Vittorio de Sica'nın İtalyan Yeni Gerçekçiliği‘nin temel taşlarından birini oluşturan, 1950 yılında En İyi Film Senaryosu Kategorisinde Oscar kazanmış 1948 yılı yapımı filmidir Bisiklet Hırsızları.
De Sica'nın İtalyan Yeni Gerçekçiliği akımıyla ortaya koyduğu Bisiklet Hırsızları, acziyetin, suçluluk duygusunun ve de bu doğal seyir içerisinde insanın giderek iyi duygusundan hangi aşamalardan sonra kötüye dönebileceği, umudun umutsuzluk ekseninde ne derece kendine bir pay aldığı, bir içsel yıkılışın salt insan merkezli perspektifinden bir dram anlatısıdır. Siyah-Beyaz filmdeki o masumane yüzler, İkinci Dünya Savaşı sonrası İtalya ve Avrupai mantalitenin yer aldığı Bisiklet Hırsızları'nda Antonio Ricci ve küçük oğlu Bruno ile bir arayış, bir yitirilişi geri kazanma duygusu yatıyor. Yeni Gerçekçilik'in basit konuları ele aldığını ve sokağa taşan kamera açılarıyla ve de düşük bütçeli yapımlarını düşündüğümüzde filmin dönemin o şartlarına rağmen yıllar sonra da raflarda yerini alabilmesi De Sica'nın başarısını ortaya koymaktadır.
Ricci'nin afişçilikten para kazanması için zorlukla aldığı o bisiklet, filmin görünmeyenin ötesindeki gerçekliktir. O bisiklet Ricci ve ailesi için bir umudun yolu, yoksulluğun insan suretinde oluşturduğu o burukluğu giderebilecek tek araç, tek yol, tek kapıdır. İkinci Dünya Savaşı sonrası Roma'sında geçen olaylar bize Ricci ile aslında insanın ve insaniyetin soğuk savaşını veriyor. Savaş ile ortaya çıkan bir umut. Eldekiler gidince geri dönülmezliğine yol alıyoruz. Afiş asarken Ricci'nin çaldırdığı bisiklet bir yitirilişin başlangıcı olur. Küçük oğlu Bruno'nun yüzündeki ifadeler ve babasına duyduğu üzüntü ve karmaşık destek olma düşüncesi ve acısı; filmin siyah beyazlığı içinde insan dramının hercümerç olduğunu gösteriyor.
Kırmızı bisikletin yanındaki bisiklette karar kılarken Ricci, bizler bütün bisikletlerin renklerini merak ediyoruz. Siyah beyaz filmlerin renklerin diliyle konuşmadığını düşündüğümüzde bir tebessüm yerleşiyor yüzümüze. Roma sokaklarında yaşananlar sadece Ricci'nin kaderi değil, o dönemden öteye ulaşarak insanın içinde bulunduğu durumu tozlu dakikalara yayabilen bir hâl. Bruno'nun babasıyla restoranda yemek yerken arkasına dönüp zengin aile karşısındaki yüz hâli sadece yoksullara ait olabilir. De Sica'nın verdiği insan tabanlı, abartıya kaçmayan ve sürekli bir ilerleme içerisinde yer alan sahneler Bisiklet Hırsızları'nın vitrinin baş köşesine yerleştirmeye yetiyor da artıyor.
Ricci'nin bir türlü bulamadığı bisikleti kendi yıkılışının da bir habercisidir adeta. İyi niyetlilerin bile hayatın acımasızlığı karşısında sonunda kötüye dönebileceğini gösteriyor yönetmen. Bizler Ricci'yi kendimizden görüyor ve O'nun bisiklet çalabileceğini düşünmezken De Sica öyle yapmıyor. Bize o tokadı hiç acımadan atıyor. Yakalandığı vakit Ricci'nin, oğlu Bruno'nun yanında insanlardan yediği o tokat ve işittiği o laflar, Ricci'nin anlamsızca ve sebepsizce yere düşen bakışlarının bir yitirilişle son bulması ve Bruno'nun babasını insanlardan kurtarmaya çalışması da sinema tarihindeki en sarsıcı sahnelerinden birisidir.
De Sica'nın filmdeki insani merkezli dram anlatısı, bize farklı bir pencere açıyor. Bisiklet Hırsızları'nın bir filmden öte olduğunu, 1948'den günümüze uzanan insanlık trajedisini anlıyoruz filmdeki sahnelerle. Liret ile başlayan huzur, Liret ile son buluyor. Suçluluk psikolojisinin işlenişi ve Ricci – Bruno çaresizliği hayatın içinden sadece bir andır. Filmde gösteriş yok. Siyah-Beyazlık bize filmin Beyaz ile başladığını Siyah ile son bulduğunu ön göndermeleriyle belli ediyor.
Ladri di Biciclette 1948'den insana dair dramını sunacak, doğaçlama giden bu filmde hayatın "öteki" soğuk yüzünden bir kompleks yansımasını, karanlık dehlizlerde yitirilen umudun insana verdiği hırs, öfke duygusu ve maneviyatında büyüyen diğer yanını anlam dünyamızda ince bir nakış gibi işleyecektir hiç şüphesiz.
Temmuz 2011
Benzer okumalar:
—Ermanno Olmi, L'Albero degli Zoccoli
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder