Suların daha derin olduğu yere git.
Luka, 5:4
Karhozat [1988]
Pencerenin
kenarında, boş boş dışarı bakıyorum. Nice seneler orada oturdum, bir şeyler
bana hep sonraki anda delireceğimi söyledi. Ama öyle olmadı. Üstelik
delirmekten korkmuyorum. Delilik korkusu bir şeylere sadık kalma anlamına
gelebilir. Henüz bir şeye bağlı değilim. Her şeyin bana sadık olmasına rağmen,
sadık olduğum bir şey yok. Onlara bakmamı istiyorlar. Nesnelerin, olguların çaresizliğine,
penceremin dışındaki pis köpeğin kurşunî gökyüzünün altında, delicesine yağan
yağmurda su içişine bakmamı istiyorlar. Acıklı çabalarını izlememi istiyorlar.
Herkes, mezara girmeden önce konuşmaya çalışıyor. Zaten düştüler, konuşacak zaman
kalmadı. Beni delirtmek için nesnelerin bu geri dönülmezliğini istiyorlar. Ama
bir sonraki anda ise delirmemi istiyorlar.
Karhozat, 1988 yılı yapımı Béla Tarr’ın siyah beyaz filmi. Macar
Sineması’nın griliğinde, siyah beyazlığında yoğrulan ve Kahramanımız Karrer’in gözünden öykü anlatısına
sahip bir yapım. Tarr’ın Karhozat’ında, 1994 yılı yapımında öne çıkan isim
olarak, Satantango’da da başrollerde
gördüğümüz Miklos Szekely’i
görüyoruz.
Toprağın
insanlarının elleri titreyecek
Karhozat (Damnation – Lanet) bol
yağmur, kirli, çamur ve yıkıntı dolu, yalıtılmış bir kasabada, eşiyle sorunları
olan Karrer’in insanlıktan yabancılaşma sürecini ve bu süreç içerisinde
gördükleriyle, evrende tek başınalığı öğrenerek, çetin bir zamanda ıssız ve
sessiz bir insanın dramını resmediyor. Tarr’ın daha çok insan yüzlerine
odaklanarak, renkli film formatını reddedip, siyah beyazlığın gücüyle kendi
yoğunluğunun birleşimi Karhozat’ın ritmik bir şiirselliğine yardımcı oluyor. Titanik Bar’ın önündeki bekleyiş, insanın
bir diğeriyle çetin savaşı, Kıyametin bir habercisi olan seslerin yankıları
Karhozat’ın armonilerini karanlık ve aydınlık olarak ikiye ayırıyor ve ellerde
kalan bir kalbi bizlere sunuyor. Siyah beyazlığın sertliği, soyut zaman ve
mekan ile Karhozat bir boyut, bir güvercinin kanadı gibi, kendi kendine kanat
çırpan ve kendi özgürlüğüne koşan. Özgürlüğün ve vicdanın birleştiği yerin
eşiğindeyse insanlığın merhameti ve vicdanı yatıyor. Karrer’in yalnız oluşu,
sağanak yağmur altında delirmeyi bekleyişi, dünyadan elini ayağını çekmişliğine
toprak atması; kalbindeki aşk, sevgi ve merhamet tohumlarının ölüp yeniden
filizlenmeye başladığının habercisi.
Duvara yaslanan bir kalp. Karrer’in
hayatındaki olumsuzlukların, nesnelerin gerçekliğine hakim olamayışı, ütopyanın
varlığını bilerek az da olsa mutlu oluşu ve yere kayan bakışların insanın kendi
içindeki muhasebesinden kaynaklanan devinimin ulaştığı son nokta, dünyanın
patlayışından önceki son bir hamle. Béla Tarr’ın daha çok insan ruh hâlini
betimleyişi ve olağandışı görüntülerle ve zamanlarla öykülemesi filmlerinin
sağlam bir zemine oturmasına kolaylık sağlıyor, siyah beyazlığın renkliliğe
savaşında galip geldiğini bir kez daha Karhozat filmiyle görebiliyoruz.
Karhozat’ın evreni, Tarr’ın 6 yıl sonra tamamlayabildiği Satantango’sunun omurgasını oluşturur. Satantango, karanlığından
içinden gelir, Karhozat siyahtır ama armonileri yıllar sonrasının Werckmeister Harmoniak’ına atıf
yaparmışcasına bir hicvini de barındırır. Dünyanın yerle bir olduğunun
simgesellerinde, hayatın bu keşmekeşliğinde ve salt karanlığında film boyunca
gördüğümüz bu kasvetli ve çamurlu hava soğuk ve çetindir ki evrenin o güneşli
ve yıldızlı günlerine ve gecelerine belki de bir protest tavırdır. Ve belki de
o yağmurlar altında ıslanan Karrer değil, bizizdir.
Dünya
patladığında neye sadık kalacağımızı öğreneceğiz; Ağızdan ağza, kalpten kalbe, yıldızdan
yıldıza…
Sis insanın ciğerlerine işler. Sisli
hayatın bu tozlu ve kirli anlarında insanın kalbine düşen hayatın acımasızlığı
ve yorgunluğu. Karrer’in işlerinin kendi istediği şekilde gitmeyişi, yeni
dehlizlere açılan bir kapı misali. Sağanak yağmurların ardından güneş doğmuyor
bu evrende. Işık hiç neredeyse yok. Karanlık, aydınlığın üstünde. Kasabanın
üzerinde dolaşan bir kılıç. İnsanlığın kendi hanesine kattığı bir farkındalığı
henüz yok. Nesneler üzerinden geliştirilen yıkım ve yıkılış, mahşere bir
hazırlık. Dağlara kaçmak insana fayda vermeyecek. Ölüm ve Lanet herkesi
saracak. Korkunun ve şiddetin sesleri yaklaşıyor. Pencereden dışarıya kayan boş
bakışlar o vakit mana derinliğine sürüklenecek. Béla Tarr’ın Karanlığı artık
üzerimize hapsoldu. Karhozat, evreni
dolaşmaya çıktı. Yıldızların saadetini anlayacaklar. Vakit geç değil, bitti,
her şey bitti. Kesz az Egesz
şarkısında olduğu gibi. Sonun başlangıcı.
Dediğin
her şeyde haklıydın. Dediklerinin hepsini kabul ediyorum. Seni sevdiğimi
biliyorsun. Sana yalan söyleyemem. Değişeceğim. Söz veriyorum, değişeceğim ama
bana yardım etmelisin. Vurmak istiyorsan, vur. Dün bana baktığında bir şeyin
farkına vardım. Seninle dünya arasında ulaşılmaz garip, boş bir tünelin
olduğunu fark ettim. Kimse o yolu biliyor mu, bilmiyorum. Tünelin girişinde
yalnız başına dikiliyorsun, çünkü bir şeyler biliyorsun, ben bile
isimlendiremiyorum; daha derin, daha merhametsiz bir şey. Asla anlayamadım. O
dünyaya asla yakın olamayacağımı anladım. Sadece yasını tutarım, çünkü ışık ve
ılıklıkla saklanmış bir dünya, oranın acısını çekemem. Ne inanacak ne de
vazgeçecek yetim var. Dün dönümsüz bir hata yaptığımı fark ettim. Seni
kaybetseydim benim affedilmez sonum olacaktı. Çünkü bu isim konulamaz dünya
hakkında hiçbir bilgim yok. Madem ki bunun bir parçasısın, benim dünyam senden
ibaret. Bu asla değişmeyecek. Lütfen, geri çevirme beni. Seni görmeme izin ver.
Her şeyimi veririm senin için. Vur, tükür bana, bana tekrar vurasın, tüküresin
diye yine gelirim, yine. Haklısın, insafsızca da olsa haklısın. Ben seni
gerçekten seviyorum.
Tarr’ın Prologue’unda izlediğimiz yüzler,
Karhozat’da da mevcut. Sağanağın altında bakışları dibe düşen yüzler ve
çizgiler. Yağmur insanı diriltir, dinlendirir. Yüzlerdeki manaya indiğimizde,
başka gerçekliklere yol alıyoruz. Filmin girişindeki ıssız teleferikler, bize
bu kasabanın ve insanlarının katlanılmaz hayat sıradanlığına nazire
yaparmışcasına bir o tarafa bir bu tarafa gidip geliyor. Tarr’ın her şeyi en
ince ayrıntısına kadar çekme, atmosferin içine konumlandırma felsefesiyle
Karhozat’ın ağır ilerleyişi, daha çok monolog ve diyalog azlığı perde/ekran
izleyicisine sunduğu bir nimet bir bakıma. Karrer’in hayatı, Titanik’e gidip
umarsızca dinlediği o kadın ve paket konusundaki tavırları vakit kazanma
ihtiyacı için erteleme devresini sokmakta, Karrer’in gölgeli hayatında kadının
kimi zaman onunla mutlu kimi zaman onsuz oluşu ipleri germekte ve de kalbin
yıkımını getirmektedir. Karrer, hiçbir zaman mutlu olamayacak, isyanı yağmurda
umarsızca dans eden o adam gibi. Sağanak yağmurun şiddeti arttıkça figürler
daha da bir hız kazanıyor. Gökyüzünden öfke yağıyor, toprağa karışıp intikam
duygusuna, lanete, nefrete dönüşüyor. Vücutların küflenişi bir tepkiye döndü.
İçerisi tamamıyla kalabalık ve kargaşa. Dans ediyorlar, kelebekler uçmuyor. Hiç
kimse gökyüzüne bakmıyor, cesaretleri yok, pencereden içeri yavaşça giren
kamera evrendeki insanları resmetmeye başladı. Tarr, bunun öncesinde Eski
Ahit’ten alıntılar yaparak güç katıyor : Dışarısı kılıç, içerisi veba ve
kıtlık.
Satantango [1994]
Bir
ekim sabahı, kavrulan toprağı serinleten, yolları bataklığa çeviren ve kasabayı
dünyadan koparan uzun güz yağmurlarının ilk damlaları düşmeden Futaki çan
sesleriyle uyanmıştı. Kilise sekiz kilometre uzaktaydı. Çanı yoktu ve kulesi
savaşta çökmüştü…
Satantango, her saati ayrı ‘ağır
sanat’ anlayışı içeren 1994 yılı yapımı Bela Tarr’ın siyah beyaz başyapıtı.
Satantango (Şeytan’ın Tangosu), Macar yazar Laszlo Krasznahorkai’nin romanından
uyarlanmış olup Bela Tarr’ın bu filmi çekme fikri 1985’lere dayanır ki o
zamanki Macar Hükümeti’nin sert politikalarından dolayı film 1994’te
tamamlanabilmiştir. Filmin süresi 450 dakika, yani 7 saat 30 dakika ve dili
Macarca.
A hir, hogy jönnek (Geliyorlar)
Irimias ve Petrina için atılan
önceleme bu girizgah ile toplumdan uzakta, ekim ayının her türlü soğukluğu,
çamura, toprağa bulanmış yaşamları ile uzandığımız küçük bir Macar kasabasına
konuk oluyoruz. Çok ağır çekimler ile başlıyor film ve sonuna dek bu şekilde
sürüyor. Başıboş dolaşan inekler, çamurla buluşan yeryüzü, yağan yağmur ve
birbirine bağlı olan insanlar ve de tüm bunların altında yatan gerçeküstücü
gökyüzü çatısı. Gökyüzüne düşme denemeleri var. Bela Tarr, acziyet sunuyor,
toprak veriyor, vicdan ıslatıyor, hiçbir cümlesini bize geri vermiyor. İzleyiciyle gizemli bir bağ
kuruluyor. Zamanın akıcılığına inat ağır dakikalar elimizde kalıyor. Bela Tarr,
zaman ve mekan mefhumunu insanlığın geneline inat alt üst ediyor,
zihinlerimizin içine giriyor, ve bizim o kasabada her şeyi görmemizi istiyor.
Bu olurken, Tarr otoritesi kendini gösteriyor.
Feltamadunk (Biz ölümden doğacağız)
İki
saat farklı zamanı gösteriyor. İkisi de yanlış, elbette. Şuradaki çok yavaş.
Öteki ise zamanı söylemek yerine umutsuz durumumuza dikkat çekiyor. Fırtınadaki
kuru dallar gibiyiz. Kendimizi savunamıyoruz…
Önceleme bir alt başlık daha. Bela
Tarr, bu kodları verirken filmin diğer saatlerindeki olayların gidişatına bir
mesaj vermesini kendi disiplini hâline getiriyor. Düzen ve özgürlük temalı bu
kısım daha çok eleştirel gidiyor. Irimias ve Petrina sokakta yürürken çıkan
fırtına; baskıcı, totaliter Macar Hükümetini, Irimias ve Petrina’nın ayaklarına
çarpan ve sokakta savrulan kağıtlar, yapraklar yasaların dışındaki insanı, buna
ayak uydurmakta zorlanan, boyun eğen, eğmek zorunda bırakılan eski Doğu Blok
ülkelerindeki halkı ve tepelerindeki nizamı işaret eder. Bunları Yüzbaşının şu
repliğiyle destekleyebiliriz:
Hiçbir
insan hayatı çok değerli değildir. Bu işin otoritesi düzene uymaktır. Ama
aslında her şey bundan ibarettir. Düzen. Özgürlük, bir bakıma insancıl
değildir. İlahi bir şey ve hayatlarımız onu tam anlamıyla anlayabilmek için çok
kısa. Eğer bir bağ arıyorsanız, Pericles'in düşüncesine göre düzen ve özgürlük
birbirine tutkuyla bağlıdır. İkisine de inanmak zorundayız, ikisi için de acı
çekiyoruz. Düzenden de özgürlükten de. Ama insan hayatı; anlamlı, zengin, güzel
ve kirlidir. Her şeyle bağlantılıdır. Sadece özgürlüğü hor kullanır, değersiz
bir şeymiş gibi harcar. İnsanlar özgürlükten hoşlanmıyor, özgürlükten
korkuyorlar. Burada şaşılacak şey ise özgürlükten korkulacak bir şey olmaması.
Diğer taraftan, düzen bazı zamanlar korkutucu olabilir…
İnsan hayatının eşzamanlılığı hâkim
filmin bütününde. Satantango, kendi hâliyle bir eşzamanlılığın eşit parçalarını
sunuyor. Çamurlu yollar, ağaçlar, ucu gözükmeyen stepler soyut dil ile tasvir
ediliyor. Diyalogsuz bu bölümler düşünceye set çekmek için değil, zihnin
derinliklerine inmek için (bilerek) yapılıyor. Zamanın durağanlığında insanın
gerçek yaşam paraleli vardır ki Satantango soyutlanmış zamanda, soyutlanmış
mekanda yer alıyor, olanları o anmış gibi addediyoruz. O an ve anın ötesindeki
gerçekliği ise Bela Tarr’ın filminde gerçeküstü ve öteki bir olgu olarak
algılıyoruz.
Satantango, 1994 |
Valamit Tudni (Bir şeyler bilmek)
İnsanlar arasındaki dayanışmanın yok
olduğunu hatırlatan bu kısa kısım, bir önceki ve bir sonrakinin köprüsü değil,
omurgası. Kalpteki iyiliğin öldürüldüğü gerçeği, insanın bireysellikle bir
diğerine olan inancının yitirilişi var. Fikriyatın temelini sorgulamak, olaylar
arasındaki bağın ve bu bağın insanı hangi eşiklere sürükleyebileceği, yağan
yağmur altında duran Estike’nin, Doktor’un içsel buhranının çamurla karışıp
havaya ulaşması ve soyut karanlık altında karşılaşması benzer hayatların,
benzer insanların bir kaderi. Bela Tarr, birini diğerine karşılaştırmak ile
bize verdiği bütünselliğin bir noktası.
A pok dolga I – Felfeslik (Örümcek
Ağı I – Sökük Geliyor)
Evet
dedi kendi kendine yavaşça. Melekler bunu görür ve anlar. İçini bir huzur
kapladı ve ağaçlara, yola, yağmura, geceye, her yere yayıldı huzur. Olanların
hiçbiri kötü değil diye düşündü. Her şey basitleşmeye başlamıştı sonunda.
Önceki gün olan olayları anımsadı ve olayların birbiriyle nasıl bağlantılı
olduğunu fark edince güldü. Bu bağın şans eseri kurulmadığını hissetti ama
ortada sözle anlatılamaz ve çok güzel bir bağ vardı. Her şeye ve herkese rağmen
yalnız olmadığını biliyordu, babası yukarıdaydı. Annesi, kardeşleri, doktor,
kedi, akasyalar, çamurlu yol, gökyüzü ve gece hepsi ona bağlıydı. Aynen onun da
her şeye bağlı olduğu gibi. Endişelenmesi için bir sebep yoktu. Meleklerin onun
için yola çıktığını biliyordu…
Estike ve yalnızlığı. Kedisine olan
gücünü gösterişi, toz toprak içinde kalmış iki siluet. Gücün değer yargıları
içindeki yansıdığı gerçeğinin ıssız steplere bakışın çizgisindeki duruşunu
konumlandırıyor Bela Tarr. Estike üzerinden güce gidiyoruz. Estike’nin tek
başınalığı insanın tek başınalığı; hor görülüşü vicdana atılan tokat. Sanyi’nin
ihaneti, kişisel çıkarın bir tezahürü. Örümceklerin kendi ağlarını gizliden
gizliye örmeleri, görünmeyenin ötesindeki görüneni çıkarıyor aydınlığa.
Toplumun kendi içindeki buhranı,
kişiler arasındaki çatışmalar Satantango’nun seyri içinde yerini alırken göz
ardı edilenlere odaklanıyoruz. Bela Tarr, kendi sinemasal dilini oldukça sert
kullanıyor. Ağır seyrin altında dramı, gerçekliği ve de insanlık trajedisini
mühürlüyoruz. Estike’nin bakışları ufuk çizgisinde nasıl ki kayboluyorsa,
insanın hissiyatı da o derece alt üst olmaya yetiyor. Gayenin zaman ile zıtlığı
sinir gerici bir hâl alsa da nihayetinde kendi salt özüne ulaşacağının bir
habercisi. Irimias’ın 11 dakika boyunca nutuk çekmesi ve masumiyetin kullanışıysa
ön bakış ve arka perspektiften önceki bir durak.
A pok dolga II - Ördögcsecs,
Satantango (Örümcek Ağı II – İblislerin Göğüsleri, Şeytan’ın Tangosu)
Akordeonun
tatlı sesiyle birlikte örümcekler son ataklarına başladılar. Ağlarını
bardakların, kupaların, kül tablalarının üstüne masa ve sandalye ayaklarının
çevresine örmeye başladılar. Gizli emellerini gerçekleştirmeye başladılar.
Neredeyse görünmez olan ağları zarar görmedikçe saklandıkları köşelerinden en
ufak hareketi ve titremeyi bile fark edebilirler. Ağlarını uyuyanların yüzüne,
ellerine, ayaklarına ördüler. Sonra saklandıkları yere kaçarak ruhani
görevlerine tekrar başlamak için beklemeye koyuldular...
Tehlikenin farkında olmayan ve tango
ile hayatın keşmekeşliğine aldırmayan çaresiz ve yalnız insanlar uyuyor. Sonun
başlangıcı. İblis çoktan harekete geçiyor ama insanın farkındalığı toz kaplı.
Çevresindekiler onu kemirmeye başlıyor, ritmin tınısında kayboluyorlar
sonrasında. Örümcek ağlarını örerken insanın kendi başınalığı fayda etmiyor,
muhtaç olup el açıyor. Elin gittiği yerse karanlığın beşiği.
Bela Tarr, olay örgüsünü yaparken
bunları ilgili bölümler ile bağlantısız gibi gösterip düz ters giderek
sonrasında farklı perspektiflerle izleyicisine buna bağlantı kurdurtarak çözüm
şansını sunuyor. Örümcek metaforu ve Irimias – Petrina ikilisine yüklenilen
anlam üzerinden gerilen hayatlara, zehirlenmiş yaşamlara ve zehrin kaynağına
götürüyor. Kompleksliğin ne kadar basit olduğunun altını çiziyor.
Mihaly Vig: Macar besteci, Bela Tarr'ın arkadaşı. Bela Tarr Sineması'nın müziklerini besteledi. Satantango'da Irimias rolünde. |
A tavlat, ha szembol – A tavlat, ha
hatulrol (Önden Bakış – Arka Perspektif)
Gerçekliğin iki boyutu. Bela Tarr,
Satantango’nun ilerleyişini ele almış durumda. Artık oklarını gösteriyor ve
izleyiciyi tam kalbinden vuruyor. Bu olurken biz bakış ve perspektif ile
ötekini görüyoruz, farklı açılardan ve yinelenerek. Bu zihin için yapılan bir
uyarı fişeği. Önceki ve sonraki. Aralarındaki bağda bunalan zihni bulantıdan
kurtarma görevli sekanslar ile atmosferin tükenmişliğini sıfırlayarak ve ona
yeniden hayat vererek havada asılı kalanı kurtarıyor Bela Tarr.
Yaklaşan son, gittikçe daha da
trajikleşen bir hayat kesiti ve de geride kalan umutlar. Hepsi ekim yağmurları
altında ıslanıp çamurlaşıyor, filmin siyah beyazlığında silinip gidiyor.
Tarr’ın oynadığı kozlar büyük ve kendisi yenilmiyor. İzleyicisinin zihnindeki
kontrolü hâlâ devam etmekte ve kendi alt imgesel mesajlarını serumlamakta.
Böylelikle ortaya çıkansa ağır ama katlanılmaya değer bir görsel şölen.
Fırtınalarda savrulan hayatlar, her karakterin gözünden olayın ve
eşzamanlılığın kesitleri ile Satantango kendi kendini göğüslüyor, izleyicisinde
derin ve bir o kadar da gizemli bir bağ örüyor. Bela Tarr’ın ustaca dili ve
hayatın betonarme ruhlarından uzakta doğal yaşamlardan doğal insan hâllerini
sunuyor.
A kör bezarul (Perde Kapanıyor)
Bir
ekim sabahı, kavrulan toprağı serinleten, yolları bataklığa çeviren ve kasabayı
dünyadan koparan uzun güz yağmurlarının ilk damlaları çiftliğin batı yakasına
düştü. Bu yüzden bataklık araçlar için don olana kadar geçilemez oldu ve
şehirle bağlantı koptu. Futaki çan sesleriyle uyanmıştı. En yakın kilise
güneybatıda, sekiz kilometre uzaklıktaki eski Hochmeiss alanındaydı ancak çanı
yoktu ve kulesi savaşta çökmüştü...
Werckmeister Harmoniak [2000]
Werckmeister Harmoniak, Béla Tarr’ın 2000 yılı yapımı
siyah-beyaz filmi. Oyuncu kadrosunda ise Satantango’dan
yüzlerine aşina olduklarımız oyuncular da var. Macar Sineması’nın ak yüzü, Tarkovsky’nin
mirasçısı gözüyle bakılan, sessizliğin ve simgeselin ustası Tarr bizi eşikten eşiğe sürüklüyor bu
filminde de. Bol metafor, bol karanlık, hareket – mana çizgisine yöneliş ve
daha fazlası var. Werckmeister adı ünlü kompozitör Andreas Werckmeister’dan geliyor. Filmin diliyse, Macarca.
Cennet
üzerimize mi düşecek?
Werckmeister Harmoniak, (Werckmeister
Harmonies – Karanlık Armoniler) sıradan bir konuya sahip değil, düğüm
içinde düğümleri çözmeye sevk eden bir
yapım, insanlığın çatışmacı ruh hâlini barındıran kesitler ve bundan ziyade, karanlığın
içindeki güce, insanın Tanrı – Tanrısızlık, vicdan – hiçlik sorgulamalarına da
götürüyor. Açılış sahnesi filmin omurgasını oluşturuyor. Janos’un üç ayrı insanı Güneş
– Ay – Dünya örnekleri kılıp karanlığın ötesinde bir yerlere götürüp
yaptığı konuşma ile belirsizliğin ortasında buluruz kendimizi. Yapılan bu
konuşma öyle sessizden ve ağırdan gider ki bu tutulmadan kaçamayız. İnsan,
güneş – ay – dünya ekseninde tutulmalara kapılıp kendi yokluğunda karanlığın
gücüne direnenleri sorgular Béla Tarr. Bu sahne, sağanak yağmur gibidir.
Üzerimize bütün şiddetiyle gelir Béla Tarr. Janos’un yaptığı bu dünyanın
ötesindeki gerçekliğe adım atmak. Uçsuz bucaksızlık, ölümsüzlük, limitleri
zorlama, karanlıktan kaçış, karanlığa giriş. Zıttıyla devinim içinde olmanın
zihinlerdeki bunaltısı. Üç ayrı Samanyolu sistemi, üç ayrı insan ve yanan bir
ocak. Siyah beyazlığın içinde renksiz, boyutsuz, zamansız kavramları içinde
yoğrulan bir hamur ve mayası. Karanlık Armoniler’in gürültülü sessizliği.
Derin duygu herkesin içine işler. Karanlık Armoniler, kendini her türlü
sınava hazırlıyor ve bu sınavdan rahatlıkla çıkmayı başarabiliyor. Janos’un Gyuri Amcası ve kasabadaki diğer
karakterlerimiz listedeki iyi niyetli insanlar. Kasabaya bir kaos, bir karanlık
geliyor, yavaşça, en derinden. Bir sirk, dünyanın en büyük balinası ve bir
prens. Balina’nın sermayesi ve onun çarkından rant elde edilen vicdansızlık
tohumları sarıyor kasabayı. Katliamın büyülü atmosferi tüm bedenleri saracak,
bu korkunun sesi. Çatışmaya çok az kaldı. Béla Tarr bizleri atmosferine çoktan
aldı. Tarihin ya da kasabanın nereye ait olduğu belli değil. Her şey giderek
kompleksleşiyor. Her şey hiçbir şeyleşiyor, hiçbir şey her şeyleşiyor. Peşine
düşülen gerçekliğin sesleri insanların kalbini yerinden sökecek ve belki de hiç
ummadıkları kendilerinin ensesinde bitecek. İnsan bilmediği şeyden korkar. Ama
korkmak kâr etmeyecek.
Werckmeister
Harmoniak, Janos’un
yürüdüğü o ıssız sokaklar gibi. Karanlık, soğuk, çatışmacı ruh kendini
göstermeye başlıyor. Gölgeler harekete geçti.
Béla Tarr, insan vicdanına tokatlar indirmeye başladı. Bizi kasabanın
tam orta yerinde bırakıyor. Janos, çaresiz insanlar, balina etrafına toplanmış
kalabalık ve masumiyeti öldürmek isteyen Tanrısızlık. Aslında Janos’un protest
kimliğinin bastırılması, Béla Tarr’ın buradaki etkili silahlarından birisi.
Biz, Janos’u kasabayı çevreleyen bu bilinmeyen sır perdesini aralamasında bir
armoni ritmindeki şeffaflık olarak görüyoruz, bir muhalif değil. Balina,
yüzyılın en büyük olayı. Karanlıktaki prens hiç gün yüzüne çıkmıyor. Bu
korkutucu. Düzen giderek düzensizleşiyor, bütün hiçleşiyor ve insan korkusuyla
kalıyor kasabada. Katliam yaklaşıyor. Geliyor düzensizliğin insanları,
karanlığa sığınarak.
Tüm
bu harabede yapım var. Yıkım için tek duygu dizginsiz ve ölümcül.
Korkularımızda ve umutsuzluklarımızda gerçek nesneyi bulamadık. Böylece,
karşılaştığımız her şeye vahşice ve nefretle saldırdık. Dükkânları yıktık,
dışarı attık. Çiğnedik her şeyi. Sabit değildi ama biz kımıldatamadık. Tahta ve
demir çubuklarla kırdık. Sokaktaki arabaları devirdik, zavallı reklam
levhalarını yırttık. Telefon merkezini yıktık çünkü içeride ışık görmüştük.
Postacı iki kadın vardı, bayılınca bıraktık onları. Kullanıp atılmış iki
paçavra gibi cansız elleri, dizlerinin arasında… kambur… kanlı masadan kayıp
düştüler.
Yollara düşen Janos. Gözlerinde
ölümün soğukluğu var. Tasarımcı şiddet, insanın ufkunu bertaraf etmek
niyetinde. Minimalist sahneler başlıyor, yollarda yürüyen insanlar. Yüzlerinden
okunan öfkenin, şiddetin bir resmi. Karanlığın içindeki güç. İnsanlığa dair
vebanın salgını yayılmak üzere. Damarlara zerkliyorlar zehirlerini. Kayıtsız
kalınan vicdanın sesleri duyuluyor Karanlık
Armoniler’de. Hepsi karışıyor, karışıyor ve bir öze dönüyor. Özün
etrafındaki olaylara dönüyoruz. Kasaba, karanlık, Janos’un bulmacayı çözme
girişimi, Balina, Prens, meydandaki soğukluk. Bütün yapraklar savruluyor,
anarşi içinde. Rüzgâr anarşiye ayak uyduruyor ve bir hasta yerlere düşüyor.
Tren yolu ve Janos. İnsanın hayatı şekillendiriliyor. Uçsuz bucaksız raylarda
saklanan her nefes yola devam etmek
için. Béla Tarr susuyor, Janos’un gözlerindeki korku bedenine hapsoluyor.
Etrafında dönen helikopter pervaneleri hayatına vurulan zincir gibi. Onu yok
edecek, hapsedecek, bir şeye bağlayacak. Ekin tarlasında dalgalanan filizler
ezilecek o gücün altında. İktidarın, insanlığa hiçe sayan ve yokluğu varlık
olarak görenlerin ellerinde. Masumiyetin sancısı duyulacak sonra. Janos artık
kendi bedenine hapsolacaktır. Sade anlatı her şeyi ezip geçecek hatta yok
edecek. Tarr’ın usta elleri bizi
soyut zamanda yalıtılmış bir evrene götürüp orada bırakacağının işaretlerini
yapıyor. Derin duygu artık kalbimizde.
Yüzünü hiç görmediğimiz o prens ve
dünyanın en büyük balinası. Kasabanın etrafındaki çan sesleri artık duyulmuyor.
Karanlık, aydınlığın üzerine geçti. Artık tam tutulma gerçekleşmek üzere.
Tutuluyoruz bu evrende. Prens; para
demek, sermaye çarklarına kilit vurmayan bir mahzen. İnsanı yok eden, mahveden,
ruhuna işkenceler eden bir tekil. Her şey bir sirk ile başladı. Bir gece.
Birden bire. Dünyevi güçlüğün soytarılığı resmediliyor. Armoniler’in şiddeti
azaldıkça, onlar daha da bağırmaya başlıyor. Ama aldanacaklar, bu bir aldanma
ve saçma, kalpleri artık taş, vicdanları yerlerinden sökülmüş, mezar taşlarında
adları bile yok. Evren gürültülü sessizlikle yankılanmaya başladı. Béla Tarr, bu kurguyu artık sistemlerin
eşiğine bırakıyor. İnsanın maddiyatında paralel olarak büyüyen maneviyatsızlığı
yüzlere düşüyor. Balinanın yorgun ve dondurulmuş gözlerindeki sır, Janos’un
aynadaki yansımasından farkı yok. Çökük. Hiçlik için bir yapım var, bir
yapıbozumculuk. Karanlığın ağırlığından korktular. Avuçlarından asfalta dökülen
kalpsizlik tohumları.
Gizem ve bulmaca. İnsanlığın kendi
devinimi Karanlık Armoniler’de harekete geçiyor. Béla Tarr’ın sinemasal dilini
estetik biçimde ağır kullanışı, duruma yöneliş ve mananın derinliklerine seyahat
Karanlık Armoniler’in ritmini güçlendiriyor. Janos ve diğer karakterlerimiz,
hayatın içinde, evrenin bir köşesinde griliğe karışmış ve kendi saflığında öz
bulma çabasına tutulmuş ruhlardan oluşuyor. Fazlası yok. Her şeyin hiçlik ile
bir savaşı var bu yapımda. Sinema estetiği, kayboluş, karanlık, diriliş ve
isyan ve de hastalık ile göz kırpıyor Tarr. İnsan kendi iç hastalığını ne
derece iyileştirebilir yahut kalbini karanlığın ellerinden nasıl çekip
alabilirin soruları yatıyor. Evren ve ötesindeki etkileyici hareket ile eşya – dolayımsızlık üzerine indirgeyebileceğimiz hakikat potansiyelini es
geçmemek gerekir. Tarr’ın Sineması, boyut ve zamandan ziyade, günlük hayatın
ötesinde rüya, hayal, yalıtılmış bir evrenin anahtarlarını sunmayı başarıyor. Karanlık Armoniler hepimizin içinde
yankılanıyor. Tarr, armonilerin şiddetini sessizce arttırıyor ve insanın kendi
gerçekliğini sunuyor. Bu perspektiften, Karanlık Armoniler’i salt kendi
gerçekliğimiz ile değil, Evrenin kendi içindeki yasaları ve sistemleri ile de
ilişkilendirmemiz mümkün olabilmektedir. Ağır sanat anlayışı, kendi siyah
beyazlığıyla bu diyarlardan, bu âlemden olmayan bir film Werckmeister Harmoniak.
Ali Bey merhabalar
YanıtlaSilöncelikle güzel yazınız için teşekkür ederim
filmin sonundaki veya başındaki o çan sesine eşlik eden 'Türkler Geliyor!' detayını nasıl okumalıyız ?
Osmanlı'nın Orta Avrupa'ya (bilhassa Macaristan) düzenlediği fetihlerle alakalı olduğu düşünülebilir. Kilise, halkı bilgilendirme konusunda ya da halkın sığındığı en önemli yapılardan biriydi.
Sil