manevi hem de insancıl değil. Bundan dolayı gittikçe Doğu’ya kayıyorum.
Hoffman’ın hayatını çekmekten neden vazgeçtiniz?
Vazgeçmedim, daha sonraya ertelemiştim. Kurban’ı çekmek daha önemliydi. Hoffman’ın hayatı romantik bir film olarak çekilmişti. Romantizm, tipik olarak batı yaşantısına ait. Bu bir hastalık. İnsan yaşlandığında gençliğini dünyayı romantiklerin gördüğü gibi görüyor. Romantik dönem manevi olarak zengindi, ama dinamizmini olması gerektiği gibi kullanamadı. Romantikler, nesneleri güzelleştirir. Romantizm, kendime yetmediğim zaman yaptığım şeyin aynısı yapıyor: kendim, kendimi keşfediyorum, yeni bir dünya kurmuyorum, onu keşfediyorum.
Vazgeçmedim, daha sonraya ertelemiştim. Kurban’ı çekmek daha önemliydi. Hoffman’ın hayatı romantik bir film olarak çekilmişti. Romantizm, tipik olarak batı yaşantısına ait. Bu bir hastalık. İnsan yaşlandığında gençliğini dünyayı romantiklerin gördüğü gibi görüyor. Romantik dönem manevi olarak zengindi, ama dinamizmini olması gerektiği gibi kullanamadı. Romantikler, nesneleri güzelleştirir. Romantizm, kendime yetmediğim zaman yaptığım şeyin aynısı yapıyor: kendim, kendimi keşfediyorum, yeni bir dünya kurmuyorum, onu keşfediyorum.
Neden “Başlangıçta söz vardı…” ?
Söze karşı her birimiz suçluyuz. Söz, hakikatli olduğunda güçlü bir etki bırakıyor. Günümüzdeyse düşünceleri gizlemek için kullanılıyor. Afrika’da yalanı bilmeyen bir kabile bulmuşlar. Beyazlar, onlara yalanı anlatmaya çalışmış ama anlamamışlar. Böylesine yaratılışların mükemmelliğini görmeye çalışın, o zaman başlangıçta neden sözün olduğunu anlayacaksınız. Sözle onun manası arasındaki mesafe artık büyüyor. Çok ilginç, değil mi? Bir bilmece gibi!
Dünyanın sonunu mu yoksa bir dünyanın sonunu mu yaşıyoruz?
Nükleer Savaş mı çıktı? Bu, şeytanın kendi zaferi olamaz, olsa olsa kibritle oynayıp evi yakan bir çocuk olabilir! Ama onu yakma delisi olduğu için suçlayamayız. İnsan, kendi bombalarını patlatmaya henüz hazır değil, ölmeye de. Tarihten öğreneceği daha çok şey var. Öğrendiğimiz bir şey varsa, o da tarihin bize asla bir şey öğretmediği. Oldukça kötümser bir sonuç belki bu, insan hatalarını sürekli yineliyor. Ürkütücü… Yine bir bilmece! Tarihin, en sonunda bir üst mertebeye çıkabilmesi için bize çok önemli bir manevi zemin sağlaması gerektiğini düşünüyorum. Bundan da önemlisi, bilgiye doğrudan ulaşmak için bir bilgi özgürlüğü. Tek yol bu. Zira, saf bilgi özgürlüğün başlangıcıdır.
Teşekkür ederim.
YanıtlaSilBöyle değerli bir söyleşiyi Türkçeye kazandırdığınız için size şükranlarımı sunuyorum.
YanıtlaSilEmeği geçen herkese çok teşekkürler çok güzel bir röportaj olmuş
YanıtlaSilÇeviri icin teşekkkürler, röportajın orjinaline nereden ulaşabiliriz.
YanıtlaSil